Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Ekim '11

 
Kategori
Siyaset
 

'Allah-u ekber!' diyebilen bir sosyalizm mümkün müdür?

'Allah-u ekber!' diyebilen bir sosyalizm mümkün müdür?
 

Sosyalizm ve İslâm bir potada eritilerek birleştirilebilir mi?


2008 yılı boyunca, ''İslâmiyetin Hz. Ömer devri ile demokratik sosyalizmi birleştiren, meczeden, aynı potada eriten ve buradan hareketle 'demokratik-vicdani-güleryüzlü-adil bir sosyalizm' sentezleyen bir siyasal projenin hayatta karşılığı, reel dünyada mütekabili olabilir mi?'' sorusunu sormuş ve bu temelde bazı teorik gayretler sarf etmiştim. Aşağıda, bu merkezdeki çalışmalarımın ürünü olan uzunca bir metnin küçük bir parçası yer almaktadır. Buradaki görüşlerimin bir kısmını terk etmeme, bir kısmını ise revize etmeme karşın, onu 2008'in Aralık sonu ve 2009 Ocak başında yazdığım ilk haliyle paylaşıyorum.

1979’dan 2009’a siyasal İslam: sömürüsüz, zulümsüz bir düzenin tesisini sağlayacak vicdani bir sosyalizmin inşası için bir zihni idman.

(Reel) Sosyalizm insanlığa ümit vermişti. Sosyalizm; uygulamadaki çeşitli aksaklıklarına, özellikle de 1930’lardaki Moskova Duruşmaları, 1956 Macaristan ve 1968 Çekoslovakya işgali gibi ‘sosyalist – komünist ütopya’ ile tevili gayrı kabil negatif hamlelerine rağmen, 1919 – 1979 döneminde verili sisteme, kapitalizme, sömürüye, emperyalizme, kolonyalizme karşı bir duruş sahibi olmak isteyen kişi, kurum, parti ve uluslara muhalefet dairesinde büyük imkanlar sunmuştu. Sosyalistlerin içinden konuştukları ‘hakikat rejimi’nin ve bunun bir parçası olan ‘büyük anlatı’larının mezkur dönemde prestiji, moral üstünlüğü o denli güçlüydü ki, yukarda saydığım rezaletler dahi reel sosyalizme nispet edilen menfi hükümlerin, aydınların ve kitlelerin nezdinde hakim ‘algı’ haline gelmesine mani oluyordu. 1979 sonu bu hakim algılama bakımdan tam bir kırılma noktası oldu (Bu kısımda sık sık atıf yaptığım ‘hakikat rejimi’ ve ‘büyük anlatı’ kavramlarının ilerleyen bölümlerde ayrıntılı açıklaması yapılacaktır.).

Sosyalizm irtifa kaybederken, Siyasal İslam yükseliyor. Sovyetler birliği, yıkılmasına giden yolu kısaltan ölümcül bir hata yaparak 1979’da Afganistan’ı işgal etti. Aynı yılın sonunda 20. asrın son büyük devrimi olan İran İslam Devrimi gerçekleşti. Bu, cidden pek mühim kitle hareketi, kendisini mümkün kılan bütün hususi Şii vasıflarına karşın, hem o ana değin Şia’yı pek de makbul addetmeyen ve ama sistemle şu ya da bu seviyede problemler yaşayan çok çeşitli anlayışları da ihtiva eden bir Sünni İslam dairesinin pek çok unsurunu ve hem de küresel bağlamda anti-amerikancı (anti-emperyalist okunabilir) mücadelenin içindeki ulusların, partilerin, hareketlerin ve aydınların en azından bir kısmını kalplerinden, vicdanlarından yakalamayı başardı. Bir başka deyişle,tarihin bu kesitini analiz ettiğimizde, siyasal İslamın içinden konuştuğu ‘hakikat rejimi’nin ve bunun tezahürü olan ‘büyük anlatı’nın sosyalist hakikat rejimine ve büyük anlatısına adım adım galebe çaldığını teslim etmek durumundayız. 1989’da devrilen Berlin Duvarı 1991’de Sovyetlerin ve Sosyalist Sistemin yıkılışının öncü göstergesiydi aslında. Sistem (ABD ve bağlaşıkları), Sovyetleri yıkmak için hem El - Kaide tarzı sistemin marjındaki para-militer unsurları, hem de Mısır ve Suudi rejimleri gibi sistemin, düzenin merkezindeki ‘sivil’ mekanizmaları maharetle kullandı. Bu arada, 1979’de Teacher’la başlayan ve 1981’de Reagan ile güçlenerek devam eden çok etkili bir neo – liberal dalga, dünyanın her yanında olduğu gibi İslam aleminde de hayatın bütün alanlarına, kılcal damarlar misali, arsızca nüfuz etmesini bildi. Tabiri caizse, neo-Liberal hakikat rejimi ve büyük anlatısı yeryüzünde etkilerini sürdürüyor.

