Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Eylül '10

 
Kategori
Siyaset
 

"Evet"le bürokratik vesayetin medya ayağı da çökmeli: 3. sayfalar 1. sayfaları yalanlayamamalı!

"Evet"le bürokratik vesayetin medya ayağı da çökmeli: 3. sayfalar 1. sayfaları yalanlayamamalı!
 

AYM anaya değişiklikleri paketini iptal etmediği kararını açıkladıktan sonra yazdığım 8.7.2010 tarihli bir yazımda "iddialı" bir başlık kullanmıştım. Bu yazımın başlığında, "Anayasa Mahkemesi verdiği kararla kendi ipini çekti: Vesayet rejimi çöktü" demiştim. Oysa AYM o kararı verdiğinde referandum sürecindeydik. AYM iptal etmemişti ama; referandumda halk, oylarıyla paketi iptal edebilirdi. Bu iddiamın sebebi yazımın içinde vardı. Yazımda:

"Engin sağduyuya sahip olduğuna inandığım halkımızın huzurunda cereyan eden bu olaylardan sonra referandumda "hayır" oyu çıkacağını kesinlikle beklemiyorum" demiştim.

Yani ben, bu kadar fark beklemesem de, AYM kararından sonra "evet" sonucundan çok emindim.

Referandumun hemen öncesi, 10.9.2010 tarihinde yazdığım "Referandumda "evet" ya da "hayır çıkmasının pratik ve somut tek bir sonucu olacaktır" başlıklı yazımda da, referandumda "Ergenekon"un oylanacağını yazarak vesayet rejimine işaret etmiştim.

Anayasa'da ve yasalarda ifade edilmeyen, elle tutulur, gözle görülür olmayan, ama varlığını tüm hücrelerimize kadar hissettiğimiz vesayet rejimi neydi acaba?

Tabii ki Anayasa'da bilinçli olarak açık açık "vesayet rejimi" yazılmamıştı. Vesayet rejimi Atatürk ve laiklik ilkesiyle maskelenmiş ve bu şekilde de koruma altına alınmıştı. Çünkü Atatürk ve laiklik ilkesi tabuydu, bunları ifade ettiğin zaman akan sular duracak ve vesayet rejimini korumak ve sürdürmek adına yapılan müdahaleler ve hukuksuzluklar meşruiyet kazanacaktı.

Vesayet rejimi açık açık yazılmasa da, Anayasa'yı dikkatlice analiz ettiğinizde, aslında Anayasa'nın bu rejimi korumak üzere dizayn edildiğini anlayabilirsiniz.

Bu sistemde en büyük yetkiler ve görevler Cumhurbaşkanı'na verilmişti. Onun için bu makam çok önemliydi. Bu nedenle cumhurbaşkanlarının hep paşalardan olmasına çaba gösterilmişti. Ve bu nedenle ilk sivil Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın seçiminde kıyametler kopmuştu!

Bu dönemde de kıyametler koptu. "Son kale" denilerek durumun vehameti ortaya kondu ve cumhuriyet mitingleri yapıldı. Sözüm ona Atatürk ve laikliğin son kalesiymiş!

Abdullah Gül'ün seçilmesiyle bu "son kale" düştü ama; Atatürk de yerinde duruyor, laiklik de!

Sistemde üniversitelere de önemli misyon yüklenmektedir. Bu amaçla Anayasa'da YÖK ihdas edilmiştir.

Cumhurbaşkanlık kalesi düşünce bu kale de otomatikman düştü...

Anayasa'daki vesayet rejimi ile ilgili ikinci büyük görev yüksek yargıya verilmişti. "Kast" sistemi her şeyi açıklamaktadır.

Tabii ki; elinde bulundurduğu tankla, tüfekle, paletle rejimi fiilen koruyacak olan da TSK'ydı. İç Hizmet Kanunu'nun 34. maddesi bu amaçla konulmuştu.

Bürokratik vesayetin Cumhurbaşkanlığı ve YÖK kaleleri daha önceden çökmüşlerdi. Referandumda "evet" çıkmasıyla da Yargı ve TSK kaleleri çöktü.

Anayasa değişikliklerinin referanduma gitmesi ve bürokratik vesayetin tamamıyla çökertilmesinin halkın ezici çoğunluğunun oylarıyla sağlanmış olması da ayrıca isabetli olmuştur.

