Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Mayıs '07

 
Kategori
Anılar
 

"Balık"a doğru gidiyoruz...

"Balık"a doğru gidiyoruz...
 

Derken efendim, her ne kadar Zonguldak’ın Kilimli nahiyesinde kenarı duvarsız deniz ile tanışmamız gerçekleşti ise de, denizin suyuna ancak ayaklarımızı bileklerimize kadar sokabildik. O da dalgalar geri çekilirken, arkasından suya koşarak…

Tam da Zonguldak’ta havaya suya alışmıştık. Zonguldak’ın "Bağlık" suyundan için, ya yedi sene kalırmış ya da yedi kez gelirmiş. Biz de istedik ki yedi sene kalalım, bitsin bu iş.

Olmadı…

Gazipaşa İlkokulu dördüncü sınıftan beşe geçtik ki, babamın yine tayini çıktı, bu kez soluğu Antalya’da aldık.

Siz şimdi sanıyorsunuz ki Zonguldak’ta Antalya’ya "Şıp" diye gidiliveriyor.

Bilemediniz…

Önce babanız, tayin emrini aldıktan sonra, eşyaları toplayacaksınız. Onları Zonguldak'ta DDY ambarına vereceksiniz. Babanız, Zonguldak ile Antalya güzergâhındaki "En ucuz" seyahat nasıl yapılırsa, ona göre harcırahını alacak. Genellikle kadrosu gereği 2 inci mevki bilet bedeli ödenecek ama parayı yetiştirmek için siz DDY’den bilet alırken 3 üncü mevki biletlerle idare edeceksiniz.

Önce Zonguldak'tan tren ile Ankara'ya, oradan aktarılacaksınız, Burdur'a… Burdur'da trenden indiniz mi? İndiniz, orda burunlu GMC veya AUSTIN otobüslere bineceksiniz. Bir sırasında üç bir tarafta, iki bir tarafta tahta koltuğu olan…

Bagajlar, otobüsün tavanında…

Sonra… Saatler süren bir kara yolu yolculuğu ile bir de otobüs tutuyorsa, içiniz dışınıza gelerek Antalya’ya ulaşacaksınız.

Tabi yıl da 1956…

Bu olaylar da o günün koşullarında gerçekleşiyor.

Döşemealtı, Kırıkgöz mevkiine indiğinizde artık Antalya’ya geldiniz sayılır… Kepez’de ise, çağırsan Antalya duyar…

Antalya'ya varayım mı?

İçim elvermiyor aslında o günün Antalya’sından bu günün Antalya’sına varmaya…

Her taraf yemyeşil. Bahçe duvarlarından yasemin çiçekleri sarkıyor. Tam "Kadınyarığı"nın oradan denize dökülen ve ömrümde ilk kez gördüğüm "Şelale" görüntüsü…

Saat kulesinden Karaoğlan parkına kadar yolun ortasından şırıl şırıl akan su. Caddelerde palmiye ağaçları…

Çiçekler, narinciye ağaçları…

Ve bir taraftan da seyretmekle bitmeyecek tarih…

Şimdi bunlardan hiç biri kalmadı…

Birkaç gün "Otel" misafirliğinden sonra, Paşa Cami önünden Liman’a doğru inen Uzunçarşı sokağında "Hamal Hasan Amca"nın evine taşınıyoruz…

Ne güzel evimizdi… Küçücük…

Sonbahara doğru vardığımız için, kışa da hazırlıksız idik. Odun alınacak, kömür alınacak… Vakti evvelinden bunları da alıp içeri koymak gerek. Kar kış gelmeden, değil mi?

Biz de, daha doğrusu bizim (kardeşimle) düşünecek halimiz yok da, elbette Babam ile Annemin düşündükleri şeydi ki, Antalya’da o zaman tesadüfen bizden önce gelip yerleşen akrabamızdan yardım istedik.

Bir gün bir de baktık ki evin önünde bir deve…

İki tarafında birer çuval var. Çuvalın içinde de "Meşe" kömürü…

Rahmetli Salim Hafız (Akrabamız) dışarıdan anneme sesleniyor…

- Hamdiye, kömür geldi…

- Ha… Tamam… Ne olacak şimdi… Odun ne zaman gelecek?...

- Başka bir şey gelmeyecek, bu kış size yeter bu kömür.

- ?.......

Gerçekten de yetti…

Aradan yıllar geçtikten sonra, bir bahar mevsimi yine Kayseri’den Antalya’ya gidiyoruz. O kış, Kayseri’de çok sert geçmiş. İki ton kömür, bir bucuk ton odun yakmışız. Antalya’daki ahbabımız da sert geçen kıştan yakınıyor…

- Bu sene bir kış oldu, bir kış oldu, yüz elli litre gazyağı tükettik…

- !...

Abla ya… Seninki bir varil bile değil, biz bu kış 2 ton kömür, bir buçuk ton odun tükettik be…

Demedik…

Orası Antalya, bizim memleket ise Kayseri. Arada o kadar "Erciyes" farkı olacak elbette…

Da…

Daha "Balık" muhabbetine gelemedik değil mi?

Az kaldı Ahmet kardeş…

Sabır…

Oraya doğru gidiyoruz işte…

09 MAYIS 2007

 
Toplam blog
: 1104
: 918
Kayıt tarihi
: 28.01.07
 
 

Emekliyim ama “Tekaüt” değilim. 1961 yılından beri değişik “Anadolu” gazetelerinde yazdım. 1984-8..