Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Mayıs '09

 
Kategori
Gönüllülük
 

"Devrimci Gençlik Köprüsü" Anılarım -9- son.

"Devrimci Gençlik Köprüsü" Anılarım -9- son.
 

İyi ki "oradaydım..."


Hiç unutamadığım bir şey de, 60 küsur yıllık yaşamımda en dondurucu geceyi Hakkâri’de yaşadığım. Ben ki Trakya’da doğmuş, büyümüş, ayazını yemişim... Uludere dönüşü geceye kaldık, gece yarısına doğru henüz yolun yarısındayız ve şoförümüz “Ben yorgunum, uykum da var” diyerek mola verdi. Gündüzleri sıcak mı sıcak, ona güvenerek ince üstlerle çıkmışız yola. Mola verdiğimiz yerin yüksekliği nedir bilmiyorum ama pikabın içinde üşümek bir yana donmaktan uyuyamadım sabaha kadar. Tam anlamıyla iliklerime işleyen bir soğuğu Hakkâri’de yaşadım.

Ertesi gün kampa doğru yolumuza devam ederken, iki üç kıl çadırı olan göçerlere rastladığımızı, çadırlardan birine konuk olduğumuzu ve konaklama yerinde bir su kaynağına salınmış keçi tulumu bir torba içinde soğutulan buz gibi bir ayranı rengârenk giysileri içinde bize sunan Kürt kızını anımsıyorum.

Aslında Uludere’ye nasıl gittiğimizi de anlatmam gerek. O yıllarda Çukurca’ya gitmek için resmî izin belgesi gerekli. Uludere’ye gitmek için bir yasak yok ama yolda kontrol noktaları var ve daha ileriye geçirilmeyerek geri döndürülmeniz büyük olasılık. Yani, elinizde bir izin belgesi olsa iyi olur. Biz de bu belgeyle değil ama Vali’nin kontrol noktalarındaki jandarmaya sözlü talimatıyla Uludere’ye gitmeyi başardık. Pekiyi biz sakıncalı öğrenciler o talimatı nasıl sağladık?

Yüksekova’ya gittiğimizde maçtan sonra Ertan, Necati ve ben kampa dönmedik söyleşiler yapıyoruz. Akşamüzerine doğru baktık kampa dönecek bir araç yok. Yani Hakkâri yönüne giden bir araç yok. O sırada meydanın karşısındaki kahve önünde bir kımıltı var, sorduk Hakkâri valisi imiş. İlçeye gelmiş, denetimler yapmaktaymış. Ben “Valinin arabasıyla dönelim” dedim, arkadaşlar şaka yapıyorum sandılar. Ben oturduğum yerden kalkıp Valiye doğru yürümeye başladığımda, beni durdurmak için hamle yapan sevgili Ertan geç kalmıştı.

Sorun şu: Devlet kamptaki öğrencilere, üniversitelilere, 68’lilere komünist gözüyle bakmakta, biz de o öğrencilerdeniz ve ben o devletin valisine “Bizi geçerken kampa bırakır mısınız?”otostop öneriyorum! Vali (Hüseyin Öğütçen) şöyle bir baktı, “Olur” dedi. Görüşmesi konuşması bittikten sonra makam arabasına –öne, şoför mahalline- bindi, biz arka koltuktayız. Koruması yok, sanırım o görevi de şoförü görmekte.

Araba hareket etti ama çıt yok. Ne biz kendi aramızda konuşuyoruz ne de Vali Bey şoförle ya da bizimle. Derken birden sanki bir yanardağ patladı: “Ne arıyorsunuz siz burada!” Ertan’la Necati’nin bu konuda bir sorumluluğu yok, dört tekerli sorgu arabasına binme fikri benden çıktı, durumu en az hasarla atlatmak da benim sorumluluğumda. Ne yanıt verirsem ortalık süt liman olur onu düşünmekteyim. Böyle durumlarda ego okşamak çoğu zaman işe yarar. Siz buna yağcılık ya da çocuk kandırma da diyebilirsiniz!

