Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Nisan '20

 
Kategori
Öykü
 

"Çocuk"

            Günlerdir evde karantinadayken “Mutsuz insanların hikayelerini yazmaktan bıktım,” dediğim anda çaldı telefonum. “Açmasan da olur,” diyen iç sesime inat, açtım. “Merhaba,” dedi zarif, naif bir ses. “Merhaba,” derken elimdeki dosyayı sehpaya bırakıp pencereye yöneldim. Akşam karanlığı yavaş yavaş çökmeye başlamıştı. Perde aralığından caddeye baktım. Eskiden, eskiden dediğim yaklaşık bir ay öncesine kadar sıkışan trafikten, kornalardan, oradan oraya telaşla koşuşturan insanlardan eser yoktu. Cadde hiç bu kadar tenha olmamıştı.

            Karşımdaki hanım, “Münasip olmayan bir zamanda aramamışımdır umarım. Sizinle daha önce tanışmıştık,” diyerek kendisini tanıttı tedirginlikle.

            “Rica ederim, tabii, anımsamaz mıyım, size nasıl yardımcı olabilirim,” deyince, “Gazetedeki köşenizi de yıllardır takip ediyorum,” dedi. Teşekkür ettim. “Sizinle görüşmek istiyorum. Ancak durum malum,” dedi zarif bir kahkahanın ardından. “Sesimden de anlamışsınızdır, epeyce yaşlandım. Sizi evime davet ederdim, hem kahve içer hem de karşılıklı konuşurduk ama… Hepimizin bildiği gibi şimdilik böyle bir şey mümkün görünmüyor. Size anlatacaklarımın ise beklemeye tahammülü yok.”

             Tecrübelerim haber kaynağıma karşı sabırlı olmayı, uygun zamanı kollamayı öğretse de iyice meraklanmıştım.

            “Efendim, yine de nazik davetiniz için çok teşekkür ederim, ancak görüşeceğimiz konu nedir,” diyecekken, vazgeçtim. “Tabii,” dedim kendime şaşarak. “Şu anki koşullarda yüz yüze görüşmemiz mümkün değil. Ancak telefon aracılığıyla…”

            “Ne zaman müsait olursunuz?”

            “Yarın sabah saat on bir. Sizin için de uygunsa,” dedim.

            “Elbette, yalnız, telefon yerine video konferans ile görüşsek olur mu acaba,” dedi sevimli bir tonda. Şaşkındım. Bir tarafta doksanlarında olduğunu tahmin ettiğim hanım, bir tarafta ettiği teklif. “Bravo,” dedim içimden.

            “Çok daha iyi olur.”

            Telefonu kapattığımızda öylece kaldım bir süre. Evet, dediği gibi yıllar önce bir eğitim konferansında konuşmacı olarak karşılaşmıştık fakat aradan epey zaman geçmişti.

            Ardından kendime bir şeyler hazırladım. Niyetim bir yandan atıştırırken bir yandan da teknolojiyi yakından takip ettiği belli olan davetsiz misafirimi ayrıntılı araştırmaktı. Hakkında birkaç bilgiye ulaştım. Karşımda tam bir Cumhuriyet öğretmeni vardı. Yıllarca Anadolu’nun çeşitli yerlerinde öğretmenlik yapmıştı. Pek çok öğrenci yetiştirmişti. Kitapları vardı. Çocuklar için öyküler, romanlar yazıyordu. Hiç çocuğu yoktu. İşi gücü bırakıp geç saatlere kadar araştırdım. Edindiğim bilgiler, kendisinin yarın anlatacaklarını önceden tahmin etmem için yetersizdi. En iyisi saati kurup yatmak ve kendi ağzından dinlemekti.

            Ertesi sabah saat on birde kahvelerimiz hazır, bilgisayarlarımızın başındaydık.

            “Merhaba çocuğum,” dedi.

            “Merhaba hocam,” dedim, “söz sizde.”

            Teşekkür ederek konuşmasına başladı.

