Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Şubat '07

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

"Bir Bilanço"yu tartışmak

"Bir Bilanço"yu tartışmak
 

Karşı Sanat Çalışmaları dahilinde 8 Nisan - 31 Mayıs 2005 tarihleri arasında düzenlenecek "Bir Bilanço: 80'li Yıllarda Türkiye'de Sanat Üretimi" başlıklı sergi için hazırlanmış bulunan basın duyurusu, bize sanat yapıtının varlığı ve mahiyeti ile estetik kuramın, içine çektiği herhangi bir nesneyi kuram aracılığıyla sanat kılması arasındaki derin ayrım üzerinde tekrar düşünmek imkanı vermektedir. Söz konusu ayrım bu ve bunu takip edecek yazılarımızın asıl konusunu oluşturacak olan, sanat yapıtına dair, keskin epistemolojik ve ontolojik kavrayış farklılıklarından kaynaklanmaktadır.

Sanat yapıtıyla kuram arasındaki problemli ilişkiye odaklanmayı bir sonraki yazıya bırakarak, bu yazıda, daha çok verili sergi metnini irdelemeyi amaçladık. Ancak, Erol Göka'nın, metne referans olarak seçilen Küller Arasındaki Ruh (Birikim Dergisi, 49. sayı) başlıklı yazısına geçmeden önce, aklımıza takılıveren birkaç soruyla başlamak istiyoruz:

İlkin, sayın Madra'nın öne çıkardığı "Anlatıl(a)mayanın Anlatılması" kavramında parantez içine alınmış a'nın, hesaba katılması durumunda, tikel ya da tümel istenç perspektifinden tutarsız bir anlama yol açacağı açıktır.

Çünkü "anlatılmamak" başka bir şeydir, "anlatılamamak" ise apayrı bir şey. Nitekim Madra'nın, söz konusu tutarsızlığı Göka'nın metnini kendi metniyle ilişkilendirme boyutunda da sürdürdüğünü görüyoruz. Gerçekten de Göka'nın metninde tam da metinlerin doğasına içkin olduğu savlanan bir "anlatamama" görüngüsünün altı postmodern düşünürlerden kimi alıntılarla doldurulmaya çalışılırken Beral Madra'nın, bu metni, sanatçıyla toplum arasındaki iletişim kanalında bir tıkanıklık oluşturduğunu düşündüğü kimi kişi ve kuruluşların (?) "anlatmama" haliyle bağlantılandırmış olması ilginçtir. Göka'nın metni daha ziyade estetik sorunlar etrafında belirlenirken, Madra'nın bunu izleyen parağrafı, sanatın toplumsal alana maledilişine dair bir şikayeti dile getirmektedir. Bu noktada, 80'li yıllardaki İstanbul odaklı sanat üretimini tanımlayıcı bir içerik taşıdığı düşüncesiyle seçilmiş olduğu söylenen, 93 tarihli bir yazının; 2005 tarihinde, 80'li yıllara dair, estetik meseleler üzerine olmayan bir başka yazıyla/sunumla tuhaf bir şekilde harmanlanmasıyla karşı karşıyayız. Son derece somut, dönemsel bir olgunun, söze dair temsil sorunlarını "differend" bağlamında ele alır görünen, yetersiz ama heyecanlı(!) bir özetle bu şekilde bağlantılandırılması hangi gerekçelerle gerekli görülmüştür? Sayın Madra, oniki yıl önce Erol Göka'nın taşıdığı heyecanı burada hangi bağlamda paylaşmaktadır? (Sayın Göka'nın heyecanının bugünkü akıbeti ise ayrı bir merak konusudur).

Şimdi, sayın Göka'nın başvurulan metni ne demektedir, onu irdeleyelim: Her şeyden önce, Erol Göka, bizi entelektüel fiyaskolardan koruma konusunda giriştiği mücadeleyi bir adım daha ileri götürse ve bizi, baz almamız gereken, "hakiki" postmodern yaşantı fenomenleri konusunda bilgilendirseydi kuşkusuz daha memnun olacaktık. Gerçi Göka, söz konusu fenomenlerin "mevcut dünya"da gerçekleştiklerini de kabul etmektedir. Yine de sayın Göka, yazısını kaleme aldığı sıralarda kimilerinin başına musallat olabilmiş "Marx'ın Hayaletleri"nden azat olmuş görünmektedir. "Mevcut dünya" bir yana, diğer düşünürlerin arasında Lyotard'ın - bu metin bağlamında- neden hiçbir sıfatı haketmediği, hiç değilse "felsefi dünya" açısından dikkat çekicidir. Kaldı ki Göka, yazısında diğerlerinden çok bu "sıfatsız" Lyotard'ın görüşlerinden istifade etmektedir.

Göka'nın metninde im, representasyon, ibraz gibi farklı dillerin bir arada kullanıldığını görmekteyiz. Differend, presentasyon, representasyon gibi, Fransız radikallerinin pek sevdikleri sözcükler metinde olduğu gibi bırakılırken "sign" sözcüğünün Türkçe'de işaret, parola anlamlarına gelen "im" sözcüğüyle karşılanması, bu sözcükten "gösterge" anlamını çıkartabilmek için hayli gayret sarfetmemizi gerektirmiştir. Gayret sarfetmemiz gereken bir diğer noktaysa, felsefenin bugün nasıl olup da "varoluşun saçakları" gibi, değme şaire eyvallah dedirtecek metaforlara varacak denli estetize edildiğini anlamaya ilişkindir. Böyle bir anlama çabasına kılavuzluk edebilecek bu metne göre "saf ifade edemediğimiz" değil, "saf ifade etmediğimiz", yani saf ifade etmek (?) özgürlük ve/veya yetisinden bile isteye feragat ettiğimiz bir "differend", varoluşumuzun saçaklarında bir sarkıtın ucundaki bir damla nevi titreşip durmaktadır. Ama binlerce, onbinlerce yıldır saçaklarda titreşip durduğu halde, tek bir insan evladı bu "differend"i farkedememiş, bu muazzam keşif Jacques Derrida'ya nasip olmuştur. Ve fakat, aynı differend, farklı saçaklarda Heidegger'e nihil, Ricoeur'e ise akıcı ve imlalı (?) bir dil şeklinde görünmüş olmakla, bize, ifade içinde yanlış bir yere giren bir "söz"ün çektiği "acı"nın belki on mislini çektirmiştir.

