Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Mart '14

 
Kategori
Öykü
 

''Karadut''

''Karadut''
 

(Bir muziplik hikâyesi)

Mevsimlerden yaz, aylardan ağustos. Gülhan kasabasını bilmeyenler sıradan bir gün hissine kapılabilir burada. Ama hiç de sıradan bir gün olmaması için raslantılar ve tesadüfler sokaklarda gezmeye başlamıştı bile.

Şişe Şefik kasabanın çarşısında gezerken, tuhafiyeci Necdet’in ona laf atması ile kaldırımda dikildi kaldı. Ne demişti Tuhafiyeci Necdet, derseniz?

- Lan şişe; gel bir kahve söyleyeyim sana. Valla iyi günüm benim, hadi gel unutalım her şeyi.

Şişe Şefik, kuşkulu gözlerle şöyle bir baktı tuhafiyeci Necdet’e; dikkatlice yeniden süzdü. İçindeki kuşku hala çırpınıyordu ama çok eskilerde kalmış bir düşmanlığı da devam ettirmenin bir mantığı yoktu doğrusu. Gençlik yıllarından kalma derin bir sızı vardı ikisinde de aslında. Herkesten sakladıkları gizli bir düşmanlıktı bu. Çünkü birbirlerine bunca yıl kin beslemek zorunda oldukları kızı başka bir almış, üstelik Gülhan’dan göçmüştü kızcağız. Kimbilir kaç tane çocuğu olmuş ve hatta kimbilir ne kadar da çirkinleşmiş olabilir miydi? Evet, olabilirdi. Altına uzatılan tabureye oturdu Şişe Şefik.

- E, işler nasıl şişe; iyi mi?

-İ yi, idare ediyoruz Necdet. Senin işler nasıl, iyi mi?

- Şükürler olsun iyi be şişe.

Elini kaldırıp karşıdaki kahveye iki kahve söyledi arada.

- Yahu şişe, bir şey soracam sana.

- E, sor bakalım.

- Yahu İmam Arifle aran çok mu kötü senin?

- Yok, be; ne kötü olacak. Tanımam etmem, Allah yolunu açık etsin.

- Geçen hutbede bir şeyler anlattı da ondan dedim.

- Ne anlatmış ki hoca efendi?

- Yahu içki mevzusuna bir girdi deme gitsin. Alan, satan, taşıyan, içen, içiren hepsi aleyhinde vurdu da vurdu. Yok, gardaşım biz cemaat olarak bile sıkıldık yani. Aklıma sen geldin hemen. Dedim bizim şişe buna kesin bir şey etmiş olmalı.

Şişe Şefik kı....ın zor sığdığı taburede biraz debelendi sonra,

- Yahu, benim hoca efendi ile zorum olsun. Çoluk çocuk bakacağız, okutağız diye yapıyoruz büfe işini. Senin gibi anadan kalmadı, babadan kalmadı. Yoksa sevdiğimizden değil içki satma işi. Bir baltaya sap olamadık, mecburen sarıldık bu işe.

O arada kahveler geldi. Yudumlarken Tuhafiyeci Necdet yüzündeki gülümsemeyi saklayamıyordu. Necdet,

- Hah, hoca efendi de geliyor bak.

Elini kaldırdı hocaya. Hoca gelir gibi yaptı ama Şişe Şefik’i görünce sağ elini göğsüne götürüp, teşekkür edip çarşının üst tarafını gösterdi. Tabi, şişe bu işe çok üzüldü. İçi içini yedi oturduğu yerde. Kalkmak istedi, fincan daha yarıdaydı; kalksa ayıp olacaktı. Necdet ortamı yumuşatmak ister gibi,

- Şu vitrindeki mankenleri görüyor musun şişe?

- Evet, gördüm.

- Çok para verdim bunlara be şişe.

- Niye, plastik değil mi? Neden çok para verdin?

- Yahu, baksana bir mankenlere. Ne kadar da gerçek öyle değiller mi?

Şişe dikkatlice baktı mankenlere, hakikaten gerçeğe ne kadar da benziyorlardı.

- Hakikaten arkadaş, çok gerçeğe benziyor bunlar.

- Tanesine tam bin beşyüz lira verdim arkadaş. Valla koydu hani?

