Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ekim '07

 
Kategori
Psikoloji
 

(Aklaaykırılık/Akıldışılık/İrrasyonalite)

(Aklaaykırılık/Akıldışılık/İrrasyonalite)
 

<ı>Kendini hiç eleştirmeyen başkasını çok eleştirir. Şöyle bir an durup düşünün ve bugüne kadar verdiğiniz önemli kararların bir listesini çıkarmaya çalışın. Mümkünse bunları liste hâlinde alt alta sıralayarak, önlerine doğruydu veya yanlıştı yazın. Şimdi de yanlışları sayın ve doğrulara oranını çıkarın. Örneğin, toplam 50 madde yazdıysanız ve bunlardan 10 tanesi yanlışsa, siz geçmişteki önemli kararlarınızın %20'sini yanlış vermişsiniz demektir. (Liste ne kadar uzun olursa, çıkaracağınız sonuç o kadar sağlıklı olacaktır.)"

Londra'da yayımlanan bir dergide 20 yıl kadar önce karşılaştığım yukarıdaki özeleştiri testini ciddiye alarak, bütün bir gece boyu oturup yüz maddeden oluşan bir liste çıkarmış ve yanlış kararlarımın doğrulara oranla %5 olduğunu -o zamanki az okumuş ve deneyimsiz Mehmet olarak- sözde saptamış, ardından şöyle bir arkaya yaslanıp kendimle gurur duymuştum büyük bir özgüven içinde. Fakat...

Yaşamın kilometre taşlarını birer birer geride bıraktıkça; gidilen yolda edindiğim deneyimlerden kendimce dersler çıkardıkça; giderek daha çok okumakla, gözlemekle düşünmekle ve dinlemekle edindiğim bilgiler ışığında "dünyanın kaç köşe olduğunu" daha iyi gördükçe ve kendime daha eleştirel, daha tarafsız bir gözle bakmaya başladıkça anladım ki: a- hatalarım doğrularımdan çok daha fazlaymış, b- geçmişe hangi kilometre taşında durup baktığınıza bağlı olarak, doğru-yanlış oranları sürekli değişmektedir; bir başka deyişle, doğruları öğrendikçe, geçmişteki kararlar giderek daha çok yanlış görünmeye başlıyor, c- geçmişteki kararları veya olayları kendi koşulları içinde değerlendirmeden bugünün anlayışı ve koşullarıyla geçmişi değerlendirmek başlı başına büyük bir hatadır, d- Hata yapmakla İrrasyonel davranmak arasında anlaşılması zor bir fark vardır.

İşte bu yazıyla bu zorluğu aşmaya çalışacağım...

Doğru kararlar verebilmek için bilimsel veri­leri, mantık kurallarını ve sağduyuyu kullanarak ras­yonel bir düşünce yolu izlemek gerekir. Aksi hâlde düşüncelerimiz, fikirlerimiz veya önerilerimiz akla uy­maz; ya irrasyonel ya da hatalı olur.

İrrasyonalite çoğu kez “hata yapmak veya bilgisizlik” ile karıştırılmaktadır. Örneğin küçük bir çocuğun “Güneş dünyanın etrafında döner” şeklinde yanlış bir hükme varması, irrasyonel değil, onun bu konudaki bilgisizliğidir. Fakat aynı çocuğun, “Dünya Güneş’in etrafında döner” gerçeğini öğrendikten sonra, gecelerin karanlık olmasını Güneş’in “gece uykusuna yatması”na bağ­laması irrasyoneldir.

Bizleri, akıldışı düşünce ve davranışlara iten yüzlerce sebep var. Bunların başında; önyargılı inanışlar, eğitimsizlik, töresel baskılar, otoriteyi ka­yıtsız şartsız kabullenme, ahlâk ve görgü kuralları, paradigmalar, mantıksız fikirler, yanlış önseziler ve aşırı duygusallık gelir.

Duygusal bir anda veya bizleri çok etkilemiş ruh­sal bir tutum içindeyken vereceğimiz kararlar genel­likle irrasyonel olabilir. Çünkü duygusallık doğal bir oluşumdur, bilimsellik taşımaz ve mantık kurallarıy­la güdümlenmemiştir. Duygusallığa değer veren -bizimki gibi- bir toplumda, “rasyonel düşüncede duygusallığın yeri yoktur” şeklindeki bir ifade, duygusuzluktan söz ediliyormuş sanısıyla yanlış algılanabilir. Oysa duyguların birer değeri ve görevi vardır. Fakat mantıklı düşünce, duyguların değil, topyekûn aklın görevi­dir.

Neredeyse “dijital bir düşünce tarzıyla” fikir ve teknoloji üretilen çağımızda, “hislerle düşünmek” ki­şilere ve toplumlara artık çok pahalıya mal olmaktadır.

İrrasyonel yargılara varmamızın önde gelen se­beplerinden biri de “insan belleğinin yetersiz kalışı”dır. Çünkü karar verirken, konuyla ilgili bütün bildiklerimizi o anda hatırlayamaz ve geniş bir ortak payda elde edemeden, sadece birkaç veriyi göz önün­de tutarız. Genellikle bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olduğumuz için de pek çok görüşümüz eksik, kısır ve hatta yanlış oluşur.

