Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Şubat '08

 
Kategori
Felsefe
 

"Günü yaşa!.." halleri ve yarattığı çağrışımlar

"Günü yaşa!.." halleri ve yarattığı çağrışımlar
 

Kelebeksi bir yaşam;"Anı yaşamak"


Tarihsel, zihinsel ya da bilişsel atmosferi olmayan bir gezegene döndü adeta zihinlerimiz ve kalplerimiz son zamanlarda.Ya internetten ya da son teknoloji ürünü onca çeşit kitle iletişim araçlarından, durmadan, üstümüze mevzi ve dijital bir kıvamda, asgarisinden günde on beş vakit göktaşlarıyla yağan bir slogan var; “Günü yaşa, günü yaşa!..”, “Unutma, sen sadece anı yaşa!.. Öyle güçlü ve ters istikamette çağrışımlar yaratıyor ki bu türden görünmez sloganlar bende!

Peki ya nerede dünün tarihsel bilge efendiliği ve yarınların taze süt kokulu bebeksi umutları?

Üç ana bölümden oluşuyorsa bedenim; baş, gövde ve ayaklar. Tarih öncesinden gelen tarih bilinciyse ayaklarım, yarına uzanan düşlerim, hayallerim ve umutlarımdır başım. Bastığım yer, sağlam mı sağlam, büyülü coğrafyam, en az bin yıllık Türkiye’m!.. Bir ayağım Trakya'ya basarken, ötekisi üstündedir tarih ötesi Anadolu’mun. Ayaklarımla başımın bu manada uyumlu kardeşliği de tarihsel bilincimdir. Oysa bu küresel göktaşlarıyla yağan mesajlar, diyor ki sanki bana:

Unut bunları sen, yarı-ergen ve bilinçsizce yaşa!..

Hep daha da fazlasını isteyen, çılgın bir ediniş ve tüketiş içinde yaşa.

O öğüten, sindiren organının en geniş alanı kapladığı yerin olan, sadece gövden ile yaşa.

Gündelik, “an”lık hazlarla, kelebekler gibi ve balık hafızalarla, her sabah yeniden doğup her akşam ölüşlerle yaşa!..

Bu tür, kelebeksi bir var oluş ne kadar rengârenk olsa da, günlük var oluşların birikimli bir toplamından oluşmaz ki genel ve soylu bir var oluş; tarihsiz, düşsüz ve bilinçsizce. Oysa ki o, tamamen farklı ve derin bir var oluştur.

İşte böylesi bir daimi sağanak altında, korunma ve katlanma hallerimde, düne ve yarınlarıma daha bir şefkatle sığınırım, öz akrabalarımmışcasına. Dedelerim, anneannelerim ve torunlarımmış gibi. Cicili bicili günü yaşarken çaktırmadan ve "ılımlıca" üzerlerine örtülmeye çalışılan örtüleri, şalı ya da türbanı bir çırpıda kaldırarak!..

“Günü yaşa, günü yaşa” diyorsun bana, küreselim, globalim, emperyalim, aşırı iştahlı ve doymaz cüce devim. Kısa vadeli, yapay cennetim. Kavramadan asıl anlamını “Carpe Diem”im!..” Israrın fazlası aşık usandırır” derler, bırak da ben, düne ve yarına da bakayım.

Çünkü senin kuralsızca ve hızla bir ediniş, önce biriktiriş sonra da aşırı bir tüketiş konusunda tekdili konuşan iştahlı lisanın ve tükettikçe daha da çok acıkan, böylelikle beni hayretler içinde bırakan bir formun var.

Hayret ettiğim diğer bir durum ise; "Gün"ün ve "an"ların, coşkulu "haz"lar ve tüketim nesneleri ile tıka basa doluyken adeta "herkesin ülkesi", bunlar boşaldığında, yokluk, durgunluk ya da kriz anlarında ise "hiçkimsesiz bir ülke" haline bürünmesi.

Sen, biçok çığırtkan eşliğinde, adeta bin bir eda ile, havai fişekler ve çığlıklar altında ekran ekran yürürken, "dün" ve "yarın" ise sesizce ve derinden ilerlemek zorundalar sanki: Yeraltından, dehlizlerden ya da derin zihin kıvrımlarının dik yamaçlarından, ölüme karşı, yok oluşa karşı.