Bürokratik vesayetin bir de sivil uzantıları ve sivil destekçileri vardı. Darbelerin anatomisini incelediğim yazılarımda sivil unsurları da maddeler halinde yazmıştım. Çünkü belli bir halk desteği olmadan darbelerin icra edilmesi, "halka rağmen" darbe yapılması imkansızdı. Az da olsa belli bir destek sağlanacaktı ve uygulanan psikolojik harekatla bu desteğin çoğunlukta olduğu gösterilecekti.

Burada siyasi partilerin fonksiyonları çok önemliydi. CHP'nin tavrı çok çok daha önemliydi ve çok daha farklı anlamları vardı. Çünkü CHP'yi Atatürk kurmuştu ve iddia edilen de Atatürk ve laikliğin korunmasıydı. Ve maalesef, 12 Eylül'ü saymazsak, CHP hep darbeleri destekleyen tarafta oldu.

İkinci olarak STK'lar çok önemliydi. Her ne kadar eski dönemlerde STK'lar o kadar yaygın ve güçlü değilseler de, çağımızda giderek önemli bir güç haline gelmektedirler. 28 Şubat sürecinde, "Beşi Bir Yerde" diye adlandırılan büyük STK'ların, Post Modern Darbe'nin başarısında ne kadar etkili olduklarını gördük.

Son olarak, demokrasilerin dördüncü kuvveti olarak kabul edilen Basın...

Önemli kitle basınının desteğini garantilemeden darbeye teşebbüs edilebileceğini kesinlikle düşünmüyorum. Nitekim geçmiş örneklerde bu desteğin sağlandığı tarihi gerçeklerdir.

2003, 2004 yılları darbe girişimlerinin ve 27 Nisan 2007 e-muhtırasının başarılı olamamasında, 2003, 2004 yılları için "Hilmi Özkök" dense de, ben esas nedenin, 28 Şubat'tan pişmanlık duyan, dersler çıkaran ve artık demokrasiden yana tavır takınan STK'ların ve medyanın olduğunu düşünüyorum. Çünkü 28 Şubat sürecinde çok büyük maddi ve manevi kayıplar yaşanmıştır.

28 Şubat sürecinde yaşadıklarıyla ilgili Dinç Bilgin'in anlattıkları darbe - medya ilişkilerini açıkça ortaya koymaktadır. Dinç Bilgin'in pişmanlıkları da maddi ve manevi kayıpların açık göstergesidir. Kısa dönemde belki karlı çıkılıyor ama, uzun vadede drekt ve indrekt kayıplar söz konusudur.

Medyanın yeterli desteğini alamadığı içindir ki, 2003, 2004'de darbe girişimlerini organize eden bir Paşa, "Bu medyayla mı yola çıkacağız!" diye serzenişte bulunmuştur.

Güler Kazmacı da aynı dönemde yayımlanan bir köşe yazısında, kalabalık bir etkinlikte emekli bir subayın yanına geldiğini ve kendisinden destek istediğini, kendisinin de "Ben demokrasiden yanayım" diyerek onu reddettiğini ve onun da kendisine ters ters bakarak uzaklaştığını yazmıştı.

Bu örnek de Paşa'nın sözlerini doğrulamakta ve medya desteğinin önemini göstermektedir.

Güler Kazmacı "hayır" demişti de, "evet" diyenler olmamış mıydı? Bunu bilemiyoruz ama; açık açık destek yazıları bu konuda kuşkulara sebep olmaktadır. Her ne olursa olsun, 21. çağda, dolaylı da olsa, kitle gazetelerinin köşlerinde demokrasi karşıtlığının savunulması kabul edilemez.

Ayrıca eski darbeleri savundukları tarihi bir gerçek olan yazarların da köşelerinden hiç ayrılmak niyetinde olmadıklarını görüyoruz.

Savundukları vesayet rejimi çöktü ama, onlar bir türlü çökmüyorlar, çöktürülmüyorlar!

"Hem demokrasiyi savunuyorsunuz hem de farklı görüşlere tahammül edemiyorsunuz" diye düşünebilirsiniz...