Dünyada ve toplumumuzda örnekleri oldukça bol olan bu önemli noktayı güzel ve çarpıcı bir anekdotla biraz daha açmaya çalışalım:

Milattan sonra 37–68 yılları arasında yaşamış ve tarihte zalim oluşuyla ünlenmiş olan Roma İmpara­toru Neron, ayrıca zevk ve eğlenceye de oldukça düşkün bir hükümdardı.

Neron bir gün en cesur gladyatörlerinden II. Sparta­küs’ün idmanlarını ağırlaştırmasını ve 15 gün çok iyi beslenmesini emreder. Ayrıca, Afrika’dan 4O genç ve azgın kaplan getirilmesini ister.

İki hafta sonra her şey hazır olunca, tüm Roma halkının bir gösteri için büyük arenaya toplanması ilan edilir.

Neron’un tasarladığı gösterinin zamanı gelir ve İmparator şeref tribünündeki tahtına kurulur. Önündeki bir sehpada keskin bir kı­lıç ve 40 kese dolusu altın sikke vardır. İşaret verilince Spartaküs arenaya girer. Neron’u ve halkı selamlar. Arenanın ortasına gelince, içeriye bir kaplan salıverilir. Gladyatörümüzün elin­de herhangi bir korunma aleti yoktur ve yarı çıplak vücudu ile toplam 40 kaplanı saf dışı etmekle görevlendirilmiştir.

Hayvan, Spartaküs’e hemen saldırır. Ama tecrü­beli ve güçlü cengâver, zavallı kaplanın işini kısa sürede bitirir. Herkes ayağa kalkar, sevinç çığlıkları atar ve alkışlarla takdirlerini gösterir. Neron başparmağı ile aferin işareti yapar ve bir kese altın fırlatarak loca önünde kendisini selamlayan güreşçiyi ödüllendirir.

İkinci kaplan sahaya girince, arenayı kulakları sağır edecek bir çığlık fırtınası kaplar. Spartaküs sal­dırır, hayvanın boynunu büker ve bir dakika içinde cansız yere yıkar. Halk galeyan içinde ayağa fırlar ve kahramanını elleri şişinceye kadar alkışlar.

Neron ikinci altın kesesini fırlatır ve herkesin memnun olduğu bir atmosfer içinde üçüncü şov baş­lar. O da öncekiler gibi başarıyla biter ve övünçle al­kışlanır.

Dördüncü, beşinci, yirminci ve otuz beşinci kaplanlar en fazla ikişer dakikalık mücadelelerden sonra teker teker saf dışı edilirler. Herkes büyük bir sevinç ve merak içinde, Spartaküs’ün bu işin sonunu getirip, ge­tiremeyeceğini beklerken, arenada heyecan iyice yükselir.

Tezahüratlar ve çığlıklar yüzünden sesler kısılmış, eller alkıştan morarmış ve locanın önünde otuz­ beş kese altın sikke birikmiştir.

Derken; otuz sekizinci ve otuz dokuzuncu kaplanlar da aradan çıkar ve heyecanlar doruk noktasına ulaşır. “Bravo” sesleri tüm Roma’yı titretirken kırkıncı kaplan da salıverilir.

Spartaküs biraz yorgun görünmektedir. Saldır­mak yerine rakibinin saldırısını bekler. Onca zaman beklediği için iyice kızışmış olan son hayvan en azgın tavrıyla koşarak saldırı­ya geçer. Tek kurtuluş ümidinin rakibini parçalamak olduğunu sezen kaplan, kütlesinin verdiği tep­kiyle gladyatörü yere yıkar, sol kolunu kapar ve yor­gun güreşçiyi birkaç metre yerde sürükler.

Arenada herkes suskunluk ve düş kırıklığı için­dedir. Neron bile yerinden fırlamış, “Ayağa kalk, rezil!” diye bağırmaya başlamıştır.

Spartaküs son gücünü kullanarak kolunu kurta­rır, rakibinin boynunu iyice kavrar ve yere yatı­rıp etkisiz hâle getirir. Kaplanın gövdesini de ba­cakları arasına sıkıştıran güreşçi, anlaşılan öylece du­rup gücünü toparlamak için zaman kazanmak ihti­yacındadır.

Bu durum kimsenin hoşuna gitmez...

“Haydi aslanım! Oldür onu, bitir işini, haydi!” diye bağırarak cesaret verenler çıkar ama Spartaküs kuvvetten düşmüş, sarf edecek eforu kalmamıştır.

Keyifler kaçar ve bu hareketsizliğe sinirlenen bir kaç kişiden yuhalama sesleri bile duyulur.

Biraz sonra da arzuladıkları sonucu göremeye­ceğini anlayan halk, hep bir ağızdan, o zamanki en çirkin aleyhte tezahüratı yapmaya başlar.

Spartaküs iyice yıkılır ve başparmağıyla “yenilgi işareti” yaparak, yardım ister.

