Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Temmuz '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

"Bitmeyen okul" kabusum

"Bitmeyen okul" kabusum
 

Biliyorum esas suç bende. 4 yılda bitirilmesi gereken bir okulu 2 katı civarında bir sürede (mümkünse rakam vermek istemiyorum) bitirince, insanın ayda birkaç kez, okulu henüz bitirememiş olduğuna dair bir kâbus görmesi oldukça normal bir durum. Son tahlilde kâbus dediğimiz şeyde, hayatımızın en büyük korkularının rüya formatında karşımıza çıkması değil mi?


Bu kâbus senaryosunun kendime ait endemik bir tür olduğunu zannetmiyorum. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa Murathan Mungan’ın ”Yüksek Topuklar” romanında da buna benzer bir kâbustan bahsedildiğini hatırlıyorum. Ama hafızamın öncelikli görevleri arasında beni yanıltmak ve olmaz yerlerde rezil etmek olduğunu da belirtmem gerekiyor. Yani illa böyle bir senaryo ile karşılaşacağım diye bu kitabı okumayınız.


Aslında çok zor bir okulda okumadım ve okulu uzatmamı sağlayacak kötü imkânlara sahip olmak gibi mazeretlerim de yoktu. (Keşke olsaydı). Aslında belki becerilerime çok uygun bir meslek dalı değildi öğrenim gördüğüm alan, ancak ne yazık ki hocalarım, hiçbir zaman bu gerçeği yüzüme vuracak kadar dost olmadılar bana. Hatta gösterdiğim en ufak bir çabanın karşılığını, sergilenen emeğin kat be kat üstünde ödüllendirecek kadar düşmandılar.


Hani neredeyse, okula kayıt yaptırdığın an eline, üzerinde “teslim tarihinden 4 yıl sonra geçerlilik kazanır” yazılan diploma verilebilecek kadar garantili bir eğitim düzeyine sahipti okulum. Ama ben zor insandım, ezber bozmayı severdim.


Öncelikle İstanbul Taksim’de, İnönü Stadının arkasında yer alan Taşkışla Binasının ilk gördüğüm andan, İstanbul’u terk ettim ana kadar beni sarhoş ettiğini söylemek zorundayım. Taşradan ve özellikle sırada bir ilk ve orta öğretim sürecinden sonra, böyle bir okul ve o okulun kendisine has ortamı ile karşılaşınca, bu mekânı kolay kolay bırakmayacağımı anlamıştım. Adaptasyon eksikliği ile motivasyon fazlalığının bir bünyede aynı anda yer edinebileceğini de ve çok iyi sonuçlar vermeyeceğini de, bu şekilde öğrenmiş oluyordum.


Bu ilk giriş sürecinin ardından, Beyoğlu’nu, Galata’yı, Sıraselvileri, İstiklal’i keşfetmeye başladım. Tüm bu bahsettiğim alanlar neredeyse okulumun arka bahçesi sayılırdı. 90’lı yılların başıydı ve henüz Türkü Bar modası başlamadığı gibi, Yeşilçam Sokak’ta hala 70’lı yıllar Türk filmlerinin ünlü – yarı ünlü simalarını görmek mümkündü.


Keşif süreci ilerledikçe, hayatımı anlamlandıracak bir şeylerin daha olması gerektiğini fark etmiştim. Ve söz konusu anlam kendisini üretmekte gecikmedi. Muhalif ve tepkici yönüme hitap eden dünya ile, üniversite öğrenim harçlarına yapılan yüksek zam sonrası oluşan homurtular ile tanıştım. Bana dünyayı kurtarmak için verilen görevden kaçacak değildim. Cansiperane girişimlerimizle, zamları geri aldıramasak ta, varlık sebebime temas etmenin mutluluğuna erişmiştim.


Yepyeni bir dünya ile tanışmıştım. Kitaplar, sohbetler, ekoller, akımlar, çevre, alternatif kültür, ütopya ile dolu, “başka türlü bir şey benim istediğim”, “ya içindesindir çemberin ya da dışında” ile devam eden azınlık, aykırı ama düşünmenin, hissetmenin, simgenin ve imgenin peşinde koşan koca bir dünyaydı bu. Taşra kültürümün müsaade ettiği müddetçe bu dünya ile haşır neşir olmaya çalıştım.


Ancak bunun yanında, benim bir meslek öğrenmem gereken zaman hızla ilerliyor ve her yıl yeni bir öğrenci grubu ile tanışmanın önce keyfini, sonra sıradanlığını, ardından sıkıcılığını ve en sonunda da nefretini yaşıyordum. Gerçi öğrenciler belli bir ortalamaya sahip bir kitle de olsa, ister istemez bir kuşak farkının oluşması rahatsızlık vermeye başlamıştı.


Önceleri keyif veren bu uzama hali, bir süre sonra ızdıraba dönüşmeye başladı ve zannedersem bu ızdıraplı halet-i ruhiye, peşinden gelecek kâbus dönemlerinin tohumlarını ekti. Nihayetinde, 21. yüzyıla giriş yapmadan, bir meslek sahibi olduğumu ispat eden diplomama kavuşmuş oldum. Ancak söz konusu diplomamın, kâbuslarıma geçit açan kapının kilidi olduğuna dair her zaman bir şüpheye sahip oldum.


Çünkü söz konusu belge, hiçte hayalleri süsleyecek bir kâğıt parçası değildi. Hani gerek avukatların, gerekse de doktorların, büyüklüğü duvarın bir yüzünü kaplayacak ebatta olan, üzerinde bir yandan yüreğinin inceliğini, bir yandan da zekâsının kıvraklığını sergileyecek şekilde nakşedilmiş yazılarla süslü diplomalarına hiçte benzemiyordu benimkisi. A–4 ebadında, kitap harfleri el yazılmış ve soğuk mührü bile belirli belirsiz olan bu mezuniyet belgesi, öyle açıkta bırakılıp herkesin görmesinin sağlanacağı bir eser değildi ne yazık ki ve zannedersem hala odamdaki bir klasörde, bir şeffaf dosyanın içinde arşivlenmiş halde duruyor.

En son 4 yıl bir ögrenim görmenin avantajından faydalanmak için askerlik şubesindeki yetkili kişiye verdiğimi ve onunda uzun süre, belgenin bir önüne bir arkasına bakıp, onun sahte olup olmadığına karar veremediğini hatırlıyorum. Yoksa o utançla, diplomamı, o yetkiliden hiç geri almamış olabilir miyim? Bilemiyorum.


Neyse, işte beni böylesine, insanı mezun olduğuna ikna edemeyen bir diplomaya layık gören üniversitemin yöneticilerine seslenmek istiyorum. Efendim lütfen, bana diplomaların klasik dönemlerine ait örnek bir belge hazırlayıp gönderiniz. Bu eseri en güzel çerçeve malzemeleri ile kaplatıp asacağıma söz veriyorum. Nereye mi? Elbette ki yatak odamda başımı koyduğum yastığımın tam karşısında yer alan duvara. Kâbuslarımdan kurtulmanın başka bir çaresi olduğunu düşünmüyorum. Bekliyorum efendim,

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..