Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Kasım '18

 
Kategori
Güncel
 

"Anlatabildik mi?... Hikayeyi?... "

"Anlatabildik mi?... Hikayeyi?... "
 

Aşağıda  okuyacaklarınız bir film eleştirisi ya da yorumundan ziyade daha çok bir özeleştiri …

Sinema izlemeyi çok severim.

Beyazperde insana bilmediklerini öğretir, gözünün önünde olup da görmediklerini gösterir bazen.
Hele de film,  gerçek bir hayat hikayesinin aktarımı ise, o hayat hikayesinin “ gerçekliği “  dev ekrandan sizi de içine alıp, bir hayli hırpalayıp, sarsabiliyor.

Bu hafta sonu, hiç aklımda yokken, filmin güzel olduğuna ilişkin  aldığım duyumlarla kendimi “ Müslüm”  filminde buldum.
Sağlığında  kendisini hiç dinlememiş, hiçbir şarkısını bilmeyen, jiletçi hayran kitlesinin de neden kendisine “ baba” olarak seslendiklerine dair doğru dürüst fikri olmayan biri olarak girdim filme.

Sesinden dinlediğim ilk parça,  TV de ölümüyle ilgili verilen haberleri izlerken dinlediğim ve çok etkilendiğim “ Nilüfer “ olmuştu.

Yani bendeniz, kendisini ölümünden sonra keşfettim. O da tek parçayla…
Başka da hiçbir şarkısını bilmiyordum.

Keza  travmatik  hayat hikayesinin annesi ile ilgili kısmını ve Muhterem Nur ile olan evliliklerinin bazı  detaylarını da  ölümünden sonra öğrenmiştim.

Hiç dinlememiş olmam, ben bir tek klasik müzik dinlerim, caz dinlerim tarzı bir seçkincilikten falan kaynaklanmıyor, onu da belirteyim.
Ruh halime hangi müzik uyuyorsa ben her müziği dinlerim. Öyle arabesk dinlememiş biri de değilim hem.  Orhan Gencebay’ ın  “ Hatasız Kul Olmaz “ şarkısını çok severim mesela…
Ama diyorum ya, rahmetli Müslüm Gürses’e değil, aslında   hitap ettiği hayran kitlesine, o insanların dünyasına, acıdan kendini kesenlere uzaktım.
Ta ki bu filmi izleyene kadar…
Gerçek ismiyle Müslüm Akbaş’ın hayatını izleyene kadar.

Genç bir delikanlı iken;  Aşık Veysel’in, “ Uzun ince bir yoldayım” türküsünü, Halkevinde elinden tutan, ona eğitim veren hocasına ilk söylediğinde, hocasının ona verdiği bir öğüt var:
Usta’nın, uzun, ince bir yol dediği hayattır. Dururken bile yürürüz aslında… Herkesin yolu ayrıdır, birbirinden farklıdır.  Sen kendi yolunu nasıl yürüyorsan öyle  hissederek söyleyeceksin .

Evet, hepimiz farklı şartlarda dünyaya gelip, farklı yolları, farklı biçimde yürürüz.  Filmi izlerken dedim ki kendi kendime: Ne ağır bir yük yüklenerek yürünen, ne zorlu bir yürüyüşmüş!

Herkes benzer şartlarda dünyaya gelmiyor.  Hepimizin kaderi, cinsiyetimizle,  nasıl bir aileye, nasıl bir coğrafyaya doğduğumuz ve nasıl bir eğitim aldığımızla, kimlerle etkileşimde olduğumuzla çok ilintili.

 Filmi izlerken, ailenin ve ailedeki ana-baba figürünün bir erkeğin  yaşamındaki derin etkilerini, ardı arkası gelmeyen şanssızlıklar ve olumsuzlukların bir insanın duygusal dünyasında yarattığı tahribatı, bir erkeğin bir kadına, bir kadını da bir erkeğe bağlayan aşkın gizli şifrelerini, seçimlerinin ardındaki nedenleri gözlemliyorsunuz.