Gösterinin amaca ulaşmamasına ve onca beklenti­yi boşa çıkaran bir sonuçla bitmesine çok sinir­lenen Neron, eliyle “kelle işareti” yapar. İmparatorluk muhafızlarından birine sehpadaki kılıcı ve son altın kesesini atar. Muhafız sahaya girerek, kaplanı delik deşik eder ve Spartaküs’ü kollarından kavrayarak, cellât sehpasına götürür­.
Yüzü sehpaya yapıştırılan zavallı güreşçinin ka­fası bir kılıç darbesiyle uçurulur. Herkes yerinden zıplayıp cellâdı coşkuyla alkışlar. Şov biter...

Bu acıklı hayalî öyküden çıkarılacak ders, insanları ve olayları değerlendirirken içine düştüğümüz yanlış­lıkların anlamlı bir göstergesidir.

Hikâyemizde; Spartaküs, tam 39 kez gücünü, cesaretini ve o zamanki anlayışla sportmenliğini ka­nıtlamış ve Roma halkından elleri morarıncaya kadar alkış, sesleri kısılıncaya dek takdir almıştır. Üstelik imparator tarafından 39 kese altın sikke ile ödüllendirilmiştir. Bunları Spartaküs’ün artı hanesine 39 iyi puan olarak kaydedecek olursak, eksi hanesine kötü puan olarak sadece bir tane yazabiliriz. Fakat sonuç­ta, bu “eksi puan” onun hayatına mal olmuştur.

Oysa rasyonel bir düşünce tarzıyla mantık ve akıl terazisinde tartılacak günah ve sevaplar -ya da ar­tı ve eksiler- bu kişinin pozitiflerinin tam 38 kat daha ağır geldiğini gösterecektir.

Bu örnekte apaçık görünen irrasyonalite, top­lum psikolojisinin ortaya çıkardığı bir hata olarak ka­bul edilse bile, bu tür hataların kişisel düzeyde sık sık işlendiği bir gerçektir.

Birçok insanın, birçok insan hakkında sürekli olumsuz şeyler ifade ettiği bir toplumda, sevapların unutularak, sürekli günahların ön plâna çıkarıldığı inkâr edilemez.

SEBEPLER

Bizi mantıksız ve irrasyonel yargılara iten ne­denlere biraz daha detaylı ve yakından bakmamızın büyük yararları olacaktır. Oldukça kabarık bir liste oluşturan bu sebeplerden önde gelenlerini şöylece sıralayabiliriz:

1- Doğru karar vermede, kişinin konu hakkındaki bilgi düzeyi önemli bir rol oynar. Bir yargıya ulaşma­dan önce, konuyla ilgili geniş ve detaylı enformasyon toplamak gerekir. Ancak, bu işi yaparken, Çoğu kez mevcut görü­şümüzü destekleyen özelliklere sahip olan verilen toparlamaya çalışmak, bizi önyargılı sonuçlara götü­receği için irrasyonel bir davranıştır. Doğru olan; ta­raf tutmadan, konu üzerine lehte ve aleyhte söylen­miş veya yazılmış verilerden hareketle bir yargı oluş­turmaktır.

2- Önyargılar yüzünden yanlış akıl yürütmekte­yiz. Örneğin, “Öğrenci öğretmeni sevmediği için dersini de sevmez” ­yargısı, birçok insanın irdelemeden, peşinen kabul ettiği bir görüştür. Oysa araştırmalar bunun tersinin doğru olduğunu göstermiştir. Yani öğrenci genellikle dersi sevmediği için, konular ilgisini çekmediği için veya o derse karşı özel bir yeteneği olmadığı için ka­bahati öğretmene yükleyerek, savunma mekanizma­sını çalıştırmaktadır. Aynı sınıfta hem o dersi hem de o öğretmeni çok seven başka öğrencilerin varlığı, bu önyargının açık bir kanıtıdır. Bazen gerçekten hiç sevilmeyen eğitimciler çı­kabilir. Ama bunun oranı düşüktür ve yukarıdaki gi­bi bir genelleme yapmak, görüldüğü gibi irrasyonel­dir.

3- Bilincimize yerleşmiş kuvvetli imajların yan etkisi yüzünden akla aykırı davranabiliyoruz. Bir psi­kolojik araştırmada insanlara şu soru yöneltiliyor: “Bitişik dairedeki komşum minyon tipli, utangaç, sü­rekli güler yüzlü, beni her zaman saygıyla selamlayan ve şiir yazan bir beydir. Sizce komşum bir psikolog mudur, yoksa Japonca öğretmeni mi?” Yanıtların büyük çoğunluğu “Japonca öğretmeni” olmuştur. Çünkü “minyon, utangaç ve saygılı” imajı, Japon imgesini çağrıştırmaktadır. Hâlbuki doğru cevabın psikolog olması icap eder. Zira dünyada psikologların sayısı, Japonca öğretenlerin sayısından kat kat fazladır. Böy­le, hiç fikir sahibi olmadığımız bir konuda akıl yürü­türken, ihtimali en yüksek seçeneği tercih etmemiz gerekir.. ki en akılcı ve rasyonel yöntem de budur.

