Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Haziran '13

 
Kategori
Siyaset
 

“Duran adam” seni çok iyi anlıyorum

“Duran adam” seni çok iyi anlıyorum
 

“Durmak” ve mümkünse bu arada biraz düşünmek gerçekten iyi fikir.


Siz en akıllı, en eğitimli, en zengin, en çok okuyan, her şeyi bilendiniz. Her biriniz ayrı ayrı batı kültürünü özümsemiş, ışığı ile aydınlanmış bir fikir önderi idiniz. Kilisenin karanlığına karşı mücadele eden batılı aydınlanmacı düşünürlerin kaldırdığı bayrağı siz taşıyordunuz. Karşınızda bir kilise yoktu ama bir din vardı işte. Hıristiyanlık bir dinse, İslamiyet de bir dindi. 

Kendinizden çok emindiniz, belki bu yüzden ne tarihi gelişmeleri okuyabiliyor, ne de çevrenizi değerlendirmeye ihtiyaç duyuyordunuz. Bilimde özgürlüğü, sanatta ilericiliği, siyasette cumhuriyeti savunuyordunuz. Önderimiz “size hiçbir dogma bırakmıyorum” demesine rağmen yenilenme ihtiyacı duymuyordunuz. Sizin dışınızda kalanlar cahil kalabalıktı. Öyle olduğuna gönülden inanıyordunuz, kim bilir belki de hayal ediyordunuz, mümkünse onlara fazla söz hakkı vermemek gerekirdi. Eğer sizin dışınızdakiler söz sahibi olursa toplum gerisin geriye tekrar kilisenin, pardon camiinin orta çağ karanlığına düşebilirdi. Görev asildi sizde bu görevin yılmaz savaşçılarıydınız. Bu yüzden olsa gerek aşağılama,  hile, kategorize etme, yalan söyleme gerekirse darbe ile bu kesimin söz sahibi olması engellenmesi gerektiğine iman ettiniz. Sırf bu kutsal amaç uğruna darbelere cevaz verdiniz, başbakanların indirilmesini, asılmasını, zehirlenmesini onayladınız. Utandıran yargıç kararlarına, askerlerin posta koymasına, rektörlerin densizliğine hep mantıklı açıklamalar aradınız. Öyle bir an geldi ki batı aydınlanmasının harikası “sandığa” bile düşman oldunuz. Zira halk zaten anlamazdı. Kendinizi bile ikna etmeye ihtiyaç duymadınız. Ön yargılarınızın sizi yanlış bir yerlere savurduğunu hissediyordunuz fakat kabullenmek ağırınıza gidiyordu. İşler sarpa sardıkça muvazene iyice kaybolmaya başladı. Batının aydınlanmacılığı sizin güneşinizdi, maddi bir felsefeye oturmayan doğu ile işiniz olmazdı. Oysa zamanla artık pek çoğu evrenselleşmiş olan batı değerlerinin bile karşısında bir pozisyon aldığınızın farkında bile değildiniz.

Yargı önünde eşitlik ilkesine gerek yoktu, karşıdakiler gerici olunca otomatikman bu hakkı kaybediyorlardı, eğitim hakkı kutsallığını yitirmişti, başörtüsü takınca üniversiteden içeri giremezlerdi, inanç hürriyetine gerek yoktu, biraz yüz verilirse tekrar karanlığa gömülebilirdik. Sizden olmayan insanların üreterek kazandığı üç kuruş bile gözünüze batmaya başladı. Anayasal eşitlik ilkesinin katledilmesine seyirci kaldınız.  Son tahlilde “nasıl bir profesörün oyu ile çobanın oyu eşit olabilir” cümlesine mahkûm oldunuz. Kendinizden emin olmanız hasebiyle yaşanan bu fecaatleri görmek bir yana bizzat taraf olmak hoşunuza gidiyordu. Nasıl ortaçağda kadınları diri diri yakan engizisyon kendince haklı gerekçeler üretmiş ise sizde aklınız sayesinde yaşanan her hukuksuzluğa vicdanınızı susturacak bir kılıf buluyordunuz. Çoğu zaman ise öfkeleniyor, öfkenizin verdiği enerji ile kılıf aramaya gerek bile duymuyordunuz. Çok rahattınız. Fakat yıllar geçiyor, zaman akıyordu. Devir değişmişti, toplumlar değişmişti, iletişim araçları değişmişti, devletlerarası çıkar ilişkileri bile değişmişti. Değişmeyen bir tek sizdiniz, sadıktınız, inançlıydınız, kavlinizce en üst noktada olduğunuz için değişmenize de zaten gerek yoktu.