            “Biliyorsunuz, tüm insanlık olarak şu anda salgın bir hastalıkla mücadele ediyoruz. Elbette zor bir dönemden geçiyoruz. İnsanlık, var olduğundan bu yana savaşlarla, salgın hastalıklarla, göçlerle defalarca sınandı. Bu da geçecek elbette. Sizin aracılığınızla aktarmak istediğim şey…”

            Suyundan bir yudum alıp boğazını temizledi. Gözü bir an kameraya kilitlendi. Dalgınlaştı. Sanki belleği eski bir anıyı arıyordu. Sonra toparlandı, yakın gözlüğünü düzelterek önündeki kağıtlara göz gezdirdi.

            “Karantinaya alındığımızda düşündüm aslında. ‘Bu süreçte ne yapabilirim,’ diye. ‘Evde kal,’ çağrıları, kayıplar, sokağa çıkma yasağı, vesaire vesaire. Esaret zor şey evladım. İnsan evinde bile olsa, hatta bir süreliğine, kendi iyiliği için olduğunu bilse de, zor. Ama siz de biliyorsunuz ki biz daha nice zor günleri atlattık ulusça. Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün çocuklara armağan ettiği bayramımız yaklaşıyor. Birkaç gün sonra hep birlikte kutlayacağız. Ben Cumhuriyet çocuğuyum. Cumhuriyetimizin ilanından hemen sonra, beş çocuklu yoksul bir çiftçi ailesinin en küçüğü olarak doğdum. Okudum, öğretmen oldum. Çocukluk hayalime kavuştum. Yıllarca nice öğrenci yetiştirdim. Çocuklara öykülerimle, masallarımla ve romanlarımla seslendim. Ben çocukları sevdim, onlar da beni. Bugün de sizin aracılığınızla onlara küçük bir anımı armağan etmek istiyorum, izninizle.”

            Nasıl izin vermezdim, karşımda tüm heybetiyle duran Cumhuriyet çınarına.

            “Değerli hocam,” dedim, “değil gazetedeki köşem, neyim var neyim yok emrinize amade. Siz şu anda öylesine kıymetli bir amaca hizmet ediyorsunuz ki, lütfen…”

            “Teşekkür ederim,” dedi kısık mavi gözleri ışıldarken.

            “İlkokul son sınıftaydım. Devamını da getirmek istiyordum. Benden önce ablalarım da okumak istemiş, ancak yoksulluk ve o yıllardaki pek çok olanaksızlık buna müsaade etmemiş. Fakat ben diretiyordum. Babam bin türlü bahaneyle bana da ‘Olmaz,’ diyordu. Üzüntümden ne yapacağımı bilemiyordum.

            Tam o günlerde yüreğime su serpecek bir gelişme oldu. Yine böyle bir nisan ayıydı, Atatürk’ün kasabamıza geleceği söylentileri yayıldığında. Nasıl sevindik anlatamam. Hazırlıklar başlamıştı, tüm kasaba tek yürek, Ata’mızı bekliyorduk. O geceki heyecanımı ömrüm boyunca unutmadım. Bir yandan onu göreceğim için seviniyor, diğer yandan nasıl yapsam nasıl etsem de Gazi Paşa’ya okumak isteğimi söylesem, diyordum. O çocukları çok severdi. Ona söylemeyecek de kime söyleyecektim? Hemen bir plan kurdum zihnimde. Atatürk tam önümüzden geçerken ‘Baba beni okutacak mısın,’ diye bağıracaktım. Gazi Paşa duyacaktı elbette. Onun çocuklarla konuşmayı çok sevdiğini ve çocuklara söz hakkı verdiğini öğretmişti okulda öğretmenim. Hem dünyada bir ilki gerçekleştirmişti o. Hangi ulusun, çocuklarına armağan edilmiş bir bayramı vardı ki? Bu hayale sarılarak rahatladım ve uykuya daldım. Ertesi sabah uyandığımda annemle babam çoktan uyanmıştı.

             Okuma isteğimi bir kez daha babama yineleyecektim. ‘Hayır,’ derse de planımı devreye sokmaya kararlıydım. İçim içimi yerken babam ‘Gel yanıma otur şöyle,’ deyince, ‘Eyvah,' dedim, 'anladı galiba!'  Başım önde yanına gittim.