4- Her olayı kendi şartları içinde değerlendirmek gerekir, ama bazen de her olayı, her zeminde aynı şe­kilde değerlendirmek icap eder. Bunu çoğu kez yap­mamaktayız. Örneğin, semt pazarından beş kilo meyve alırken kırk-elli kuruş için pazarlık edebiliyor; ama bir televizyon cihazı satın alırken on beş-yirmi YTL’ yi dahi bir indirim olarak görmüyoruz. Oysa ikisi de parasal olarak birer tasarruftur.

5- Dünyadaki eğitim sistemleri, kültürler ve gele­nekler yetişme çağındaki insanlara istatistiksel dü­şünmeyi öğretmemektedir. Bir kişi, olay veya konu hakkında yeterince bilgi toplamadan -hatta bazen tek bir veri ile- hükme varma alışkanlığı yüzünden irras­yonel davranışlar gösterebiliyoruz. Aşağıdaki araştırmada bu saptama kolayca görülebilir:

1986 yılında, Avrupa’yı ziyaret eden Amerikalı turistlerin sayısında büyük bir düşüş olmuş. Çünkü A.B.D. Libya’yı bombalamıştı ve Amerikan medyası Libyalı fanatiklerin Amerikan uçaklarını kaçıracakla­rına dair kuvvetli istihbaratlar olduğunu yazıp halkı uyarmıştı. Fakat bunun matematiksel ve istatistiksel bir değerlendirmesi olabileceğini ve basit bir olasılık hesabı olduğunu kimse irdelememişti.

Bir hesaba göre, o yıl Avrupa’ya gitmeme kararı almış bir Ameri­kalının kaçırılacak bir uçakta bulunma ihtimali on binde birdir. Zira her sezon Avrupa’ya on binlerce uçuş yapılmak­tadır. Bir başka istatistiğe göre ise 1986’da herhangi bir Amerikalının bir sezon içinde -kendi ülkesinde suç oranlarının yüksek olmasından ötürü- bir saldırı­ya maruz kalmasının olasılığı üç yüzde birmiş. Yani Avrupa’ya gelmeyen Amerikalı evde kalmakla, aslında ken­dini daha büyük bir risk içinde yaşamaya zorlamış. Bu demektir ki, korkudan dolayı bu kararı alanlar, ki­şisel nedenleri ne olursa olsun, irrasyonel düşünmüş ve irrasyonel davranmışlardır. İşin kötüsü, bu bulgu­lar ortadayken aynı davranış Körfez Savaşı sırasında da sergilenmişti.

6- Elde ettiğimiz verileri ve kanıtları değerlendi­rirken akla aykırı davranıyoruz: Şimdi lütfen, doğru yanıtı okumadan önce, aşağıdaki sorunun cevabını vermeye çalışınız:

Altı defa yazı-tura attığımızda, aşağıdaki durumlar­dan hangisinin gelme ihtimali en yüksektir?

(Y=Yazı, T=Tura)

A) YYYYYY
B) TTTTTT
C) YYYTTT
D) YTTYYT

Büyük bir olasılıkla “D’ şıkkını seçmişsinizdir. Fakat soruda “doğru şık” yoktur; çünkü bütün şıkların gelme ihtimali aynıdır. Ayrıca, paranın hafızası yoktur ve bir atış önce ne geldiğini bilemez. Bu nedenle her atışta, yazı veya tura gelme olasılığı %50’dir. Yani 1/2’dir. O hâlde hesabı şöyle yapabiliriz: 1/2 x 1/2 x 1/2 x 1/2 x 1/2 x 1/2 = 1/64 .
Bu, şu anlama gelmektedir; bu altı seferlik atışla­rı 64 kez tekrarlarsak, her şık ortalama bir kez gelir. Bu hesap sadece yukarıdaki 4 seçenek için 64’te bir değil, her altılı kombinezon için her zaman aynıdır. Bu tür bir ir­rasyonaliteye düşmemizin esas sebebi, istatistikî bil­gilerimizin kısırlığından öte, kolay görüneni seçme isteğimizdendir. Ama doğru görünen her zaman doğ­ru değildir.

7- Yanlış fiil emsal teşkil etmez... Fakat genellikle toplumca kabul gören davranış ve düşünceleri irdele­meye gerek görmeden aynen kabulleniyoruz. Örneğin ülke­mizdeki ergen nüfusun yarısından fazlasının sigara iç­mesi bir çoğunluk hareketidir ve yeni yetişen nesil maalesef bunu aynen taklit etmekte, o nedenle de genç­ler arasındaki sigara bağımlılığı % 80’i bulmaktadır. İşin kötüsü, “üzüm üzüme baka baka kızarır” deyişiyle bu mantıksız tutumu meşru hâle getirmişiz. Kendisine yakışmadığı hâlde, sezonun modasına uymak uğ­runa tuhaf kılıklara bürünen insanlar da böylesi bir tutum sergilemektedirler. Ayrıca, kapalı bir salonda çıkacak bir yangın sırasında paniğe kapılmadan hare­ket etmenin en az zarara yol açacağının herkesçe bi­linmesine rağmen panik yaşanması, bu tür bir irrasyonalitenin açık örneğidir.