Bir kader kurbanı olarak nitelenebilecek insanin, kader mahkumuna dönüşmeyi değil,  bu kaderden kendisine bir yol, bir yön tutturuşunu ve sonunda kaderinin ona verdiği mükafatı izliyorsunuz.

 Hayatı boyunca babasına benzemekten korktuğu için baba olmak istemeyen bir erkeğin,  sonunda hayatın onu  başkaları için  “baba” olmakla nasıl ödüllendirdiğini içiniz burkularak anlıyorsunuz.

Babalık aslında anlamakmış.
Yaşamadığımız hiçbir olayı, deneyimlemediğimiz hiçbir duyguyu tam olarak anlayamayız.

Şimdi anlıyorum ki, Müslüm Gürses, o uzaktan baktığımız, biraz korktuğumuz ve hatta  ötekileştirdiğimiz   hayran kitlesini, o insanlar  da onu anlamış.
Yaşanmışlıklardaki ortaklık,  bir insanı sahnede söylediği şarkılar ve o şarkılara kattığı yorumla  ” ben” değil “ biz”  yapmış onların gözünde.

Belki de toplum olarak da sıkıntımız bu!
Neyin nasıl olduğunu, neden olduğunu anlamamak! Toplumun her katmanının birbirinden uzak ve kopuk olması…

Birileri nasıl olup da  bir kitlenin üzerinde bu derece etkili oluyor? Bunun altındaki psikolojik ve sosyolojik gerçeklerin farkında olmamak belki de yaşadığımız sorun…

Filmden çıkınca kendi kendime bunu sorguladım.
Ben bana benzemeyen insanların hayatlarını ne kadar doğru yorumlamışım? Yorumlamayı bırak, ne kadar anlamak ve tanımak istemişim.

Müslüm Gürses’in hayatı, onun hayran kitlesini de anlamama neden oldu.
Benzer hayatlar yaşayan, tabiri caizse “dibi görmüş, yaşamış“ insanların, kendilerinden birine nasıl bir duygu seliyle bağlandıklarını gördüm.

Bütün hayranlıklar, aşırı sevgiler, aslında birini kendine benzetmekten ve onun geldiği yeri, elde ettiği başarıları, kazandığı sevgiyi, saygıyı görerek umut beslemekten ve tatmin olmaktan kaynaklanıyor.
Ben olmasam da “benim gibi  biri“ oldu, ben başaramasam da  “benim gibi  biri başardı”  duygusu bu…
Kendini anlatana, kendini anlayana duyulan bağlılık ve sevgi…

Filmde aslında bir kadın da anlatılıyor. Hayat hikayesi,  zorluğu bakımından Müslüm Gürses’ten aşağı kalmayan bir kadını, Muhterem Nur’u da tanıyoruz. Gerçekten de ismiyle müsemma muhterem bir hanımı tanıdım bu film sayesinde.

21 yaş farka rağmen kaderin onları neden ve nasıl bir araya getirdiğine cevap buldum. İki insanın yaralarının ve arızalarının nasıl bir tamamlanma, bir iyileşme ve nihayetinde bir aşk yarattığını anladım.

Kısacası bu film, ağlamak için değil, anlamak için izlenmeli derim. Filmin hiçbir sahnesinde ağlamadım ama yüreğimden etkilendim, ne yalan söyleyeyim.

Başrolünde oynayan Timuçin Esen’i,  bu gerçekliği muhteşem oyunculuğu ile iyice gerçek yaptığı için ayrı bir yere koyuyorum. Keza gençliğini oynayan oyuncu Şahin Kendirci‘yi de…

Film bittikten sonra salondan çıkarken aklımda şu vardı.
Kimse kaderini seçemez!  Ama niyetinin temizliği ve kalbinin sesiyle  tuttuğu yol, onu bir kader kurbanı değil, kaderinin efendisi yapabilir.

Nur içinde uyusun.

Sağlığında tutamadığım alkış, Müslüm Gürses’e ve onun Müslüm Baba olmasında emeği olan Muhterem Nur’a…

 

 
Toplam blog
: 115
: 830
Kayıt tarihi
: 18.11.12
 
 

1967 yılında İstanbul'da doğdum.Hacettepe Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesinden 1988 yılınd..