            ‘Akşam,’ dedi. ‘Hayırdır inşallah, Gazi Paşa’yı gördüm rüyamda. ‘Çiftçi Mustafa, adaşım,’ diye seslendi bana. ‘Sen ve senin gibiler… Sizler milletin efendisisiniz. Kızlarınızı okutmak yaraşır sizlere. Onlar okuyacak, kimi öğretmen, kimi doktor, kimi hemşire, kimi mühendis, kimi avukat olacak. Milletimizin kalkınması için kızlarımızı okutmamız lazım.”

            O an annem de ben de ne diyeceğimizi bilemedik. Sevinçle kalktım, elini öptüm. Böylece o sene leyli meccani imtihanına girdim ve kazandım, bugünün parasız yatılısı.  Anlayacağınız, bu toprağın insanına Atatürk’ü bir düşte görmek bile yeter.

            Bugün düşünüyorum da, demek babam içten içe beni okutmak istiyormuş. Fakat zihnini de bir şekilde buna ikna etmesi gerekiyormuş. Gazi Paşa’nın gelişiyle bu isteği birleşince bilinçaltı hayırlı bir şeye vesile olmuş. Eh, ne yapalım bu da benim talihimmiş.”

            Gözlerinde biriken yaşlara izin verdi. Ne diyeceğimi bilemediğimi anlamış olmalı ki, “Merak etmeyin, iyiyim, sevinçten,” dedi.

            “Sonra hep birlikte görmeye gittik Ata’mızı. Bütün kasaba, ellerimizde Türk Bayrakları. Gazi Paşa alkışlar arasında ilerliyordu. Büyük bir coşku vardı herkeste, bendeki ise kat kat. Yanındakilere bir şeyler söylemesiyle önüne serilmiş kırmızı halı hemen kaldırıldı. Ardından bizlerin arasına karıştı, hep birlikte kasaba meydanına doğru yürüdük.

            Onunla o gün, o yoldan nasıl birlikte yürüdüysem, ömrüm boyunca da yolundan ayrılmadım. Son nefesime değin izinde yürüyeceğim ve onu çok sevdiği çocuklarına anlatmaktan hiç vazgeçmeyeceğim. Ama yazarak, ama konuşarak. Gücüm neye yeterse.

Kıymetli vaktinizden daha fazla almadan, müsaade ederseniz, son sözümü söylemek, Atatürk’ün çocuklarına seslenmek isterim.”

            Başımla onay vermekle yetindim. Bu bilge kadının sözünü kesmek, o anın büyüsünü bozmak istemiyordum. Karşısında sanki bütün dünya çocukları varmışçasına doğruldu, küçücük omuzlarını dikleştirdi.

            “Sevgili çocuklar,” dedi. “Ata’mızın bizlere armağan ettiği bayramımızın yüzüncü yılında…” Gülümseyerek duraksadı, “Bizler diyorum, çünkü hepimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün çocuklarıyız. Gönül isterdi ki bayramımızı hep birlikte sokaklarda, meydanlarda coşkuyla kutlayalım. Ancak içinde bulunduğumuz süreçte bunu yapmamız mümkün değil. O, çocuklarını hep çok sevdi. Tüm sevdiklerine, hangi yaşta olursa olsun ‘çocuk’ diye seslendi. Hiç çocuğu olmamasına rağmen onun hem dilinde hem gönlünde çocuk, sevgiyle eşdeğerdi. Bu duyguyu en iyi anlayabilenlerden biri de benim. Sizler benim de çocuklarımsınız. Bayramımız kutlu olsun,” dedi.

             Sustu, sustum. Başka ne diyebilirdik ki?

ESRA KARA // 23.04.2020

 
Toplam blog
: 35
: 330
Kayıt tarihi
: 27.02.14
 
 

“Hikayeler hep aynı hikaye” diyorsan ve değiştirmek istiyorsan… 1969 yılında Ayvalık'ta doğdu..