Şişenin aklının bir tarafta hoca efendi de kalmış, diğer tarafı ise mankenlerde kalmıştı. Kahveyi yudumlayıp ayağa kalktı.

- Kahve için teşekkürler Necdet. Buyur benim oraya da gel, benden de çay içelim olur mu?

- Yok, be şişe; şimdi senin büfede görürler.

- E, görürlerse ne olurmuş?

- Yok, hani buranın insanı bilirsin dedikoduyu sever. Yine içkiye başladı falan derler.

- Valla sen bilirsin. Ne zaman canın çekerse buyur gel. Hadi bana eyvallah.

Biraz uzaklaşmıştı ki arkasından Necdet seslendi.

- Ya, şişe doğru söyle lan öptün müydü hiç? Yani dudaktan?

Şişe duraksadı bir an. Ne diyeceğini bilemedi. Sonra,

- Kaçar mı oğlum benden, fırca badana bile yaptım gitmeden.

Necdet bozulmuştu cevap karşısında. Şişe Şefik büfeye geldiğinde hem gülüyor hem kızıyordu kendine. İçinde büyüdükçe büyüdüyordu yaşadıkları. Büfenin kapısını açıp içeri girdiğinde Keş Kazım başını büfenin tahta duvarına yaslamış neredeyse kendinden geçer haldeydi. Onu görünce toparlandı ayağa kalktı.

- Ne yaptın şişe, hallettin mi işlerini?

- Hallettim de, yahu kafam çok bozuldu bugün be.

- Ne oldu ki?

Yaşadıklarını anlattı Keş Kazım’a. Yüzüne belli belirsiz bir hüzün çökmüştü.

- Boş ver takma kafana. Ayıp etmiş hıyarağası.

- Yok ya, bir de yalan söyledik ya fırca badana diye; suçsuz kızın günahını aldık valla.

Keş Kazım’ın bakışları daldı gitti uzaklara. Sonra birden gülmeye başladı.

- Lan şişe var mısın; bunlara komple bir oyuna?

- Varım da, nasıl olacak o iş?

- Sen bana bırak. Onlara öyle bir oyun oynayacağım ki, akılları şaşacak. Geçen gün Emniyet Amiri sana ceza yazmıştı değil mi?

- Evet, yazdı.

- Çemberi genişletelim abi, oldukca genişletelim. Bugün günlerden ne abi?

- Cuma, ne olmuş?

- Yani dün gece Cuma akşamı olduğu için ağalar sofra kurmadı öyle değil mi?

- E, herhalde. Cuma akşamları kurmazlar sofra, herkes gibi.

- İyi, akşam meyhanedeyiz abi. Hesaplar her zaman ki gibi senden. Belki bir küçük ısmarlayabilirim ben arada.

- Cepte kuruş yok, yediğin naneye bak.

- Dünyada en tatlı şey nedir şişe?

- Bal mı?

- Ne balı oğlum, imtikamdır intikam.

Şişe Şefik arkadaşına dikkatlice baktı.

- Lan, neler geçiyor kafanın içinden senin?

- Ben küçük bir sepet karadut toplayıp geleyim. Gece lazım olacak.

Vakit geceyarısına yakın Şişe Şefik ve Keş Kazım kasabanın hemen dışındaki meyhaneden içeri süzüldüler. Baktılar, ağır sofra tahmin ettikleri gibi kurulmuş hatta bir büyüğü neredeyse bitirmek üzereydiler. Hemen masalardan birine ilişip bir küçük söylediler kendilerine. Masaları donatılırken garsona hemen ağır masaya bir büyük hediye göndermeyi ihmal etmediler. Hediyeleri masaya gittiğinde, Kaymakam, Savcı ve Emniyet Müdürü onlara bakıp başları ile teşekkür ettiler. Hem muhabbet edip hem diğer masayı takip ediyorlardı. Şefik,

- Lan keş, kaldırırlar değil mi bu kadar içkiyi?

- Dur bakalım ağam, daha benim küçük söylenmedi.

Az sonra bir küçük daha hediye gitti masaya. Yine teşekkür bakışmaları olurken, bakışlardaki baygınlık artık görülür haldeydi. Küçüğü de bitirip masalarından kalktılar. Emniyet Amiri onların masaya geldi.

 -Aferin size, akıllanıyorsunuz yavaş yavaş. Hediyeler için teşekkürler. Malum ay sonu, bir daha ki sefere biz sizleri ağırlarız. Hadi afiyet olsun ağalar.