Ben, Sözcü Gazetesi kapatılsın, demiyorum ki! Referandum sürecinde Kenan Evren'le röportaj yapan ve ona çanak sorularla yardım eden ve 12 Eylül'ü açıkça savunan Sözcü Gazetesi'ne kızmıyorum ki!

Ben, tebessümle Sözcü Gazetesi'ni okuyorum. Ama aynı görüşleri, objektif, tarafsız ve demokrat olduğunu iddia eden bir kitle gazetesinde okuduğum da, ne yalan söyleyeyim, çok kızıyorum.

Çok dikkatımı çekiyor; Sözcü Gazetesi alanlar, ikinci bir gazete olarak Hürriyet Gazetesi'ni alıyorlar. Çok rastladım ve çok hayret ettim.

İşin tuhafı; Emin Çölaşan da, sanıyorum 2 Eylül 2010 tarihli Sözcü'deki köşe yazısında, Hürriyet'e vermiş veriştirmiştı! İktidardan korktuğunu, yalakalık yaptığını ve bu nedenle gerçekleri yazmadığını yazmıştı! Çok şaşırmıştım çook... Emin Çölaşan, ya Hürriyet'ten ayrıldıktan sonra Hürriyet'in köşe yazılarını okumuyor ya da kuyruk acısı hala geçmemiş! Ben, Sözcü'den çok daha fazlasını Hürriyet Gazetesi'nde okuyorum.

Nasıl Cumhurbaşkanlığı, YÖK değişti ve referandum sonuçları uygulandığında da Yargı, TSK değişecekse, kitle medyası da artık değişmelidir. Köşelerde yeni, çağdaş, demokrat yüzler görmeliyiz artık.

Üçüncü sayfalar, yandık, bittık, Türkiye satıldı, iflas etti, Cumhuriyet'in en karanlık dönemi, bütün kazanımlarımızı kaybettik, en kötü yönetim vs derken...

Gün geçmiyor ki, dünyadan Türkiye'ye övgü dolu bir haber, bir açıklama rastlamayalım birinci sayfalardı!

Geçtiğimiz günlerde, AB Dışişleri Bakanları toplantısında Finlandiya Dışişleri Bakanı Alexander Stubb'un, "Türkiye dış politika alanında dünya çapında ilk beşte yer alıyor. Türkiye'nin bugün uluslararası arenada üyelerimizin her birinden ya da toplamından daha etkili olduğu söylenebilir, dediğini birinci sayfalardan öğrendik.

Bugünkü Hürriye Gazetesi de, Fransız otomotiv devi Peugeot'nun dünya Başkan ve CEO'su Vincent Ramboud'un sözlerine yer vermiş. Buna göre Ramboud, 1980 - 1995 yılları arasında Osmanlı Bankası'nda çalışan babasından Türkiye'yle ilgili hikayeler duyduğunu belirterek "Babam gelecekte Türkiye'nin dünyanın en büyük güçlerinden biri olacağına inanırdı. Türkiye son 10 yılda hem ekonomide, hem siyasi alanda istikrarı sağladı. Babamın öngörüsünün doğru olduğunu görüyorum, demiş.

Yine referandumdan "evet" çıkması üzerine Avrupa'dan ve Amerika'dan yapılan açıklamalarda hep, "evet"in Türkiye'de demokrasisinin ilerlediği anlamına geldığı söylendi.

Bütün bunları birinci sayfalarda okuyoruz...

Sayfayı çeviriyoruz 3., 4, , 5.... sayfalarda tekzip üstüne teksip: Yandık, bittik, kül olduk!

Tabii ki, demokrasinin bir gereği olarak, daha iyiyi, daha ileriyi bulma adına mutlaka eleştiriler, mutlaka muhalefet olmalıdır. Ama bu, maskeli antidemokratlık ekseninde olmamalıdır.

Vesayet rejimi çöktü...

Artık üçüncü sayfalar birinci sayfaları yalanlamasınlar...

Çok komik oluyor, zira...

Değişimin er ya da geç sağlanacağına inanıyorum.

Çünkü ben, akıntının önünde durulamayacağını çok iyi biliyorum.

 
Toplam blog
: 337
: 4184
Kayıt tarihi
: 03.08.07
 
 

Hukukçuyum... Hukukun üstünlüğünün ve hukukçunun saygınlığının ülkemde gelişmesini ve kalıcı olma..