Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Nisan '09

 
Kategori
Gönüllülük
 

"Devrimci Gençlik Köprüsü" Anılarım -3-

"Devrimci Gençlik Köprüsü" Anılarım -3-
 

Zap'a doğru...


Malatya da geride kaldı, artık iyiden iyiye Doğu’dayız. Doğu yaşıyor, Doğu nefes alıyor, Doğu içiyoruz. Dört bir yan dağ olmada, tünellerden geçiyoruz. Tüneller... Tüneller... Birden görüyoruz, simsiyah bir dünya! Durduğunca ışık yüzü görmeyecek karanlık. Karanlıkta ilerliyor, ilerliyoruz Güneşe doğru. Hafif bir ışıktır başlıyor, çoğalıyor, sonra olanca gücüyle vuruyor gözlerimize. Karanlıktan kurtulmanın gururu bir bakıyor, iki bakıyoruz ışığa ve unutunca gözlerimiz bakmasını ani bir karanlık deliyor gözlerimizi. Yeni bir tünel. Biz bu hızda oldukça tünel münel vız gelir! Önümüzdeki her karanlık ezilecektir umudumuz ışığında.

Penceremiz, ışığın içine oturtup koca koca dağları getiriyor bize. Ve biz bu dağları aşıyorsak, koşuyorsak ileri doğru, ışık bizim demektir, dağlar bizim demektir. Biz, sahipsiz bir ülkenin evladı değiliz. Biliriz yoğrulduğumuz toprağı, biliriz insanımızı. Bizi ondan soyutlamak isteyenleri de biliriz, onlaradır balyoz elimiz. Ve biz bu toprağa kuluz, köleyiz. Uğruna boynumuz ince mi ince, önünde saygıyla sevgiyle eğiliriz.

Tatvan’a şöyle böyle 1, 5–2 saat kaldı. Kompartımanda Ertan, Necati, ben neşeli neşeli türkü söylüyoruz: “ <ı>Oy dıngala dıngala, kömürü de koydum mangala, çoban sülü(*) dostum vaa, çalkala sülüman çalkala!” Hepimizde bir gülme krizi, arkasından tekrar: “<ı>Oy dıngala dın...” Birden kompartımanın kapısı açıldı, bir jandarma başı uzandı içeriye. “<ı>Pencereleri kapatın, perdeleri çekin, eşkiya baskını var.” Birden bir sessizlik çöktü kompartımana ve üçümüzde de aynı anda aynı düşünce: Eşkiya kendine mi çalışıyor, BAŞKASINA MI? Hemen dışarıya çıktık, Bahçetepe istasyonundayız, saat 21.15. İstasyona yürüdük, istasyon memuru telgraf başında. İşin aslını öğreniyoruz.

Bir sonraki istasyonu altı eşkiya sarmış, hepsinde en modern silahlar. “<ı>Para isteriz!” diye bağırmışlar karşıdan. İstasyon jandarmadan yardım istemiş ve aynı zamanda durumu Bahçetepe istasyonuna bildirmiş. Rayların sabote edilme ihtimali üzerine memur bizim treni durdurmuş. Dışarı çıktık, her taraf sessiz geziniyoruz. Bir kenarda arkadaşlardan biri üç dört köylüyle eşkiyalar üzerine konuşuyor. “<ı>Aç adamlar, aç kalmışlar. İş yok, güç yok. Çalışmak ister çalışamaz, açlıktan ölsün mü? Eşkiya oluyor mecburen. Burada bir iş sahası açılsa, herkes işinde gücünde çalışsa, kim rahatını bozar da dağa çıkar, canını tehlikeye atar? Suç buraya iş sahası açmayanın, suç burayı ihmal edenin, suç buraya ancak dört senede bir uğrayanın...

