Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Temmuz '16

 
Kategori
Öykü
 

(Bir Kayaköy öyküsü) Beyaz Gelinlik - İbrahim Ergin yazdı.

(Kayaköy deyince  mübadele yıllarından öncesine gidiyor heyecanlarım, hayallerim, sevdalarım, dostlukları arıyor gönlüm beraberce zenginliğe o haykırışlara. Tam tepeden haykırırcasına bir nehir gibi dökülen aşklar, acılar, tasalar, sevinçler. Mübadele diyorum ne de çok zor olmuş. Gözlerimden dökülen o   saçlarını rüzgara açmış, gözleri ümit, ışık, heyecan , aşk saçan kızları, erkekleri. En önemlisi kocaman bir dünya,  insanlık olmaları. Yaşanan o yılların anıları birikmiş gönüllere, kalplere, yazılara. Bir kısmı gönüllerini bırakıp gitmişler. Kendi vatanları diye sarıp sarmaladıkları, elleri, evlerini . Ne çok zorlanmışlar. O duygularını, yaşadıklarını, gözlerini ta içinden tam da kalplerinden farkedebilsem diyorum. Bambaşka günlere uzanıyor kalbim, Kayaköy'de.  Evlerinin önünde incir ağaçları. Şimdi  evleri hayalet kent gibi kapıları, pencereleri yok olmuş. Tepede kiliseleri . En sağlam yaşadıkları el ele Türkler Rumlar birbirlerini hasretle, saygıyla sevmişler hep. kalplerini orada bırakıp giderken hüzünleri o günkü gibi yağıyor sanki  üstüne. Kayaköy bu aşk kenti. Aşk ki, iki halkı birbiriyle selamlamış. Evleri dahi saygılı birbirlerinin önünü kapatmayacak kadar güzel, esinti. O günlere dönsek, heyecanımızı, kalbimizi versek, uzatsak elimizi selamlasak o dostlarımızı..Anılar, biriken o toprak , o kent. Yaşanmışlıkları dize getirsek aşık olsak birlikte o yıllara, Kayaköy'e.

Anıların biriken kesitinden en heyecanlı okuduğum yazıdır. Muğlalı şair yazar İbrahim Ergin'in yazısı  heyecanınızı tutun ve okuyun.(Nabide Kılınç)

Muğla Devrim Gazetesi 7 Haziran 2016 İBRAHİM ERGİN yazdı;

(Bir Kayaköy öyküsü) BEYAZ GELİNLİK.

Dr. Aleksander yazları Levissi’ye gelir, iki katlı muhteşem yazlığında birkaç ay sefa sürerdi. İki güzel kızı, bir de Koço adında bir oğlu vardı. Onlara hemen her hafta, bakraç içinde süt ve yoğurt götürürdüm. Annem özellikle tembih ederdi:

“Aman yollarda düşüp bakracı devirme…”

Tütünden artakalan zamanlarda ineklerimizin bakımıyla uğraşırdık. Sarı kız ve Alaca bizim tek geçim kaynağımızdı. Bahçeden ve tarladan topladığımız otları ve mısır saplarını onlara yetiştirirdik. Yine bir sabah elimde yoğurt bakracıyla doktorun kapısını çaldığımda Eleni açtı kapıyı. Simsiyah, bulut gibi saçları vardı. Banyodan yeni çıkmış olmalıydı. Sanki vücudundan buhar fışkırıyordu. Bakracı elimden alırken ellerimizin birbirine değdiğini hissettim. Gözlerini bir süre benden ayırmadı. Bakışları burgu gibi içime işliyordu.

“Merhaba Eleni” dedim.

Bir elektrik teline dokunmuş gibi titriyordum.

“Annemin selamı var…”

Güldü… Yüzünde güller açıyordu.

“İçeri geçelim” dedi. “Hem biraz hoş-beş ederiz”

Girip kapıyı kapattım. Bir yandan çekiniyordum. Çünkü abisi arkadaşımdı. Asıl adı Koço olmasına rağmen ben ona her zaman “Koçum” derdim. Çocukluğumuzda her yaz birlikte oynardık.

“Korkma” dedi Eleni. “Koço ile Sofi ilaç almak için eczaneye gittiler.”

İlçe merkezi Megri’de bile eczane yokken, bizim Levissi’de iki eczane vardı. Levisi, yani şimdiki adıyla Kaya Köy; Megri’ye göre daha kalabalık, daha canlıydı. Yeşil çuhalı iki bilardo salonu, gayet şık pastaneleri, kahvehaneleri vardı.

O yıllarda Megri adının Türkçe bir isimle değiştirilmesi gündemdeydi. Nüfus olarak Kaya Köy kadar olmasa bile bu Rumca ismin mutlaka değiştirilmesi gerekiyordu. Bütün Türkiye’yi yasa boğan acı bir olay, akıllardan çıkmıyordu.