Emniyet Amiri kapıya yönelirken birkaç masaya sürtünerek zar zor çıktı. O sırada Meyhaneci Hafız masalarına kadar gelip.

- E, ağalar; ısmarlamak iyi de, cukka var değil mi?

Şefik cebinden günün hâsılatını çıkarıp,

- Borcumuz kaç para hafız?

- Tamam, tamam anladık; paranız var. Masayı kurutun da gözünüz arkada kalmasın.

Gecenin ikisine doğru iki gölge önce Tuhafiyeci Necdet’in dükkânının karşısına sindi. Karşıda durup sokağı kolaçan ettiler önce. İn cin top oynuyordu çarşıda. Keş Kazım, elindeki taşı Tuhafiyeci dükkânının camlarına nişan alıp savurdu. Camlar gürültüyle aşağıya inerken gizlendiler. Bir süre beklediler karanlıkta, etrafı dinlediler; kimse duymamıştı. Hemen karşıya geçip, mankenlerden birini dışarı çıkardılar. Üzerindeki elbiseleri çıkarıp içeri attılar. Mankeni kollarının arasına alan Şefik, Keş Kazımla birlikte camiye koşturdular. Musalla taşının üzerine önce beyaz bir çarşaf serdiler. Sonra mankeni çarşafın üzerine uzattılar boylu boyunca. Yanlarındaki çantadan bir içki şişesi ve bir naylon torba içindeki karadutları çıkarıp mankenin yanına koydular. Naylon torbadaki karadutları mankenin altına serpiştirdiler. Mankenin aşk üçgenine ise üzerine başka bir şeyer yazılmış içki şişesini koydular. Mankeni çarşafa sarıp hemen oradan uzaklaştılar.

İmam Arif, diğer camilerden gelen ezan sesini duydukça daha bir hızlandı. Aceleyle camiye girip, önce amfiyi açtı. Sonra başladı ezan okumaya. Ezanın yarısına geldiğinde caminin camından musalla taşındaki cenazeyi gördü. Ezanı şaşırdı bir an. Çünkü kan damlıyordu musalla taşından. Ezanı zar zor bitirdi. Dışarı çıktı, uzaktan bir göz gezdirdi cenazeye. Hâlâ kan damlıyordu, hatta çarşafın bir bölümü kıpkırmızı kesilmişti. Aklı gidip geliyordu. Ne yapacağını bilemez haldeydi. Eli cep telefonuna gitti. Karakolu çevirdi.

Birkaç polis memuru musalla taşının biraz uzağında halkı yaklaştırmamaya çalışıyordu. Uzaktan seyredenler,

- Vay be, tazemişti bu kadın ya da kız.

- Şuna bak be, nasıl kıydınız acımadan.

Saat dokuza doğru Emniyet Amiri zor gelebildi. Olayı duymuş ve akşamdan kalma sarhoşlukla ne yapacağını bilmez haldeydi. Caminin biraz uzağında ise Tuhafiyeci Necdet sigortaci Ali ile tartışıyordu. Necdet bin beş yüz lira diye diretirken, Ali ise faturasını soruyordu mankenin. Fatura almamıştı Necdet. Ali ise sadece camın parasını ödeyebileceklerini, üstelik polisin tutanak tutması gerektiğini anlatmaya çalışıyordu.

Emniyet Amiri yanına İmam Arif’i çağırdı.

- Yahu hocam, bunu ikimiz açacağız. Yapacak bir şey yok. Hadi gel en azından yanımda dur da beraber açalım.

İkisi musalla taşına yanaşıp, çarşafı araladılar. Çırılçıplak manken ortaya çıktı. Mankenin altından hâlâ karadut damlıyordu. O sırada mankenin aşk üçgenindeki içki şişesini gördüler. Şişenin markası kazınmış, üzerine şunlar yazılmıştı.

‘’İÇKİ BÜTÜN KÖTÜLÜKLERİN ANASIDIR’’

Mehmet ÖZCAN

 
Toplam blog
: 57
: 222
Kayıt tarihi
: 18.01.13
 
 

Emekliyim, köpekleri çok severim. Fotoğraf ama anlam saklayan fotoğraflara bayılırım. Yazmak uzun..