Siyasal İslam radikalleşiyor, extremist kamp güç kazanıyor. Kapitalizmin yapısal sorunlarının neticesinde arka arkaya ortaya çıkan Meksika, Sterlin, Rusya, Uzak Doğu, Türkiye, Arjantin, gayrı menkul, borsa, emtia, internet ve ileri teknoloji krizleri dünyada olduğu gibi İslam aleminde de servetlerin çok küçük azınlıklar elinde temerküz etmesini hızlandırdı, gelir dağılımını olağanüstü bozdu. Bu ekonomik tablo, İsrail’in Filistin sorununu çözmek yerine Filistinlilere sistematik zulmü tercih etmesi ve Amerikanın 1991’de Mukaddes Topraklara asker sokmasından sonra 2003’den itibaren de Irak’ta (ve Afganistan’da) tatbike koyduğu gayrı insani politikalarla birleşince dünyanın her köşesindeki görece yoksullaşan Müslüman orta sınıflar, mülksüzler ve proleterler için Hamas, İslami Cihat, Hizbullah, Taliban, El Kaide cazibe merkezi oldular.

11 Eylül 2001: Hiçbir şey eskisi gibi değildi artık. Yoksul, mülksüz, umutsuz Müslümanları silahlı extremist yapılara yönlendiren süreci okurken, hiç kuşku yok ki 11 Eylül 2001’den sonra vites büyüten küreselleşmeyi ve bunun başta emtia olmak üzere, hisse senetleri, gayrı menkul, özel kesim ve kamu borç kağıtları gibi bütün varlık fiyatları üzerindeki ‘çarpan tesiri’ni analizlerimize dahil etmek zorundayız. Varlık fiyatlarının bu exponasiyel artışı yukarıda değindiğim gibi, yoksulların hayatlarında kayda değer iyileşmelere neden olmazken, özellikle enerji fiyatlarındaki yukarı yönlü ralli körfezde ve Rusya’da çok büyük fonların birikmesine yol açtı. Petrol zengini Rus ve Arap ‘elitleri’, komplex ve izahı problemli birçok dinamik nedenin yanı sıra, çok aşikar bir sebepten, fonlarını tahvil etmeyi tercih ettikleri para birimi olan dolar yüzünden, ABD ve Sistem ile kaçınılmaz bir iş (ve suç) birliği geliştirmek durumunda kaldılar.

