Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Aralık '10

 
Kategori
Felsefe
 

'Anlıyamıyorum'u anlıyorum

Bu sözü hem kişisel hayatımızda kullanmışızdır hem de toplumsal hayatta duymuşuzdur. Bir insan neden anlayamaz? Anlayamadığında tam neyi kastediyordur? 

Birine yabancı dilde bir soru sorsak, karşımızdaki belki edamızdan filan soru sorduğumuzu anlar, ama ne sorduğumuzu anlıyamayacağı için, gayri ihtiyari Türkçe olarak anlamıyorum der. 

Buradaki anlaşılmazlık, gayet kolay anlaşılabilir bir şey. Çünkü daha önce hiç bilmediği seslerin ya da kelimelerin ne anlama geldiğini bilmesi düşünülemez. Burada anlaşılmaz olan, aslında bir yapıdır

Diyelim, bir yapı olmadan, rastgele sesler çıkartarak, yine aynı edayla, birine soru sorsak, bu yine anlaşılmaz olurdu. Ama bu anlaşılmazlık soran için de geçerli olurdu. Çünkü bir yapısı, sistemi olmayan bir şeyle soru sorduğu için ortada anlaşılacak bir anlam sözkonusu olmazdı. 

Demek ki, bir şeyi bizim anlayabilmemiz ya da anlatabilmemiz için o şeyin yapısı ya da sistemi olmalı ve biz onu bilmeliyiz. 

Başka bir örnek; bir kişiye, onlu sayı sistemiyle, (ki bu bildiğimiz <0, 1,="" 2,="" ......9=""> şeklindeki sayı sistemidir) basit bir aritmetik işlem yapsak ve sorsak 'bu nedir?' diye, kişi bu sistemi bildiği için, şu sayıyla bu sayıyı toplamışsınız, ve doğru olarak şu sonucu bulmuşsunuz, anladım der. Ama, eğer aynı aritmetik işlemi, diyelim onaltılık sayı sistemiyle yapsak, (bu sistem, 0-9 arası sayıları ve A-F arası harfleri kullanır) kişi bu sistemi bilmiyorsa orada yaptığımız işlemi anlıyamaz. Bunu belki zeka sorularından biri sanabilir. Hani, bulmacalarda harfin yerine gelen sayıyı bulun soruları vardır ya, ona benzetebilir. 

Şimdi biz eğer bir şeyi anlayamıyoruz diyorsak, yapısını bilmediğimiz farklı bir örgütlenmeyle karşı karşıya olabiliriz. O şeyi anlamak için, mutlaka bu örgütlenmeyi öğrenmemiz gerekir. Yani bir şeyi anlamak için, zekamız, bilgimiz, ferasetimiz işe yaramaz. Çünkü bir anlam, bir yapının ürünüdür, bir örgütlenmenin imleğidir. İşte perspektif denen şey, paradigma denen şey, söylem denen şey, kavramsal çerçeve denen şey böyle bir şeydir. Bu aslında bir tür at gözlüğüdür. Evet biz hayata hep at gözlükleri ile bakarız. Bu kaçınılmazdır. Yeter ki, orada kalmayalım, başka gözlükleri deneyelim, eskisini atalım, kafamızı o yana bu yana çevirelim. At gözlüğünün negatifliğinden böyle kurtulmak mümkün. Ama at gözlüğümüz olmasaydı ya da bakan bir gözümüz, hiçbir şeyi göremezdik. Gözümüz, ancak kendisi için anlamlı olanı anlayabilir, duyabilir, görebilir, hissedebilir, anlatabilir vs. 

Bir şeyi anlıyamıyorsanız ve anlamak istiyorsanız, olaya kendi bakış açınızla değil, anlamın kendi yapısını anlayarak, oradaki parametrik düzeni görerek anlamaya çalışmanız gerekir. Anlıyamadığınız bir şeyi, kendi bildiğiniz sisteme sokarak anlamlandırmaya çalıştığınızda, büyüğü küçüğün içine sığdırmaya çalışmış gibi olursunuz. 