“Sayın Valim” dedim. “Biliyorsunuz memleketin batısında doğu için çok kötü bir izlenim var. Gazetelerde doğunun geri kalmışlığı, devletin doğuya elini uzatmadığı yazılıp çiziliyor. İşte biz de işin doğrusunu öğrenmek için geldik. Eğer gelmeseydik devletin Hakkâri valisinin böyle canla başla çalıştığını, akşam karanlığına kadar hizmet edeceğim diye hala yollarda olduğunu bilemeyecektik. Biz bunları yerinde görüp bileceğiz ki, İstanbul’a döndüğümüzde ‘Gece demeden gündüz demeden çalışan bir Hakkâri valisi var’ diye anlatabilelim.”

Ve işe yaradı. Biraz önce patlayan volkan birden sevecen bir kaplana(!) dönüşüp nasıl çalıştığını, neler yaptığını anlatmaya başladı. Kampın önüne geldiğimizde inerken de, eğer bir sorunumuz olursa doğrudan kendisine gelmemizi tembihlemeyi de unutmadı! İşte bu söz üzerine ertesi gün –neme lazım, vazgeçer falan!- hemen Hakkâri’ye gittik, makamında sıcak “oralet” eşliğinde sohbet ederken Çukurca ve Uludere’ye gitmek için izin istedik. Bu isteğe önce bozuldu, sonra sadece Uludere için lütfetti de Uludere’ye gidişimiz böyle oldu.

Şemdinli ile ilgili anımsadığım ise üç şey var. Birincisi kasabaya girdiğinizde karşıdaki iki dağa verilen adlar. Biri “Efkâr tepesi”, öbürü “Umut tepesi”...Efkâr tepesine kar düştüğünde Şemdinli’nin dünya ile bağlantısı kesilmekte, Umut tepesindeki kar kalktığında da yollar açılmakta imiş... İkinci anımsadığım, orada yetişen bir tütünden sarma sigara. Dumanını içine çektiğimde gözlerimden ateş fışkırdı! İşte bu tütünün çok kaliteli bir tütün olduğunu, üretimin kısıtlı alanda yapılmasından ötürü az olduğunu ve bu ürünün peşin olarak Amerikalı bir şirket tarafından satın alındığını söylemişlerdi. Bilmem doğrudur, bilmem tevatür. Şemdinli’den üçüncü anımsadığım, bürokratlar dışında tek dışarlıklı kişinin fırın işleten bir Karadenizli vatandaş olduğu...

Baştan da dedim, bunlar tamamen kişisel anı kırıntıları. Dönersek Anayaso/Devrimci Gençlik Köprüsü’ne... Yaşamımızı anlamlı kılan, yüreğimizi –hiçbir zaman kiralamadığımız ve satılığa çıkarmadığımız yüreğimizi- koyduğumuz, harcındaki bir damla alın terimizle övünç ve gurur duyduğumuz bir köprüydü o. Farklı koşullarda aynı kaderi paylaştığımız, türkülerde ve acılarda ve halaylarda buluştuğumuz insanımızla aramızda kurduğumuz bir köprüydü o. Ve o öyle bir köprüydü ki, üzerinden geçip kendimize ulaşmıştık.

Şimdi bir anıttır ve durur 99 kıyımından arta kalmış iki ayağıyla Zap kıyısında... Yolunuz düşerse eğer, bir an durun kulak verin... Deli deli akan Zap’ın sesine karışan 68 ruhunun yürek atışlarını duyacaksınız...

 
Toplam blog
: 195
: 688
Kayıt tarihi
: 04.10.07
 
 

Dünyanın internet sayesinde küçüldüğü günümüzde büyüyen sorunlara ilişkin duygu ve düşüncelerimi pay..