Rönesans şansını yitiren Araplar ve Putin farkı. Rusya eliti, Putin’in basiretli ve vizyoner yaklaşımıyla oligarklarını zapt-u rapt altına almayı bildi. Benzer bir liderlik imkanından yoksun olan Arap zenginleri ise paralarını (zirvesini Dubai’deki sınır tanımayan hedonizmle yapan) arsızca, hayasızca, utanmazca harcamaya devam ettiler. Bu durum yoksul Arapların extremist politik yapılara olan ilgisini beslemeye devam etti. El Kaide gibi, ABD ve Sistemin ‘her başı sıkıştığında’ ona yardım eli uzatan, bu yüzden de en hafif ifadelerle ‘karanlık’ ve ne idüğü belirsiz nitelemeleriyle tavsifi hak eden bir oluşumun bile hala İslam aleminde sempatizan ve partizan devşiriyor olmasının arkasındaki dinamikler kabaca böyledir.

ABD’nin en yakın müttefikleri kimlerdir? Amerika(system)nın en yakın müttefikiyse sanılanın aksine İngiltere ve İsrail değildir. Bana göre bu üç devlet zahiren 3 devlet gibi görünen, ancak esasen ve batında tek bir devlet olan komplex bir bütündür. Mezkur devletler, küresel ölçekte işbölümü yapmıştır ve tek bir organizasyon olarak düşünüp davranmaktadırlar. Bir bütünün organları olan bu ülkelere bu bakımdan ortak demek yanlış olur. Amerikanın en önemli müttefikleri, gerçek ortaklarıysa S. Arabistan, Mısır ve Türkiye’dir. İsrail’in son Gazze saldırısı bu durumu bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. İsrail; Mısır, Ürdün, S. Arabistan, Kuveyt, Dubai, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’ın şu veya bu düzeylerdeki tasviplerini, desteklerini yanına alarak saldırmıştır Gazze’ye. Mısır’ın şu an itibarıyla maskesi düşmüştür. Mübarek rejimi, ‘son firavun’un bu sınırsız amerikancı tercihinin sonuçlarına, ülkesinin yakında içine yuvarlanması olası sosyo-politik türbülansları ima ederek iddia ediyorum ki, katlanmak zorunda kalacaktır.

Siyasal İslam sömürüye karşı mıdır? Türkiye’nin bu vakıa ile kristalize olan durumunu ise, konunun bize ait olmasına ve bu bakımdan da önemine binaen aşağıda bağımsız bir başlık altında analiz edeceğim. 1979 – 2001 arasındaki reel sosyalizme dair beslenen ümitlerin büyük ölçüde söndüğü dönemde sisteme, ABD’ye, kapitalizme, emperyalizme, zulme, süper sofistike sömürgeciliğe karşı olan politik duruşlar içinde en ümitvarı olarak temayüz eden ve başta aydınlar olmak üzere verili sistemle problemi olan çok kişiye ‘acaba İslam sosyo-politik bir Rönesans yaşayıp sömürüsüz, adil, hakkaniyetli bir düzeni tesise muvaffak olabilir mi?’ sualini sorduran İslami paradigma 2001’den sonra ne yazık ki bu ümitleri boşa çıkaran bir resim vermiştir. Çökmekte olan ikiz kulelerden elele tutuşarak atlayan sıradan insanların görüntüsünün hafızalara nakşolmasıyla birlikte, politik İslam ve onun koç başlığını yaptığı iddiasındaki El Kaide gibi extremist İslami duruşlar insanlığın artık sadece en ümitsiz, en çaresiz, en nihilist kesimleri için cazibe merkezi olabilmektedir.

Huntington ve El Kaide elele. Samuel Huntington’ın ‘medeniyetler çatışması’ tezini her eylemleriyle sanki haklı çıkarmaya soyunan İslamist aksiyonerler, sergiledikleri şiddet temelli politik hatla, başta batı medeniyet dairesindekiler olmak üzere, küresel ölçekteki çok sayıda gönüldaşını, müttefiğini, taraftarını kaybetmeye başlamışlardır. Saflarındaki akil ve sağduyu sahibi insanlar bakımından kan kaybeden extremistler (El Kaide), ABD ve İsrail’in zorbalıklarına aynen cevap vermekten başka bir politik hatla ilgilenmez olmuşlar, bu da onları mazlumken zalim moduna girmek tehlikesiyle kucak kucağa bırakmıştır. Biraz önce dillendirdiğim gibi, özellikle El Kaide, şu veya bu nedenle sıkışan ABD’nin ihtiyaç hissettiği politik şiddet temelli çıkışı hemen yaparak sisteme nefes almak ve inisyatif kullanmak imkanı vermeyi temel politika bilmiştir. Politik İslam’ın Mısır, Türkiye S. Arabistan ve körfez ülkeleri gibi ılımlı kanadı ise sistemle, ABD ile tam bir uzlaşma çizgisi izlemektedir.