Kenarda bir demiryolu işçisi anlatıyor: “ <ı>Geçende nah şuraya bir gurbetlik gelmiş. Gariban fakirdir dedik, bizim işe aldık muvakkaten. Bir gün evden işe gelirken üç kişi kesmiş yolunu. Üçü de kendi köylüsü. Kendi köylüsü ama üçünün de arkası kuvvetli. Arkalarında ağa var. Bu üçü yüzlerini boyamışlar, ‘çıkar paranı ulan!’ demişler. Fakir ‘Param yok’ demiş. Yatırıp soymuşlar, seksen lira parasını, saatini almışlar, bir de güzel dayak atmışlar. Gariban istasyona geldi, jandarmaya şikâyet etti, derken ağa geldi. ‘Ulan!’ dedi ‘Ben onları tanıyamadım diyecen, sonra paramı da getirip kapıdan atmışlar diyecen. Dimezsen vururum seni ulan, vururum!’ Onun dediklerini dedi gariban jandarmaya. Şimdi köyde. Kendini soyan adamlara selam verir rastladıkça çaresiz.”

Necati’yle yürüdük, ileride rayların üzerine oturduk. <ı>“Oy dıngala dıngala, kömürü de koyduk mangala, çoban sülü dostumuz vaa, çalkala sülüman çalkala.” 23.15’te tekrar yola koyulduk. Uykumuz olduğu halde soyulan istasyonu görmek için yatmadım. Ertan hariç öteki arkadaşlar da uyudular. Dışarıda karanlıkta her bodur ağaç, her insan boyunda kaya eşkiya gibi geliyor bana. Tren istasyona yaklaştığında Ertan’la koridora çıkıp pencereyi açtık. Başlarımız pencereden uzanmış vaziyette hızla girdik istasyona. Tek ışık yok. Birden karaltı halinde istasyon binası ve etrafını sarmış yirmi otuz jandarma. Bağırarak bir şeyler söyledi biri. İçeri girmemizi söyledi herhalde. Kompartımana girdik. Yatacağımız sırada kondüktör “Tatvan!” diye bağırarak geçti. Uykulu uykulu inmeye hazırlandık.

Tatvan iskelesinde 940 küsurlarda yapılmış bir vapur karşıladı bizi. Hurda mı hurda. Trenin gelişinden yarım saat sonra kalkarmış. Şöyle böyle 1, 5–2 saat bekledik biz. Van Gölü dalga dalga iskeleye vuruyordu. Yola koyulduktan sonra vapurun kıç tarafına çıktık. Saat dörtte her yer aydınlıktı, gündüz gibi. Arkadaşlar güneşin doğuşunu seyretmek için buruna gittiler. Ben uykusuz, baş koyacak bir yer aradım. Kaldığımız yer 1. mevki idi ve tahta kanepeler İstanbul Şehir hattı vapurlarının 2. mevkiinden daha berbattı. Yarım saat sonra uyandığımda midemin bulandığını hissettim. Güverteye çıktım. Geldi bir tayfa dikildi başıma. “<ı>Ulan burası 1. mevki, git de 2. mevkiye kus!” Birden mide bulantısını, kusmayı unuttum, dondum kaldım. 1. mevki insanlarının pisliğine layık demek ki 2. mevki! Oradakiler insan değil. Onlar bizim kahrımızın hamalı. Tepem attı, midemde ne varsa koyverdim ağzıma ve mevki uzmanı tayfanın tam ayakları dibine, 1. mevkiye açılan kapı önüne “Öğğğ!” diye boşaltıverdim. Ve tayfanın yüzüne bakmaksızın içeri girdim. 1. mevki insanları, 2. mevki insanlarından habersiz, her biri bir köşede uyuyordu.

Güneşin yakıcı sıcaklığında otobüsle girdik Van’a. Sıcağa rağmen yine de kalabalıktı ortalık. Merak edenler için tekrar mektup attık postahaneden. Sonra sağa sola bakamadan Zap’a doğru yola çıktık. Hava sıcak mı sıcak, sanki insanın canı buhar olup çıkacak. Başkale’ye kadar durmadık. Yoğurdu meşhurmuş buranın. Durduk yoğurt yedik. Kaymak gibi yoğurt serinletti içimizi, hararetimizi kesti. Akşamüstü Zap kıyısındaki kampa vardığımızda henüz susamamıştım.

(*) Çoban Sülü: Süleyman Demirel.

 
Toplam blog
: 195
: 688
Kayıt tarihi
: 04.10.07
 
 

Dünyanın internet sayesinde küçüldüğü günümüzde büyüyen sorunlara ilişkin duygu ve düşüncelerimi pay..