Avrupa’da eğitim görmüş, aslen mühendis olan iki pilotumuz, bindikleri bir uçakla İstanbul’dan kalkıp, önce Şam’a, oradan da Kudüs’e uçma planı yaparlar. Bu bir deneme uçuşudur. Şam’dan kalkıp Kudüs’e doğru uçarken, uçak birdenbire arızalanır. Filistin yakınlarında Teberiye denilen kayalık bir yerde uçakları paramparça olur. İki kahraman pilot Fehi ve Sadık Bey maalesef oracıkta hakkın rahmetine kavuşmuştur.

Megri’nin adı, şehitlerimize “ithafen” Fethiye olarak değiştirilmeliydi nitekim öyle de oldu.

Biz Türkler, Fethiye’nin Kaya Köy halkı olarak hepimiz ziraat ile uğraşırdık. Aynı köyü paylaşan Rumların yaşam telaşı, yerli Müslüman halkın yaşam telaşından oldukça farklıydı. Onların toprakla uğraşısı sadece bağları ve incirleriydi. Bölgenin en kaliteli incir rakısı ve dinlendirilmiş şarabı onların eseriydi. Bunlardan tüketilecek miktarda ayırıldıktan sonra, kalan kısmı yakın adalara kaçırılır, karşılığında barut, sigara kağıdı gibi şeyler getirilir, el altından satılırdı.

Yalnız Kayaköy’ün değil, bütün Fethiye’nin Ticareti Rum Tüccarların ve zanaatkârların elindeydi.

Ayakkabıcı, nalbant, tahnici, değirmenci, duvarcı, sıvacı aklınıza ne gelirse her şeyin ustası onlardan çıkardı.

Zaten Müslüman halka göre bütün bu saydıklarımız haram sayılan şeylerdi. Bu yüzden biz Türkler sadece tarımla uğraşırdık. Tütün, nohut, darı, buğday gibi ürünleri yetiştirmek bizim işimizdi.

Kayaköy sulak bir yer değildi. İçme suyumuzu çok derin kuyulardan elde ederdik. Bu yeraltı suları iplerin ucundaki kovalarla çekilir, eşşeklerle evlere taşınırdı. Kuyuların ağzını çevreleyen, mermerlerin halâ üstünde hala iplerin aşındırdığı parmak kalınlığında çukurlar vardır.

Rum evlerinin su ihtiyacı ise sarnıçlarla giderilirdi.

Aradan uzun yıllar geçti. Ne zaman köyüme gitsem, geçmişin hayalleriyle yaşarım. Yorgo tam bu saatte bu sokaktan geçecek diye düşünürüm. Çakma taş döşeli, hafif meyilli caddede Yorgo’nun ayak izlerini arar gözlerim.

Bu Rum mahallesine her gittiğimde, çocukluk arkadaşım Toma, tam köşe başında çıkıverecekmiş gibi gelir bana. Yıkılmış, yok olmaya yüz tutmuş bir binanın bahçesinde kendiliğinden bitmiş boy vermiş bir dağ lâlesini koparmak geçer içimden. Sonra Dimitri’nin kahvesinde alırım soluğu. Oysa o kahve yıkılmış, harab olmuş vaziyettedir. Omzunda havlusuyla sizi karşılayan Dimitri’nin kırık Türkçe’sini duyar gibi oluyorum.

Bir bakmışsınız; sıvacı Hiristo Sirtaki’nin kıvrak nâmeleri eşliğinde çizmelerini şakırdatmaktadır.

Daracık, çakma taş döşeli yoldan biraz daha ilerleyince halkın “Aşağı Kilise” dediği görkemli bir yapıyı görürsünüz.

Tam köşede yaşlı bir ceviz ağacı vardır. Dibinde durup biraz soluklanmanın tadı başkadır.

Papaz Vasili’nin yerinde yeller esen evi uzak değildir. Siyah cübbesi içinde etrafa tütsü kokuları savurankara sakallı Vasili’yi bir daha hayal edersiniz.

“Aşağı Kilise” dediğimiz, başka binalara göre daha az yıpranmış durumdadır.

Duvarlarında Meryem Ana, İsa gibi çeşitli ikonlar hala net şekilde görülebilmektedir. Ne var ki; duvarın çok yeri parçalanmış dökülmüş haldedir. Çünkü hazine meraklıları her yeri deldiği gibi, kilisenin duvarını da delmiş; ses akustiğini yükseltmek için sıva altına döşenmiş künkleri, yani demir boruları bile söküp götürmüşlerdir.

Papaz Vasili’nin evinin çevresindeki küçük dükkânların yeri, şimdi yabani otların hüküm sürdüğü yürek sızlatan bir viran yeridir. Oysa eskiden en güzel kumaşlar, en güzel ihtiyaç maddeleri buralarda satılırdı. Kasabanın yeşil çuhalı iki bilardo salonu vardı. Eczane, pastane, kahvehane hepsi bu çevredeydi.

Aşağı kilisenin büyük çanı ünlü Yavuz Zırhlısına götürüldüğünden bu yana kilisenin çan kulesi, görmeyen bir göz gibi Dr. Alexander’ın evi ile bakışmaktadır. O yıllarda doktorun oğlu Koço ile çok iyi arkadaş olmuştuk. Kardeşi Eleni’yi sevdiğimi onunla evlenmek istediğimi bilirdi.