İnsan doğası, başka perspektiflere kapalı olma eğilimindedir. Bu da bir anlaşma, anlama sorunu olarak geri döner. Bu kendi dediğinde diretmenin nedeni insanın doğasındaki varolma dürtüsünden çıkar. Bu varolma dürtüsü ile insanlar kendilerini merkeze alırlar, iktidar olmak isterler, egoisttirler, yetke olmak isterler, bu nedenle, kendi sisteminden vazgeçmesi, öteki sistemi tanıması, kendisinin sistemiyle, ötekinin sisteminin ortak zeminlerine geri gitmesi, uzlaşamadığında, yargıdan kaçınması ya da ertelemesi ve ötekinin varlığını kabul etmesi çok zordur. Burada iki derece vardır. Birisi, bir meseleye başka bir sistem ile bakmayı denemek, diğeri ise bu yeni sistemi kabul etmek. At gözlüğü deyimi, ilk aşamada takılıp kalmaktır, yani başka bir sistemi kullanmaya dahi başlamamaktır. 

Ünlü bir hikayedir, İskender'e sormuşlar Gordion düğümü diye bir düğüm var kimse bunun nasıl çözüleceğini anlıyamıyor. Bi de sen el at. Adam gelmiş bakmış düğüme. Çekmiş kılıcını düğümü ortadan ikiye bölmüş. Alın çözdüm, demiş. Bu, anlamak yerine, kendi sistemini hakim kılmaya örnektir. Normal hayatta da, anlıyamadığımız zaman, ya bizimkini dikte ederiz, ya her şey sürüncemede kalır, çok nadir anlama mümkün olur. 

Sonuç olarak, anlıyamamanın kaynağı, anlaşılmayan şeye geride anlamını veren yapı ve sistemdir. Hiçbir anlam, kendi yapısı ve sistemi içinde edinilmiyorsa, gerçek değeri ile görülemez. Anlamak için, kendi sistemimize değil, şeyin kendi sistemine bakmamız gerekir. Bencil ve iktidar isteyen insan doğamıza karşı gelmeyi gerektiren bir iştir de bu. 

Bu tutum iyi niyetli ve makul insan olmayı gerektirir. Ama hayat o kadar masum değil. Hayat çoğunlukla İskender'in yöntemi ile yürür. Herkes bir şeyi savunur ve güçlü olan kendininkini dikte eder ve kendi hukukunu yaratır. 

İlahi adalet, ilahi anlaşma, belki ancak bireysel insanların hayatlarına göre çok daha uzun süreçlerde tecelli eder. 

İlahi adalet demişken, tanrısal bir adaleti gerçek manada kastediyor değilim. Aslında bir bakıma kastediyorum da sayıır, çünkü tanrısallık olduğu için adalet duygusu var değildir, bu tam tersidir, adalet duygumuz olduğu için tanrıları yaratmışızdır, bu açıdan bakarsak, tanrısal ya da ilahi adaleti de kastediyor olabilirim. 

Son bir nokta, kendi çerçevesi içindeki bir düşünceyi, ancak ve ancak kendi çerçevesi içinde kalarak eleştirdiğinizde, gerçek eleştiride bulunmuş olursunuz. Eğer bunun dışında bir yolla, kendi görüşünüzü referans alarak onu eleştirmeye çalışırsanız, asla başaramazsınız, çünkü bu mümkün değildir. Bu elma ile armutu toplamak denilen şeydir. Bu yolla ulaşacağınız sonuç, horoz döğüşü gibi olur ve birisi baskın gelir. Baskın gelmesinin nedeni ise tamamıyla psikolojik ve buna bağlı diğer yan nedenlerdir. 

 
Toplam blog
: 467
: 1012
Kayıt tarihi
: 21.10.07
 
 

Ankara'da yaşıyorum. Çeşitli güncel konularda, zaman zaman "Neden olaya böyle bakılmıyor?" diye düş..