Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Kasım '08

 
Kategori
Psikoloji
 

''Ptosis Limen Civilisation -primitivus- Altitudo(?)'' (Uygarlık Eşiği Düşüklüğü/Yüksekliği(?))

''Ptosis Limen Civilisation -primitivus- Altitudo(?)'' (Uygarlık Eşiği Düşüklüğü/Yüksekliği(?))
 

''Eşik düşüklüğü'' istenmeyen etkinin yoğunluğudur. Uygarlık eşiğimiz düşük mü, yüksek mi? Çağdaş uygarlık düzeyine erişemediğimize göre, olguyu olumlamadığımıza göre eşiğimiz yüksektir. Haber varsılı bir ülkede kendimizi gün içinde öyle değişik duygulanımların etkisinde buluyoruz ki yaratıcı gücümüz zayıflıyor; ertelemeler sıklaşıyor. Özel işlerimiz var, sorumluluklarımız var; olmak istediğimiz yere de ulaşım güçlüklerimiz var. Alıştığımız konforumuzun verdiği erinç olmazsa, kendimizi güvenli bir ortamda bulmazsak eşiklerimiz düşmeye başlıyor. Öyle ki, uygarlığımızı sorgulamamız gerekir eşikmetrenin o çizgisinde...

Evimde oturduğum yerde (hani kimya derslerinde N.Ş.A. derdik) fiziken olağan koşullar altında, kimseyi rahatsız etmediğime göre dış kaynaklı bir rahatsızlık duymamam gerekir. Oysa bir alt sokakta gümbür gümbür sünnet düğünü orkestrasına anlayış göstermek, hatta dişlerimi sıkmadan gülümsemek zorundayımdır. Elinde megafon, sebze satarak geçen araçlara, ses kirliliğine, Türkçenin gördüğü zarara ses çıkartamam. Asansöre, elinde yanan sigarayla giren karşı komşuya ne diyebilirim ki... Merdivenlerde söndürdüğü sigaranın filtresini de usulca yerden alırım bile. Apartmanın giriş kapısına saçılmış el ilanlarını da toplarım kağıt atıklarına ayırırım. Bahçeye atılmış bisküvi ve sigara paketlerini de kaldırırım. Sokakta, tam köşe başında (sayısız kez fotoğrafını çekip varlıklarının oluşturduğu sakıncaları belediyeye yazdığım) yıkılmak üzere olan eski evlerin cumba iskeletlerinin altından geçerken kendimi sakınırım. Girilmez sokağımıza (nedense) ters yönden giren aracın ivecen ve kızgın klaksonundan çekinirim. Karşıdaki okulun öğrencilerinin, caddenin bu yakasına geçerek ağır metal ve sarılığı da tepsisinde midyeleriyle birlikte satan adamın önünde yığılmalarına üzülürüm. Diğer köşe başı ile otobüs durağı arasında yaya kaldırımını tümüyle kapatan manav kasaları ile pastane masaları arasından geçerken labirentte kobay duygusuna kapılırım. Unlu ürünler pişirip satan pastanede, aynı eldivenle ürün paketlenip paraların avuçlandığını görürüm; 160 cm boyunda bir insanın ağzıyla burnundan savrulacak (mikrolarını geçtim) makroorganizmaların menzilinde üzerleri açık bekletilen elma şekerleri, tatlı kurabiyeler, dilimlenmiş ekmekler; vitrininde sinekler görürüm. Pidecinin pideleri çıplak elle dilimlediğini, elini pantalonuna sildiğini, bıyıklarıyla ağzından savrulan salgıları bir zahmet maskelemeden evlere servis paketleri hazırladığını, kasanın önündeki post makinelerinin yüzyıllardır silinmemişliği ve makine yağı yağdanlığıyla düzenli olarak sıvandığı izlenimine kapılırım. Mandıra sözcüğüyle bir ad tamlaması yapmış zeytin-peynir satıcısının ürünlerinin üzeri açıktır, havalıdır. Nasıl kapatsın insanlar? Nereye koysunlar? Herkes böyle yapıyor, demek ki yanlış bir şey yok, zaten standarda ne hacet? İstediği gibi düzenler pastanesini, mandırasını, pide fırınını; demokrasi var!