8- Grup psikolojisine çok çabuk kapılmaktayız. Bu yüzden, karşıt gruplar aleyhine her türlü gerçek dışı haber uydurabilmekte, onlara karşı kin ve düş­manlık besleyebilmekte ve hatta fiziksel kavgalara bi­le kalkışmaktayız. Örneğin; fanatik bir şahıs, başka bir grup mensubuna, hayatında ilk defa gördüğü bir kişi olmasına rağmen saldırabilmektedir.

9- Üstünlük ya da aşağılık komplekslerinin ver­diği dürtülere uyarak, hiç gereği yokken, başarılması son derece güç işleri becerebileceğimizi göstermek uğruna bizim için en değerli varlık olan hayatımızı tehlikeye atabilmekteyiz. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden Boğaz’a çivileme atlamak gibi...

10- Zincirleme yanlışlıklara kolayca katılabiliyoruz. Bir soygun yapan ve adam vuran kişi, ikinci veya üçüncüyü hiç düşünmeden tekrarlayabilmekte ve üs­t üste akla en aykırı davranışları gösterebilmektedir.

11- Sebep-sonuç ilişkilerini değerlendirirken büyük hatalara düşmekteyiz: Aşağıdaki deney defa­larca yapılmış ve her deneyde aynı sonuçlar alınmıştır.

Bir odanın ortasına yerleştirilmiş bir masanın iki yanına oturtulmuş, birisi soru soran ve diğeri yanıt veren iki kişi; bir cam-ayna arkasındaki salona oturtulan 100 kişiye yarım saat boyunca izletilmiş ve sonra da onlara, “Hangisi daha zeki?” sorusu sorulmuş. Yüz seyirciden doksanı (%90) soru soran şahsın daha zeki olduğu yanıtını vermiş. Daha sonra, bu iki kişinin rolleri değiştirilmiş ve soru soran kişi cevap verenin yerine oturmuş. Salona bir başka 100 kişilik grup alınmış ve aynı so­ru-cevap oyunu izletilmiş. Aynı soruya 91 kişi yine soru soran şahsın daha zeki olduğu cevabını vermiş. Buradan şu sonuç çıkmaktadır:

Büyük çoğunluk; soru soran kişinin hazırlıklı ol­duğunu ve cevaplarını bulduğu soruları hazırlamış olması gerektiğini ama karşıdaki şahsın hazırlıksız ol­duğunu hesap edememiştir. Daha önemlisi; bu durumun zekâyla değil, birkaç saatlik bir çalışmayla ilgili olduğunu akıl edememiştir. Sonuçları, çıplak göze göründüğü hâliyle algıla­mak ve hangi sebeplerin neticesi oldukları ilişkisini kurmadan düşünmek, bizi mantıksızlıklara itmektedir.

12- Genelleme yapmaya çok eğilimliyiz... “Dedem 70 sene sigara içmiş, alkol kullanmış. Trafik kazasında öldüğünde turp gibiydi,” türünde sarf edilen sözler, bir veya birkaç dede için doğru olabilir. Ama bu istisna, her sigara ve içki tiryakisinin o yaşlar­da “turp gibi” olacağının kanıtı olamaz ve değildir.

13- Matematiksel düşünme alışkanlığının bilinci­mize yerleşmemiş olması bizi zor durumlara sokmaktadır: Bir tombala torbasına, 1’den 99’a kadar numara­lanmış ve bir tanesine de yıldız işareti çizilmiş 100 tane taşı doldurup, karıştıralım. Tombalaya 100 kişi birer YTL ile katılsın ve yıldızı çeken şahıs 50 YTL ikramiye kazansın. Bire elli şeklinde gö­rünen bu ikramiye çoğumuza çekici gelebilir. Fakat bu tombala gerçek anlamda % 50 aleyhimize olan bir talih oyunudur. Çünkü toplanan 100 YTL’den sadece yarısı geri ödenmiş, diğer yarısı ise tombalayı düzenleyene kalmıştır. Ve teorik olarak her katılımcı elli kuruş zarar etmiştir.

Böylesi bir tombalaya katılmak irrasyonel bir dav­ranıştır. Fakat birçoğumuz her hafta, her ay ve her yıl bu tür şans oyunlarına katılır, toplam kaybımızın toplam kazancımızdan çok daha fazla olduğunu gö­rür, ama yine de bu tür talih oyunlarına devam ederiz. Örneğin Loto’da altıyı tutturmanın olasılığı 13 milyonda birdir. Bu da insan yaşamına sığmayacak kadar zayıf bir ihtimaldir, ama bakınız her hafta milyonlarca kişi bu oyunu oynamaktadır.

14- Aşırı özgüven duygusu bize gereksiz riskler al­dırıyor ve bizi yanlış inançlara itiyor: Hiç kaza yapmamış olmasını “süper şoför” olma­sına bağladığı için “metalik bir özgüven” kazanmış olan bir genç, ölümcül bir süratle veya aşırı alkollüy­ken araba kullanabilmektedir. Ya da, şansının uzun bir süre yaver gitmesi yüzünden kaybetmesinin imkânsızlığına inanan bir kumarbaz, ilk kaybına uğra­dığı zaman kabahati iskambillere, ıstakalara, yanın­da oturanlara veya krupiyelere atmak gibi irrasyonel davranışlar gösterebilmektedir.