Ilımlı İslam Projesinin gözbebeği: Türkiye ve Erdoğan. Ilımlı İslamın göz bebeği Türkiye ve AKP’dir. Siyasal İslamın silahlı, extremist kanadı sistemi değiştirme irade ve potansiyeli taşıdığını şu ana değin kanıtlayamazken, üstüne üstlük bir de ihtiyaç hissettiğinde sisteme, subjektif niyeti ne olursa olsun, objektif olarak payanda vazifesi görmektedir. Siyasal İslamın ılımlı kanadına gelince, bu cenah da, sistemle tam bir mutabakat içerisinde davranarak sistemin ‘ali menfaatleri’ni kollamaktan başka bir hatt-ı siyaset izleyememektedir. Bunun karşılığında da sistem (Atlantik İtifakı) ılımlı İslam’ın (iş insanları, politikacılar, aydınlar, akademya azaları, medya mensupları gibi) unsurlarına (bu ortaklığın bedeli olarak) ciddi küresel imkânlar sağlamaktadır. Bu bağlamda ele alınabilecek olan Küresel Fetullah Gülen Cemaati / Hareketi, konunun önemi yüzünden ayrıca ele alınarak analiz edilmeyi hak etmektedir.

2009 ocağında Siyasal İslam ve sosyalizmin muhalefet imkanları. 1970 – 2001 sürecinde siyasal İslam, kendisine hayat veren hakikat rejiminin ve bunun ifadesi olan büyük anlatının içinden konuşan baskın aktörlerin güçlü retoriklerinin vaat ettiği muhalefet imkanlarıyla, reel sosyalizmin içinden konuştuğu hakikat rejimine en ciddi alternatif olmuştu. 2001’den sonra ise, siyasal İslam bu prestijini, kah politik şiddeti kutsileştirerek, fetişleştirerek (El Kaide) ve kah sisteme (zulme, sömürüye) gayrı meşru ve ahlaksızca eklemlenerek (Mübarek'in Mısır'ı, Suud rejimi ve Körfez emirlikleri) kaybetmiştir, terk etmiştir. Dünyanın 1929’dan beri yaşadığı en büyük kriz olarak tarif edilen mevcut iktisadi durum (ve bu durumun beslediği sosyal, politik, kültürel, psikolojik sonuçlar) tarafından verili devasa yoksullar orduna katılan yeni yoksulların; sırtlarında bir çarmıh gibi taşıdıkları ümitsizliği, çaresizliği, karamsarlığı, tükenmişliği silkeleyip atacakları, sol ve sosyalist düşünce ve politikalarla buluşacakları konjonktür gelmiştir, çatmıştır artık. Bir başka deyişle, bundan 30 yıl önce Siyasal İslam’a peyderpey kaptırmaya başladığı psikolojik, moral, entelektüel ve vicdani üstünlük ve avantajlarını yeniden eline alacak gibi gözüküyor emekten yana muhalif duruşlar. En azından, 2009 başı itibarıyla benim zaviyemden, benim bulunduğum noktadan verili ‘büyük resim böyle algılanmakta, bu şekilde idrak edilmekte ve böyle görülmektedir.