“Ne duruyorsun, gel istet!” dedi.

Konuyu önce anneme açtım. Babam:

“Git konuş” dedi. “Eğer dinini değiştirir İslamiyet’i kabul ederse, tütün parasını alır almaz düğününüzü ederiz.”

Sevinçten uçuyordum…

Hemen Kaya Köyün ünlü terzisi Marika’yı buldum.

Doktor Alexander ve ailesini iyi tanırdı. Papaz Vasili ile birlikte gidip benim için Eleni’yi isterler miydi?

Doktor ve ailesi bizim hanidir birbirimize yangın olduğumuzu bildikleri için hiç itiraz etmemişlerdir.

Doktor Alexander “Gençler birbirini sevdikten sonra bize laf düşmez” demiş.

Kayaköy’le Fethiye arasındaki yol sadece 8 kilometredir. En güzel bayramlık giysilerimizi giyip ilçe merkezindeki müftülüğe gitmek için hazırlandık. O günlerde araba ne arar. At ve eşek sırtında gidecektik.

Müftülük binasına vardığımızda kuşluk vaktiydi.

Ama o da ne? Bütün duvarlarda mübadele listesi asılıydı. Köyümüzdeki Rum halkının tamamı ülkeyi terketmek zorundaydı.

Elenenin adını Elvan olarak değiştirmeyi düşünmüştük. İçimiz cız etti.

Yazık!...

O gün kimsenin ağzını bıçak açmadı.

Uzun yıllar sonra gelen bir mektup on günlük bir arayıştan sonra elden ele dolaşıp beni bulabilmişti. Mektup sevgili arkadaşım Koço’dan geliyordu.

1943 yılıydı. Almanlar’ın Yunanistan’ı işgal ettikleri için altı arkadaşıyla bir tekneyle kaçıp Çeşmeye sığındıklarını anlatıyordu.

“Karaya ayak basar basmaz toprağımızı öptüm. İzin verirlerse köyümüze gelmek istiyorum” diyordu. Fethiye rıhtımında gözyaşlarıyla uğurlanan Kayaköy halkı yolculuk sırasında çok eziyet çekmişti. Gemideki askerler ayakkabılarının köselelerini bile söktürüp altın var mı diye aramışlardı.

Annemin örüp Koço’ya hediye ettiği yün bereyi askerlerin nasıl denize fırlattığını anlatırken ağladığını yazıyordu.

Doğrusu bende kendimi tutamadım.

Mektubun sonunda bir de bana sürprizi vardı.

Bilirsin, bizim evin dış kapısına yakın bir dut ağacı vardı. Şimdi büyümüş kocaman ağaç olmuştur. Tam dibinde gömülü, benden bir hatıra bulacaksın. Seni bütün kalbimle kucaklarım.

Hemen bir kazma alıp koştum; acaba ne vardı? Meraktan çıldırıyordum. Otuz santim kadar kazdıktan sonra siyah bir muşamba ilişti gözüme. Katlanarak sarılmıştı. İtinayla açtım.

Hayvanların içyağına iyice belenmiş toplu bir tabancanın varlığını biraz sevinç biraz hüzünle gördüm. O tabancayı hala gözüm gibi saklarım.

Artık yaşlı bir adamım; hiç evlenmedim bunca yıl. Eleni’nin kömür karası gözlerini hep yanımda taşıdım.

Eleni gitmezden bir gün önce belki döneriz ümidiyle getirip bize bıraktığı sandığı ailemizin kararıyla uzun bir süre açmadık. Annemin ölümünden sonra daha fazla beklemenin bir anlamı yoktu. Dayanamayıp açtım.

İçinde beyaz bir gelinlik vardı. Göğüs hizasında mavi pullarla işlenmiş “SENi SEVİYORUM2 yazısını gözyaşları içerisinde okudum.

Şimdi bile zaman zaman açar bakarım. Sonra Koço’nun hediyesi tabancaya uzanır ellerim.

Benim için eylül, “ayların en zalimidir.

İşte bir eylül daha geçti.

Ben halâ yaşıyorum.

*****

EYLÜL

Kimse bilmez eylülün bana ettiğini

Her gün biraz daha geç kalıyor sabahlar

Boşluğun gölgesi baştanbaşa hüzün

Zeytin ağaçları olmasa ağlayacağım

Kavgasını yaşıyorum geceyle gündüzün

Çıplak bir ses daralması yüreğim

Dört yanım adım başı duvar

Yaşamak suçlusuyum beni bulacaklar

Başka başka yüzlerde yorgunum

Hangi kapıyı çalsam intihar

Eylüle kilitli zamanlarda çaresizim

Göğsüme bir karanfil yaklaşıyor duyuyorum

Düşlerime geliyor uçurum yüzlü kadınlar

Mahşer yerinde yalnızlığımı buluyorum

Kanıma işlemiş intihar

 

 
Toplam blog
: 642
: 524
Kayıt tarihi
: 19.07.08
 
 

Muğla'nın YERKESİK  beldesinde dünyaya gelmişim.  Yöremin o solunacak havasını, coğrafyasını çok ..