Metin Akpınar 1993 belediye seçimlerinin tartışmaları esnasında,  galiba biz hata yapıyoruz, “her şeyi bıraktık genelevleri savunuyoruz “demiş mevzu ya bir nevi uyanmıştı ama siz inat ettiniz, göremediniz. Muhalifler on yıllık iktidarı tamamlamışlar, sizde yavaş yavaş uyanmaya başlamıştınız.  Uyandığınızda fark ettikleriniz can sıkıcı idi. Yıllar yılı iman ettiğiniz, onca fikrin, onca ön yargının Türkiye’ye sadece ayak bağı olduğunu anlamaya başlamıştınız. Bu yobazlar hiçte hayalinizde canlandırdığınız gibi çıkmamıştı. Şehirler güzelleşmiş, hastaneler sağlık dağıtır olmuş, gelir artmış, yollar araba ile dolmuştu. Fabrikalar mamul, üniversiteler bilim, yargı adalet,  silahlı kuvvetler güvenlik üretmeye başlamıştı. Önceleri görmemezlikten geldiniz, aslında böyle şeyler yoktu, bunlar bir illüzyondan ibaretti. İnsanlar nasıl olurda bu illüzyonun farkında olmazlardı. Bu yüzden insanlara çok kızgındınız. Fakat illüzyon her tarafınızı sarmıştı, arabaları görmek istemeseniz de trafiğe çıktığınızda ilerleyemiyordunuz. Uçaklarda, jiplerde, beş yıldızlı otellerde gördüğünüz garip tiplerin sayısı sizden fazlaydı. Dünyada en son hangi teknoloji üretilmişse millet yapışıyordu. Hâlbuki hesapta bunlar yeniliklere karşı çıkacaktı sizde bilmiş bir eda ile ülkemizde bu yeniliklerin olması gerektiğini savunacaktınız. Dehşet içinde kaldınız,  birbirinize daha sıkı sarıldınız. Dış sesiniz sertleşti ama içten içe başka bir ses sizi kemiriyordu. Bu sesi susturan gıpta mı idi, haset mi bilinmez. Sizin yapmanız gerekenleri başkaları yapmıştı. Üstelik size ihtiyaç duymadan hatta size rağmen yapmıştı. Yok saymakla bazı şeyler yok olmuyor, aşağılamakla aşağılanmıyordu. Bu değişimde bir şekilde yer almanız gerektiği fikri artık saplantı haline gelmeye başladı. Yeni Türkiye, yavaş yavaş şekillenmeye başlarken sizde de eş zamanlı olarak karın ağrıları başlamıştı.

Bu dönemde elinize geçen pek çok fırsatı teptiniz hâlbuki Ertuğrul ÖZKÖK size bir tüyo vermişti. Usta bir kıvraklıkla “bu hükümetin her icraatı cumhuriyet projesinin başarılı olduğunu gösterir” fikrine sarılabilirdiniz. Ama içinizdeki “haset” buna engel oldu, hükümeti cumhuriyet karşıtlığına yerleştirdiniz. Hükümet başarısız olursa cumhuriyet kazanacaktı. Bunun akıllıca bir taktik olmadığı kısa sürede anlaşıldı, çünkü bu şekilde, hükümetin içerde, dışarıda her başarısı da zihninizdeki cumhuriyetin aleyhine yazılmaya başlandı. Zihninizdeki cumhuriyet halkı sevmeyen, halk içermeyen ne idüğü belirsiz, tanımsız bir cumhuriyetti. Semboller, sloganlar ve tarihler dışında anlamlı bir satır yazamıyor, içi dolu bir cümle kuramıyordunuz. Artık komik olmaya başlamıştınız. Nitekim bunu hissettiğinizde iyice dağıldınız. Batıcıydınız, batı tarzını, batı modernliğini, batı ulusalcılığını temsil ediyordunuz acilen ortaya bir şey koymanız gerektiğini düşündünüz. Batıdan getirecekleriniz arasında insan sevgisi Mevlanada’ki insan sevgisine, hoşgörü Yunus Emre hoşgörüsüne ulusalcılık anlayışı bir Mehmet Akif’in milliyetçiliğine yaklaşamıyordu. Batıda kutsal addettiğiniz her şeyin en alası zaten asırlardır bu topraklarda mevcuttu. Sanat, evet sanat bir fark yaratabilirdi, fakat piyanistiniz bir küfürbaz çıktı. Arkasında bile gönül rahatlığı ile duramadınız.  Çözüm süreci başladı, hükümet barış dedikçe siz savaşın erdemlerinden bahsetmeye başladınız.  Çaresizlik, umutsuzluk, öfke daha sonraki duygularınızdı. Elinizde modernlik adına alkollü içki tüketme özgürlüğü, cinsel tercih özgürlüğü ve hanımların müstehcenliğinden başka bir şey olmadığını anladığınız zaman ise resmen yıkıldınız. Bir şeyler söylemek gerekiyordu ama söyleyemiyordunuz, çünkü dinlemesi gerekenler dinlemiyordu. Bağırmak, kırmak, dökmek, hatta yakmak evet ancak bu şekilde dikkat çekebilirdiniz. “Gezi” güzel bir fırsat oldu dikkat çektiniz. Ama kırılanlar dışında birbirinize “ne zeki çocuklar” ne yeni çocuklar” “y nesli”, “gelecek bunların” methiyeleri dışında gene bir şey söyleyemediniz. Artık anladınız ki şimdi “durma” vakti. Durun ve düşünün gerçekten durmanıza sizin olduğu kadar bizimde ihtiyacımız var, asıl önemlisi Türkiyenin ihtiyacı var.  Türkiye’nin geleceğinde hepimiz yer almalıyız ve hepimizin yapmak zorunda olduğu görevlerimiz var.

“Durmak” ve mümkünse bu arada biraz düşünmek gerçekten iyi fikir.

 
Toplam blog
: 23
: 305
Kayıt tarihi
: 04.01.12
 
 

Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp fakültesi mezunu.  Bir kamu kuruluşunda çalışıyorum. Futbol, siyaset..