Bir din devrimci bir programatiğe sahip olabilir mi? ‘Devrim’den ne anladığınıza bağlı olarak verilebilir bunun cevabı. Dinlerin üretim tarzlarının değiştiği, dönüştüğü büyük devrimci alt üst oluş dönmelerinde önemli rolleri olduğu aşikardır. Musevilik ilkel komünal toplumdan köleci topluma, erken dönem hristiyanlığı ve İslamiyet kölecilikten feodal topluma ve nihayet prostestanizm de feodalizmden kapitalizme geçiş süreçlerinde önemli tesirler ve katkılar icra etmişlerdir. Peki, benzer bir mantıkla sömürünün, zulmün, sınıfların olmadığı bir düzene ve dünyaya geçişte dinin, spesifik olarak İbrahimi (Semavi) dinlerin ve münhasıran da İslamiyetin katkısı olamaz mı? Hayır, ne yazık ki olamaz! İbrahimi dinler, özleri gereği, esas olarak mahiyetleri aynı ama dereceleri farklı olan sosyal sistemler arası kırılmalar ve geçişlilikler mevzubahis olduğunda devrim sürecine olumlu katkı yapabilirler. Yukarıda saydığım toplumsal devrim çağlarında dinler, bir sınıflı (sömürü, tahakküm ve zulme dayanan) sistemden bir başkasına geçişte devrimci bir katkı vermişlerdir. Oysa şimdi insanlığın önünde duran devrim bütün bunlardan mahiyeti, kalitesi, niteliği, özü itibarıyla farklıdır. İnsanlık; sınıflı, sömürüye, zulme, zora, tahakküme dayalı bir toplumdan sömürünün, tahakkümün, zorun, zorbalığın, sınıfların olmadığı bir topluma geçişin arifesindedir. Eşiğinde durduğumuz sömürüsüz, zorbasız, zulümsüz sosyal sistem ile insanlığın son 12,000 yıldan beri pratiklerini yaşadığı malum sosyal sistemler arasında mahiyet, öz, kalite, nitelik farkı vardır. Bu yüzden de, bu geçiş İslamiyet veya bir başka İbrahimi dinle sağlanamaz. İnsanlık bu geçişi, sol-sosyalist politikaları İslami kimi anlayışlarla harmanlayarak sağlayabilir ancak. Bir başka ifadeyle, 2009 başında insanlığı, onun eko-sistemini ve genel olarak yeryüzünü kurtarmak için ne tek başına siyasal İslamın hakikat rejimi içinden konuşan İslami büyük anlatı ve ne de yalnızca sosyalizmin hakikat rejimi içinden konuşan sosyalist büyük anlatı yeterli olamayacaktır.

İhtiyaç ‘Allah-u Ekber!’ diyen bir sosyalist harekettir! Gazze işgali protestolarında başı çeken siyasal İslam fraksiyonunu (Milli Görüş) veri alıp, bunu aşırı yoruma tabi tutarak, ‘toplumu sömürüsüz, zulümsüz bir istikamete doğru toptan değiştirme ameliyatının anahtarı siyasal İslamın Milli Görüş versiyonudur’ derseniz, yukarıda serdettiğim argümanlar muvacehesinde size ‘yanılıyorsunuz!’ derim. Sömürüsüz, zulümsüz bir dünya için ‘aranan kan’ İslamiyetin Hz. Ömer yorumuyla sosyalizmin usulünce, edebince yapılmış bir harmanıdır. Doğrusu ben, sosyalistlerin, hiç kuşku yok ki kalben inanmaları kaydıyla, kamusal alanda en gür ve gürbüz sesleriyle ‘Allah-u Ekber!’ demelerinden, diyebilmelerinden çok şey umuyorum. İnsanlığı selamete erdirecek formülün, çözümün, yolun, projenin ‘Allah-u Ekber’ diyen Hz. Ömer sosyalizminde yattığına kalben inanıyorum. Bu sosyalizme de ‘vicdani sosyalizm’ diyorum. Yazımın bu kısmını Einstein’a ait olan bir ifadeyi adapte ederek tamamlıyorum:

Allah-u Ekbersiz sosyalizm yeterince vicdanlı ve insaflı, sosyalizmsiz Allah-u Ekber de yeterince sosyal eşitlikçi ve adaletçi olamaz.