15- Açıklamasını bulamadığımız özel bir durum için hemen paranormal ve doğaüstü açıklamalar ge­tirmeye aşırı eğilimliyiz: Bunun en güzel örneği; herkesin yıllarca istekle inandığı Bermuda Şeytan Üçgeni’nin esrarında ya­şanmıştır.

Atlas Okyanusu’ndaki bu bölgede, özellikle son 60 yılda birçok gemi ve uçak kaybolmuş ve bunlardan geriye tek bir iz bile kalmamıştır. Kimsenin açıklama getiremediği bu “esrarengiz” fenomen, içinde bilim insanlarının da bulunduğu pek çok insan tarafından “doğaüstü bir takım güçlerin yaptırımı” olarak algı­landı ve öyle lanse edildi.

Ancak, uzun yıllardır devam eden araştırmalar birkaç yıl önce bir sonuç verdi ve bu gizemli olayların aslında basit bir “doğalgaz cilvesi” olduğu bulundu.

İlginç ve bilgilendirici özellikler taşıdığı için bu sırrın nasıl çözüldüğünü aşağıya alıyorum:
Yer altından fışkıran doğal gazlar, sadece yüksek kara parçalarından değil, deniz ve okyanus tabanla­rından da çıkarlar. Çünkü deniz tabanları da üstü suy­la kaplanmış alçak kara parçalarıdır. Ancak, okya­nuslar çok derin olduklarından tabanlarında büyük basınçlar vardır. Bu yüksek basınç altındaki bölgeler­den çıkmak isteyen doğal gazlar, oradaki çok düşük
ısının da etkisiyle katı hâle dönüşürler ve “hidrat’ de­nilen beyaz ve tebeşirimsi bir madde hâline gelirler. Çok derinlere dalabilen robot kameraların bu bölge­deki kar beyaz okyanus tabanını ve bazı gemi enkazla­rını resimlemesinden sonra konuya şu bilimsel açık­lama getirilmiştir: Bu bölge, Gulf Stream denilen sı­cak su akıntısının da geçtiği yerdir. Tabanın bazen ısınması yüzünden, bu “tebeşir gazlar’ erir ve sudan hafif oldukları için yüzeye doğru yükselirler. O anda, tabandan yüzeye kadar bir boşluk (vakum) oluşur ve okyanus adeta delinir. O sırada oradan geçen yüzer ne varsa, derin bir kuyuya düşer gibi hızla okyanusun dibini boylar. Çünkü gazın kaldırma kuvveti gemile­ri taşıyacak güce sahip değildir. Gaz yükselmesi sona erince boşluk tekrar suyla dolar ve geriye hiçbir iz kalmadan kocaman gemiler kilometrelerce derine gö­mülmüş olurlar.

Uçakların o bölge üstünde düşüp kaybolmaları ise yine aynı se­beptendir.
Yüzeye çıkan doğal gazla, havadan daha hafif ol­dukları için yükselmeye devam ederler. Bu kez o vakum, bölgenin üzerindeki atmosferde oluşur. Oradan tesadüfen geçen bir uçak hemen irtifa kaybeder ve motorları durur. Çünkü motorlardaki benzinin yakılması için oksijene ihtiyaç vardır ve o boşlukta hava olmadığı için oksijen de yoktur. Böylece uçak da, hızla okyanus tabanını boylar.
Bu açıklamalar, “Bermuda Efsanesi”ne yürekten inanmış olanları düş kırıklığına uğratmış olabilir. Fa­kat kabahatin paranormal eğilimlerde olduğu yete­rince açıktır.

16- Önsezilerimize aşırı derecede güveniyor ve ço­ğu zaman onları yanlış yorumluyoruz: “İçime doğdu yağmur yağacak”, “İçimde, yola çı­karsan başına bir iş gelecekmiş gibi bir his var” tarzın­daki önseziler; defalarca tahmin edildiği şekilde so­nuçlanmamış ama sadece bir kez doğru çıkmışsa ki bu, istatistiksel olarak mümkündür, bunu sezgilerimizin bizi asla yanıltmadığına bir kanıt olarak gösteririz. Ama tahminlerimizin tutmadığı olayları hep göz ardı ederiz. Neron ve Spartaküs örneğinde mesaj olarak ve­rildiği gibi, artı ve eksileri teraziye koyup tartmama hatasına sık sık düşüldüğünden ve “bir kiloyu kırk kilodan daha ağır gösterme eğilimi” yüzünden bu tür bir mantıksızlığa düşülmektedir.

17- İnsanlar arasındaki farklılıkları unutuyor ve herkesin kendimiz gibi duyup düşündüğünü zanne­diyoruz: Bu sebepten ötürü de, sorunlara bizim izleyece­ğimiz yöntemlerden farklı bir metotla yaklaşan veya çözüm arayan kişilere karşı kırıcı ve toleranssız dav­ranabiliyoruz.

