Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Şubat '15

 
Kategori
Öykü
 

"Çocuk olmuş tek bir günüm yok"

"Çocuk olmuş tek bir günüm yok"
 

Kimi zaman önlenemez gel gitleriyle, nice benzer insan yaşamlarını gerçeğin acımasız girdaplarında içine alıp yok etmekde acımasızdır hayat.

Onu bir gecenin geç saatinde acil nöbetinde görmüştüm. Getirenler içi boşalmış bir bavul gibi bırakıp gitmişlerdi muayene masasının üzerine. Etrafa nefes alıp verdikçe yoğun bir ispirto kokusu dağılıyordu. İlgilenmeye başladım. Gözlerinden kabuk bağlamış yaralı bir hayatın sönük parıltıları, yaralı mavi kuşlar gibi geçiyordu. Tepkisizdi. Dağılmış üstü başı, bir kolu çıkmış sıyrılmış ceketi, çoğu düğmeleri kopuk kirli gömleğinin açıklığından bileğinde ve göğsünde çok sayıda kötü iyileşmiş kesik nedbeleri görünüyordu. Ve göğsünde kesiklerin özenle uzağından, dokunmadan  geçirildiği belli bir yerinde, bir kadın başı dövmesi. Altında Moçella yazıyordu. Psikiatristi aradım, "bırak Allah'ını seversen bıktırdı beni, alışkın o, bir serum tak sabah yolla gitsin" dedi. Belli ki hastaneyi bıktırmıştı, hemşireler yanına yanaşmak istemiyordu. Demek öylesine bıktırmıştı ki, artık kimse onu bıktıran hayatı görmek istemiyordu. İçim kaldırmadı. İlgisi olmadığı halde tuttum, kendi kliniğime yatırdım.

Sabah ayılmıştı. " Bak seni yatırdım ama, benim hastanedeki durumumu sarsma, söz mü?" Mavi gözlerini kaçırarak ve hastane pijamasının üzerine giydiği mahçubiyetin, üstüne dar geldiği belli bir sıkılganlık içinde cevapladı; "söz." Hemşireleri ve pansumancıları ortalıkta alkol bulundurmamaları konusunda uyararak onu genel, destekleyici bir bakım tedavisine aldım. Yattığı sürece günaydın, iyi akşamlar dışında bir sözcük çıkmadı ağzından. Benimkinden de nasılsın diye. Bu soru için zamanın artık çok geç ve onun için fazladan bir nezaket sorusu olacağını biliyordum. Odasında kaderine kapaklanmış, kolunda serum, mavi gözlerinin kimsesizliğinin ışıltısında yattı, öylece... Aramızda sessiz bir iletişim kurulmuştu. Bir öğleden sonrası "beni taburcu et" dedi. Nedenini sorduğumda "korkarım verdiğim sözü bozacağım. Vücudumun her tarafında, duvarlarda, tavanda, yerde, her yerde böcekler yürüyor; dayanılmaz."  Bekle biraz beni deyip psikiatrise danıştım ve izin alıp onu dışarıya çıkardım. Fazla içmesine izin verme deyişini unutmadan, cebinde üç beş kuruşu olduğunda geldiği salaş meyhanenin yolunu tuttuk.

"Benimkisi de bir benzeri, her alkoliğin bir benzer masalı vardır." Durmada anlatıyordu. Sözcüklerinden bir eski yakın varsıl geçmişin içinden çıkıp gelen kağıt paralar saçılıyordu etrafa. Geceyi peşine takıp geçmiş bir yorgun marşandiz katarı geçiyordu camlardan, takırtılarla. Tekdüze sesi ve rayların takırtısı açılan kapıdan girip, yığılıyordu içerideki alkol kokulu sesizliğin üzerine. Eski kentin en ucunda istasyona yakın bir salaş meyhanenin ikindiye yakın ıssızlığıydı. Masada çatallanmış bir salata tabağı, beklemekten yağlarını kusmuş bir iki zeytinyağlı meze, mevsimsiz bir kavun dilimi, beyazı beklemekten sararmış bir kalıp peynir, onun önünde üzerinden anca bir dudak alınmış ince cam bardakta bir beyaz. Bilmem kaçıncı sınıf bir meyhanenin içinde, bilmem kaçıncı sınıf bir yaşam dekorunun sessiz tanıkları gibi duruyordular...