Durağa yanaşan ama ancak yolcu indirebilen otobüsün önüne yığılan, arkaya ilerlemeyen insanlarıma artık hiçbir şey söyleyemem. Ben bilmiyorum, yıllardır önde gitmek iyi bir şey olsa gerek! Sürücü de bineyim diye binişlerin daha rahat olacağı arka kapıları niye açsın?.. Beni düşünür, kimileri; o zaman da ön kapıyı açıp 'İlerleyelim beyler!' der ya!.. İçerisi havasız ama kokulu, öyleyse havalı ama havada kötü bir koku var. 'Kokulu besin' kokusu var! Otobüse binmeden önce soğan, sarmısak tüketilmiş; olsun, çok sağlıklı! Karbonmonoksit tabağı ile soğan fondü. Ah! Bir de adı üç rakamlı özgün bir erkek parfümü markası var. Bayanlar için de başka renkte üretildiğini duydum, 'imitasyon'u da var, ayrıca kokladım. Nasıl da yumurtalı pastırma kokuyor! Arz-talep konusu, beğeniliyor ki satışı var. İşte kimisi yiyerek, kimisi de çemen kokulu parfümü vücuduna sürerek berbat kokuyor. Sabun kokulu ıslak mendilimi çıkarıp burnuma yakın tutarım, ne olacak ki! O burnumun dibindeki adam, MGM (Metro-Goldwyn-Mayer Inc) arslanı gibi ağzını açıp esniyor (hatta hafiften kükrüyor mu, boğazını mı temizliyor ne), dişleri biraz bakımsız, olağandır; sigara içiyor, şeker yiyordur, dişlerini fırçalamıyordur; olabilir, saygı göstermeliyim. Gaz maskesi ile mi gezeceğim artık! Kimsenin seçtiği kokuya karışamam, değil mi, demokrasi var!

Aralardan sıyrıla, pardonlaya en arka kapının önüne gelmeyi başardım. Koridor boyunca gördüm ki liseli beyler, genç beyler, orta yaşlı beyler hep otobüs koltuklarında oturuyor, başlarını sinekli camlara yaslamış uyuyor ya da dalıp gitmiş dışarıyı, her gün gidip geldiği yolları izliyor. Oysa yaşlı, orta yaşlı bayanlar, azıcık sızlanan genç kızlar hep ayakta. Hele şu yeni otobüslerde en arka üçlüye iki er kişi (tabiri caizdir) 'yayılıyor'. Eh, hasta olsalar gerek ya da yeni ameliyat geçirdiler, nekahet döneminde hepsi de... Ama sağlıklı görünüyor çoğu. Canım, yer ikram etmek zorunda değiller ki! Demokrasi var!

Demokrasinin hücrelerimize işlemişliğinin (siz deyin) bir fotoğrafı, (ben diyeyim) bir kısa filmi şu beş dakikalık gözlem! Ya iş yerlerimize varınca... İş yerinizde, kapalı ortamda sigara içme yasağı yok iken hamile bir arkadaşınız, yanında sigara içilmemesini rica edince ''Bir şey olmaz, ben de hanımın yanında içmiştim, oğlumuz turp gibi!'' diyen, bunu kendine hak gören (yüksek yüksek okullar mezunu) iş arkadaşınızın özgürlüğüne nasıl karışırsınız?.. Demokrasi var!

Ya bir sağlık kurumuna adım atınca, tüzel bir kuruma giriverince, dostlar alışverişte görünce?..

Ah! Hepimiz demokratız! Ne güzel! Ama ya uygarlığımız? Uygar mıyız, uyuşuk muyuz? Uygarlık eşiğimiz düşük mü, yüksek mi? Bu hastalığın umarı yok mu?!!

Victor Fleming'in 1939 yapımı The Wizard of Oz (Oz Büyücüsü) filmini izlediniz mi? Büyükanneniz izlemiştir, size masal gibi anlatabilir ya, en iyisi bir diskini edinip izlemek. Judy Garland 17 yaşındadır o filmde, aykırı durumlarda nasıl paylar karşısındakileri, ''Shame on you (Ayıp sana)!'' diye... O filmde, o günlerde uygarlık karşıtı olanlar ayıp edenlerdi. Sonraları 'ayıp' kalmadı. ''İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına!'' diyenler de geçmişte kaldı. Şimdi, 'empati' diyoruz, ayıp edenleri bağrımıza basıp 'sempati' gösteriyoruz, hatta kurumsal kurumsal eğitimler düzenliyoruz. Bu eğitim programlarında ayıp edenleri kurum kurum nice ayıplara kuruyoruz. Öyleyse çok ayıp ediyoruz çok!

Demokratız ama uygar mıyız, mıyız? Mıyız!!!
 
Toplam blog
: 101
: 2403
Kayıt tarihi
: 18.11.07
 
 

İzmir'den merhaba! İzmir'de, Göcek'te, Marmaris'te, Milas'ta, Söke'de, Bodrum'da sonra yine İzmir..