18- Açıklamalarımızda, örnek ve benzetmelerden yararlanmayı çok sevdiğimiz için misallerimizdeki anlam kaymaları bizi yanlış yargılara sürüklemekte­dir: Aşağıdaki kısa öykü, “teşbihte hata olmaz” gibi geleneksel bir özdeyişimizin ne denli yanlış bir kanı olduğunu ortaya koymak açısından ibret vericidir:

Kasabanın tek diş doktoru, kaymakamın verdiği yemekli randevuya geç kalmamak için muayenehanesinden tam çıkarken, içeriye giren yaşlı bir hasta, ağrıyan dişine âcil müdahale ister. Hastaları geri göndermeme gibi bir prensibi olan doktor, adamın ağzına bir göz attık­tan sonra ağrıyan dişin çürümüş olduğunu ve hemen çekil­mesi gerektiğini söyler. Hasta, dişin çekilmesine itiraz eder, kaplama yaptırmayı düşündüğünü belirtir. Randevusuna geç kalacağını hisseden doktor, bin dereden su getirerek, adamı bir ân önce başından say­mak ister. Çünkü kaplama için dişi oyma, düzeltme, doldurma ve ölçme çok vakit gerekmektedir. Doktorun aklına birden meslek ahlâkıyla hiç de uyuşmayan bir “ikna yöntemi” gelir. Doktor:
“Senin dişin çürümüş. Yani hasta ve ölmek üzere. Ölümcül bir hastaya altından elbiseler, elmastan taçlar giydir­menin bir faydası var mıdır? Yoktur..! Altın kaplama da altın elbise gibidir. En iyisi, bu dişi hemen çektirip kurtulmaktır” diyerek adamcığazı razı eder ve diş çekilir. Hâlbuki doldurulan veya kaplanan çürük dişlerin büyük bir kısmı kurtarılmaktadır; ama bir azı dişini insana benzetme gibi yanlış bir önerme işte böylesine irrasyonel bir karara neden olmuştur. O hâlde: Teşbihte hata olur...

19- “Zararın neresinden dönersen kârdır.” ilkesine uymuyor ve uğrunda enerji, vakit ve nakit harcamış olduğumuz yanlış eylem ve plânlarımızdan kolay ko­lay vazgeçemiyoruz: Bir akşamını ayırarak gittiği sinemada izlediği filmi sıkıcı bulan birinin, ödediği paranın hakkını almak düşüncesiyle sonuna kadar sinemada oturmayı yeğlemesi, bu tür bir irrasyonalitenin en basit ör­neklerinden biridir.

20- Kabarmış duyguların yüksek etkileri altınday­ken zihinsel yeteneklerimiz bocalar ve belliğimiz ve­rimli çalışamaz. Böyle anlarda önemli kararlar verdi­ğimizde, sonuç genellikle, “felaket” olur. Böylesi olumsuz neticeleri defalarca yaşamış ol­mamıza rağmen, yine de duygusal anlarda hemen karar verme alışkanlığımızı sürdürüyoruz. Akdeniz Ülkeleri’nden birçoğunun insanında sık sık görülen ağız münakaşalarından sonra çıkan fiziksel kavgalar, bu tür bir irrasyonalitenin sonucudur.

21- Otoriteye gösterilen saygıdan ötürü akla son derece aykırı davranışlarda bulunabiliyoruz: Savaş suçlularının işlediği insanlık ve mantık dışı suçların bazıları bu kategoriye girer. Hastanelerde bazı alt kademe personelin, üst dü­zey yetkililerden gelen bazı istekleri, sağlık kuralları­na aykırı bile olsa, harfiyen yerine getirme eğilimleri de böylesi bir usa aykırılık örneğidir.

22- İrademiz dışında kalan bazı kalıtımsal neden­lerden ötürü akıldışı davranabiliyoruz: Tilkinin anî saldırısına uğrayan bir sincap durup, “Acaba han­gi ağaca tırmanırsam daha iyi olur?” diye düşünmez; vakit geçirmeden, görebildiği en yakın ağaca tırma­nır. Daha sonra vakit bulursa ve gerek kalırsa, tilkinin ulaşamayacağı bir dala atlamayı akıl eder. Biz insanlarda da böylesi korku ve refleksler vardır. Bir tehlike anında salgılanan hormonlar sayesinde, kas­larımız “vur veya kaç” komutuna uyacak hâle getiri­lir. O esnada göstereceğimiz davranışlar genellikle ir­rasyoneldir.

23- İçinde yaşadığımız çevre veya toplum bizi ras­yonel düşünmeye zorlamıyorsa, “kafayı fazla yorma­dan” ve kolayı seçerek, mantıksız düşünceler üretebi­liyoruz.

24- Kötü tecrübeleri “büyüteç altında tutarak” abar­tıyoruz: Yıllarca, haftada altı gün, öğlen yemeğini yediği lokantada iki gün üst üste kötü yemek çıkmasına kı­zan ve bir daha oraya uğramayan birinin davranışı böyle bir abartının eseridir.

25- Kabahatlerini kabullenme alışkanlığını ve erdemini tavırlarına tam oturtamamış kişiler, “eleştiri fobisi” yüzünden mantıksız düşünce ve davranışlar sergileyebilmektedirler:
Olumlu eleştirilere bile sert tepkiler gösteren ve hatta işi fiziksel saldırı boyutlarına kadar taşıyan in­sanların hareketleri, bu tür bir akla aykırılıktan kay­naklanır.