Camın kıyısındaki masada karşılıklı oturuyorduk. Arada bir iki kişinin geçtiği ıssız ara sokak, gürültüyü İstasyom Meydanı'na açılan ana caddede bırakmış, sessizliği akıtıyordu önümüzden. Onun ötesinde parmaklıklar arkasında, şimdi İbrahim'in gözlerinden geçmekte olan hüzün ve vuslat yüklü trenlerin geçtiği demiryolu. Batı ufkunu tutan güneş, uzayan raylardan kızıl yansıyarak, bir ikindi üzerinin üstünü çiziyordu. İçeriye girdiğimizde ikili üçlü alkoliklerin oturduğu zamansız masalarda belli ki onu tanıyan, ama benim kim olduğum anlık gizli merak uçuşmalarında sorgulanmış, onun tarafından bana göstermemek gayreti içinde bir kaş açılanmasıyla kapatılmıştı. Önündeki önlükdeki lekelerden meyhane menüsünün ne olduğu kolayca anlaşılan tek garson aceleyle elinin yağını, bıkkınlığını, diğer masaların kirini, camların tozunu ve dünyanın bütün sıkıntılarını bizim masaya taşımış, yığmıştı. Sonra sorgusuz sualsiz bir küçük rakı, dört ince cam bardak ve iki şişe Kalabak suyu bıraktı alışkın hareketlerle, gitti.

Elleri titriyor, sesi titriyor ve anlatıyordu. Sözcükleri bir yangın yerinin küllerini savuruyordu etrafa. Bu küllerin arasından seyrek de olsa, yaşanmamış kırık bir aşkın, yaralı bir çocukluğun, varsıl bir yaşamın, şimdilerde çaresizlikten doğan çatışmalarından çıkan kıvılcımları saçılıyordu beni şaşırtan. Bu, ağırlığından yere düşen ve düşünce külleri havalandıran bilgece sözleri nasıl söylediğine şaşırarak onu dinliyordum. "İçsene İbrahim, içmiyorsun hiç. Bir de içkici geçinirsin." "Vallahi binbaşım hürmetten, yosa bir içerim aklın şaşar." Nereden öğrenmişse biliyordu asker kökenli olduğumu. Mavi gözlerinin arkasından kırgın bir çocuk geçiyor, anlattıklarıyla kırdığı ruhunun cam fanusunun kestiği anılarında görünmez kanıyordu. Bir alkol persinin peşine takılıp bir yitik ülkede, bir yitik yalancı cennet arama peşinde günler başlıyordu sonra. Yenilmişliğin, mutsuzluğun, terk edilmişliğin açmazlarında kırılgan, yaralayıcı ucu kendini yaralayan bir başkaldırı. Kalktık, başım dönüyordu...

Nöbetçi olduğum bir gecenin sabaha yakın saatinde odasına çağırdı, konuşmak istemişti. Konuşma ilerledikçe ağzından daha iri kıyım sözler iri cam kırıkları gibi içimi acıtarak çıkıyor, sağa sola çarpıp, yere düşüp un ufak olup dağılıyorlardı. Etajerin üzerindeki su bardağını elinin tersiyle gençliğine doğru iteledi. Ben Moçella'nın kim olduğunu sormadım, o da anlatmadı. Gözlerinin pınarlarına iki taraflı berrak su damlacıklarından bir hüzün oturdu, Burun kanatlarınından yanağının iki yanında kırçıl, uzamış sakalları arasında yol bularak dudaklarında tuzlu bir burukluk bırakarak söndü. İçime perdeleri siyaha çekilmiş koyu bir karanlık gibi bir sıkıntı çöktü. Anlattıkları koşmaktan çatlamış, ağzı köpükler içinde, yelesinden buğular yükselen bir kara at gibi tökezleyip, yığılıp kaldı odanın içinde. Koridorun duvarları iki taraflı üstüme üstüme boşluğu daraltarak, giderek yanaşır gibime geldi bir birlerine. Dışarıya çıktım.

Sabah çatılardan doğru havalanıp bir bilinmeze yönelen ak güvercin kanatlarının beyazında başımın üzerinden geçiyordu. Gitti...

Akın YAZICI

2 02 2015/İzmit

 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..