Göka, varoluşun saçaklarından, hoş bir sıçramayla, im çağının cenaze töreninde Jacques Derrida'nın verdiği heyecanlı bir söyleve geçmektedir: İm çağının sonu gelmiş, "differend" kendini açığa vurmuştur! Burada, şüphe yok ki, binlerce yıldır başımızın üzerinde vibrasyon halindeyken şimdi nedense kendini açığa vurmaya karar veren "differend"e teşekkür borçluyuz. Gerçi biz hala "differend"in maskesi düşmüş halini ayan beyan görmüş değiliz; yine de gösterenleri sürekli sürükleyerek bizi gösterilenlerden kurtardığı için kendisine minnettarız. Tabii, nasıl olduysa, bu açığa çıkış, bir yandan gerçek (?) im-alemi öne çıkarmış, diğer yandan im çağını Hades'in Ülkesi'ne yollamıştır. Cenaze merasimindeki söylevi "postmodern, küller arasındaki ruhu ortaya çıkarma girişimidir" şeklinde etkileyici bir son-alıntıyla noktalayan Göka, burada gene bize daha fazla yardımcı olmayı amaçlayarak, bu "külü ruhtan ayırma" tekniğinin detaylarına girseydi belki bizi her türden fiyaskoya düşme tehlikesinden ilelebet kurtarabilirdi.

Göka'nın bu manidar özeti (kolajı?), sadece dünya fenomenlerinden değil, bizzat kendisinin saydığı isimlerin kitaplarından tanıdığımız postmodernizmi konumlamak bakımından yararlı bir metindir. Postmodernizm, - Niall Lucy'nin vurgusunu da kullanarak - tek sözcükle ifade etmek gerekirse, "romantik" bir söylemdir. Bu söylemin kendisi, Peter Osborne'un belirttiği gibi, "öte-anlatının ölümünü bildiren" anlatı olarak, "unutulmaya terk ettiği anlatıların çoğundan büyük bir anlatı"dır. Batı felsefesine dair cahilane bir "birleşik özne" masalı anlatarak bizden bu masala inanmamızı bekleyen bu söylem (Terry Eagleton), metafiziği metafizik yaparak ayıklayabileceği yanılgısına düşmektedir. Daha vahim bir boyutta, Eagleton'un uyardığı gibi, postmodernizm, "politik enerjinin büyük bir kısmını gösteren e yöneltmeyi başarmış" ve kendini "kapitalist toplumu taklit ederken bulmuştur". Wittgenstein'ı dil oyunları döneminden Tractatus'taki dil anlayışına gerileten akım, "yapısal" bir yoldan, sonuçta genel bir epistemolojik belirsizliğe, asıl iktidar sahiplerinin gizlenmesine ve kimliğimizin gizemli "öteki"lerde aranması gerekliliğine varmıştır.

Erol Göka, bu yazısında, kendini "post" ekiyle modernizme kuramsal mı tarihsel mi, hangi bakımdan eklemlediği muğlak bir postmodernizmin bizzat Derrida'nın "mevcudiyet metafiziği" veya "yapının yapısallığı" vb. kavramlarıyla "içerden" etkisizleştirildiğini unutmuş veya göz ardı ediyor görünmektedir. Diğer taraftan, felsefe denince başlıca Nietzsche'ye, politika denince de Hitler ve Stalin gibi kimi "kaka" adamlara bakarak konuşmaktan pek öteye geçemeyen bu akım'ın/akın'ın, moderne gösterdiği felsefi ve tarihsel özensizliğin tersini bizden hangi hak ve gerekçelerle talep ettiği hususu, çoğu zaman olduğu gibi, es geçilmektedir.

Öznenin söyleme indirgendiği bu hoş "Kırmızı Başlıklı Kız ile Kurt" masalını biz epistemolojik kategoride antik septiklerin veyahut ortaçağ nominalistlerinin ötesine geçebilmiş saymıyor ve elinde züppece bir baltayla, belki de bir Fransız giyotiniyle dolaşan bu bir "dantel inceliğindeki" söylemi, bilgisiz bir özgürlüğü hayal eden, Oedipal bir çocukluk olarak Alman Romantiklerinin yanına koyuyoruz. Bir yandan da, Fransız Komünist Partisi denen "baba"nın elinde çok çekmiş, belki de ilkgençliğini yaşayamamış bu geç romantizmin, varoluşun saçaklarında titreşen şeylerden çok önce, gözünün önünde duran devasa yaratıkları görebilecek kadar büyüyeceği günler gelecek mi, onu merak ediyoruz.

 
Toplam blog
: 2
: 562
Kayıt tarihi
: 18.02.07
 
 

Devlet Güzel Sanatlar Akademisi resim bölümü mezunuyum. Aynı okulda master yaptıktan sonra, atelyemd..