26- Doğallığın manyetik çekim alanı yüzünden “doğal” zannedilen düşünce yöntemlerine başvurul­duğu zaman irrasyonel olabiliyoruz: Rasyonellik, karar vermeden önce bir durum muhakemesi ve etraflıca düşünme gerektirdiği için, zihinsel enerji tüketimine yol açar. Oysa sadece duy­gu ve dürtüler doğrultusunda hareket etmek “kafayı fazla yormaz.” Yaşamını fazlaca düşünmeden düzenlemeye alış­mış insanlar savunma mekanizmalarını çalıştırarak, tavırlarına “doğal” sıfatını taktıktan sonra “rasgele ya­şamak”la akıl dışı davranabilmektedirler. Oysa çağdaş insanın doğallığı aklın kuralları dı­şına taşmadan, ölçülü ve önyargısız davranmaktan geçer.

27- Bağımlısı olduğumuz kötü alışkanlıklarımız­dan dolayı ve tutkunu olduğumuz zevklerimiz uğru­na tamamen bilinçsizce hareket edebiliyoruz: Ne yazık ki bu alışkanlık ve bağımlılıkların liste­si bir hayli kabarıktır. Akıl almaz davranışlardan biri olan kumar, ge­tirdiği ekonomik ve sosyal sorunlardan ötürü kişiyi sadece irrasyonel davranmaya itmekle kalmamakta, aynı zamanda ruhsal ve fizyolojik bozukluklara da neden olmaktadır. Hatta bu illet, insanları can alma veya kendi canına kıyma derecesinde “akılsız ve irfansız” yollara bile sürüklemektedir.
Yine bir sapığın kendi geleceğini ve karşıdaki­nin yaşamını karartan cinsel saldırılara yeltenmiş ol­ması, ahlâk dışı olduğu kadar da irrasyoneldir.

28- Bazı törelere körü körüne ve büyük bir teslimi­yet içinde uyanlar, akla aykırılığın en çarpıcı örnekle­rini sergileyebilmektedirler: Kan davası adına adam öldürmek gibi...

29: Bize uzun vadede büyük zararlar verecek olan kısa vadeli kazançlara yönelebiliyoruz: Tarla kazanmak için orman yakmak, endüstri ar­tıklarını akarsulara, göllere veya denizlere akıtmak gibi...

30- Geleneksel yaşam tarzlarını, değişen koşul­lara uygun olarak değiştirme ihtiyacı duymadan ve ak­lın süzgecinden geçirmeden devam ettirmemiz, biz­lere çok pahalıya mal olmaktadır: Bunlardan biri, misafir odası geleneğini sür­dürmedeki ısrarımızdır. Misafir odaları genellikle bir yıl içinde sadece birkaç kez açılır. Ailenin “yüz a­kı” olarak algılanan bu odalar, aslında büyük ölçüde “gösteriş” amaçlıdır. Evin daima en geniş ve en ferah odası, daha inşaat başlamadan önce, mimarlar tarafından misafirlere kâğıt üzerinde “rezerve edilir.” Fakat gene adet oldu­ğu üzere, gelen misafirler hep oturma odasında ısrar eder ve bu değerli mekânlar birer “mobilya teşhir sa­lonu” gibi kullanım dışına itilirler. “Aile şerefini kurtaran” iki oda büyüklüğün­deki o alanlar, maddî güç yetmese bile borçlanılarak, olabildiğince lüks mobilyalarla bezenir, pahalı halı­lar döşenerek, kadife perdelerle mahremiyete kavuşturulurlar. Bu arada, küçücük oturma odalarına adeta “hap­sedilerek” büyütülen çocukların, bu “yasak bölge”lere girmelerinden ötürü sık sık azarlandıklarından ve bazen de dövüldüklerinden -önemli olduğu için- söz etmeden geçmemek gerekir. Bu kullanılmayan geniş mekânların boş bırakılı­şı; her gün yüz yüze olduğumuz bir irrasyonalitenin en belirgin örneği kabul edilmelidir.

Bu kabarık mantıksızlıklar listesi, kişisel düzeye indirgenince daha da uzayabilir. 30 maddelik bu listenin oluşturulmasındaki amaç; ulusal veya kişisel düşünce ve davranışların eleştirilmesi değil, irrasyonel düşünce ve davranışların farkına varılmasını sağla­maktır. Çünkü araştırmalar göstermiştir ki kendi mantıksızlıklarının bilincine vardırılan bireyler süratle onları giderme yoluna koyulmuşlardır.

Bir üst bilince yükselebilmemizin yollarından biri de, bu, akla aykırı davranışlarımızın farkına varmak olsa gerek.

Rasyonel düşünceyle kalın...

 
Toplam blog
: 147
: 2923
Kayıt tarihi
: 05.05.07
 
 

İngilizce öğretmeniyim, çevirmenim, dilmaçım, araştırmacıyım. / Beş kitabım var: Beynin Kimliği, ..