Gazze eylemleri neyi söylüyorlar öyleyse? Günlerdir Türkiye’yi ayağa kaldıran ve esas olarak Saadet Partisi ve ona yakın olan sivil toplum ağının (Mazlumder, Anadolu Gençlik Teşkilatı vd.) patronajında cereyan eden gerçekten büyük, yaygın, ehemmiyetli ve anlamlı gösteriler (ki bunlardan bazılarına ben de katıldım) yaptığım bu analizin özüne zarar veren vakıalar değildir. Serdettiğim argümanlara rağmen burada sıraladığım iddialarıma; özellikle de son Gazze protestolarının sağladığı moral doping zemininde karşı çıkan (sosyalizmle ve Hz. Ömer anlayışıyla tahkim edilmemiş, sadece verili haliyle kamusal alan çıkmış) siyasal İslamın (milli görüş) taşıdığı muhalefet imkanlarının düzeni devrimci bir tarzda değiştireceğini iddia eden iyi niyetli dostlara karşı bu bahisteki son sözüm şudur:

Geçtiğimiz Pazar (4 Ocak 2009) yaklaşık olarak 1 milyon kişinin katıldığı Çağlayan ve Diyarbakır mitingleriyle zirve yapan zulme karşı duyarlık gösterileri, ne yazık ki o her renkten ve rayihadan çiçeğin bittiği İslam Bahçesinin ancak uzak sınırlarında, ancak bu bahçenin ihmal edilmiş, göz ardı edilen eteklerinde neşv-ü neva bulabilen yabani çiçeklerdir. Bahçenin en göz alıcı, en müstesna, en mümtaz yerlerinde ( mesela merkezinde) ise esas olarak zengin mekanlarının timsali olan güller ve lalelerden mürekkep düzen (sistem) içi aristokrat, ‘asil’ çiçekler ve bunların terkibinden oluşan ‘mes’ud’ aranjmanlar boy göstermektedir.

Vicdani sosyalist muhalefet illa payidar ve muzaffer olacaktır demiyorum! Yok böyle bir iddiam. Olabilir de, olmayabilir de. Bu, tamamen bu davaya gönül verenlerin maddi ve manevi bütün güçlerini, imkanlarını bu davanın arkasında seferber edebilmeleriyle ilgili bir husustur. Şayet aynı anda hem ‘Allah-u Ekber!’ ve hem de ‘kahrolsun emperyalist kapitalizm!’ diye haykırabilenler tarihin, insanlığın, vicdanın, izanın, Kitab’ın önlerine koyduğu vazifelerini bi hakkın yapamazlarsa vay halimize! Şayet siyasal İslam’ın ve sosyalizmin hakikat rejimlerinden ve büyük anlatılarından, bu varlık ve anlayış dairelerinin akil insanlarının usulüne uygun olarak yapacakları seçmelerle terkip edilecek uygun bir argümanlar, imkanlar ve olgular manzumesi tesis edilemezse vay halimize! Bu takdirde, hiç şüphem yok ki, bundan sonra gelecek olan dalga barbarlığın zirvesidir, nükleer dünya savaşıdır, küresel faşizmdir. O zaman da ‘veyl insanlığa, veyl mağluplara!'

Ya vicdani sosyalizm, ya küresel faşizm ve nükleer dünya savaşı, insanlığın önünde başka yol kalmadı artık! 

 
Toplam blog
: 297
: 1623
Kayıt tarihi
: 29.08.11
 
 

1958 Fatih / İstanbul doğumlu. Etiler Lisesi ve İTÜ Maden Fakültesi Petrol Mühendisliği Bölümü me..