İşte bu durum karşısında, sana bırakmak istemiyorum ben, ülkelere, uluslara ve halklara yaptığını; böl, parçala ve yönet!.. Bu kez ben bölüyorum bedenimi üçe; baş, gövde ve ayaklarım olarak, kozmik zamanımı da öyle, dün, bugün ve yarın olarak. Kendim yönetebilmek için kendimi, bilinçli ve özgürce, senin silahınla koruyarak kendimi ve şaşırtarak seni. Ben ve kozmik zamanım üçer parçayız, özerk olsak da, senin aksine, çok güçlü halatlar atarak birbirimize, geri dönüşsüz bir uyum ve bütünlük içinde sana karşı direnerek. Tarihselliğim, anın üretken ve paylaşımcı dinamizmi ile yarın umutlarımla. Ana parçalarımın bilinciyle öz bütünselliğimi bilerek ve severek. Onu önce acemi ama azimli bir çaylak çalışkanlığımla oluşturup, Mevlana’dan aldığım feyiz ve Yunus Emre sadeliği ve her ikisinin derviş sabrıyla koruyarak. O, hiç aksamayan, hiç eskimeyen, düzenli ve güçlü, sözsüz ahengiyle, bir zamanlar Atilla Özdemiroğlu ve Şanar Yurdatapan'ın kurduğu (1972-1975) orkestranın, “Dün-Bugün-Yarın” nın, yürek ısıtan senfonik sıcaklığıyla.

Dünüme, yer ve zamanın altına uzanan ayaklarımın biri değerken Şeyh Galip'e Dede Korkut , Mevlana, Yunus Emre, Voltair ve Erasmus'a, diğeri uzanır Sartre, Cemal Süreya, Melih Cevdet Anday, Onat Kutlar ile Can Yücel ve Nazım’a. Gövdem de teğettir aynı zamanda Yaşar Kemal, Kemal Özer, Füruzan, Özdemir İnce, Murathan Mungan, Ataol Behramoğlu ve Alev Alatlı’ya. Başımda ise kavak yelleriyle yarınlarımın ulak güvercinleri yuva kurarlar Alwin Toffler, Tahsin Yücel ve Isaac Asimov’un satırlarına.

Düne ve yarınlarıma; tarihime, düşlerime ve umutlarıma uzanan, bilincimin soluklandığı, sabırla kazılmış tüm dehlizlerimi, tünellerimi, olur ya şaşırıp da, bilmem kaç “M” hipermarket ( ya da “Mall”) ya da "süper" değil de aslında "sapar market" raflarından boşalma ürünlerle, tıka basa doldurup da soluksuz bırakma beni ey şaşmaz bilincim!.. Reklâmlarla sersemlemiş, aşüfte taleplerle şımartılmış, yarı-ergen bir çocuk arsızlığıyla baş başa bırakma beni, tünellerimi tıkayan o cicili bicili ürünlerin önünde, hep yarı aç ve yarı bitap bir halde.

Gelinciklerin, güllerin ve tüm çiçeklerin yerinde, bahçesinde daha güzel durduğunu, bir demet yetecekken, hepsini evime alıp götürsem, ne tür bir gaflet içine düşebileceğimi şaşırıp da bir süreliğine unutursam. Acayip bir telaş ve gafletle, vitrinlerdeki ve raflardakilerin gerekenden çok fazlasını önce portatif sepet araçlara bindirsem, sonrası da evime indirirsem eğer.

Ne yapacağım, nerede olacağım ben?

İçeride mi, dışarıda mı olacağım?

“Home- theatre”mı, plazma TV. mi ya da şimdilik çift çekirdekli bilgisayarımı maksimum verimlilikte kullanabilmek için evimde olmam gerek. Oysa moda giysilerimi giyinip de, ya sinema ya da yerli dizi kahramanlarına yapay da olsa illa ki benzemek zorunda olan eşimi ya da sevgilimi koluma takacak olsam, “in” mekânlara, son model aracımla giderek cümle âleme parmak ısırtmam içinse, aksine dışarıda olmam gerek.

Yoksa ben bir içeride, bir dışarı mı olmalıyım? Evet öyle de, daha çok dışarıda, daha az içeri de mi olmalıyım? Yoksa tam tersini mi yapmalıyım? Daha çok nerede olmalıyım? Ama her halükarda soranlara, iş, özel hayat ve sosyal yaşamımda edinip tükettikçe katmerleşen o müthiş ve başarılı uyumumdan bahsetmeliyim.

İyi güzel de, tüm bu “anlar”ı yaşarken, olur ya, sadece ihtiyaçları olan ve taşıyabilecekleri kadarı ile, doğa ile iç içe, uyumlu, sade, cesur ve basit bir hayat yaşayan Nepal yerlileri, Kızılderililer ve Aborjinler kadar mutlu bir yaşam sürebileceğimin garantisini bana kim ve nasıl verecek?

Ey şaşmaz bilincim!.. bu yapay cennetin pırıltılı nimetlerine kanma, soluksuz kalma ve beni bu geçici küresel mevsimlerde “an”a, “bugün”e kanıp sensiz bırakma!..

Ve ben aslında nerede olmalıyım?

Anladım ki başım, gövdem ve ayaklarımın ahenkli uyumuyla, dün, bugün ve yarınımın bilinçli bütünlüğüyle en iyisi ben kendimde olmalıyım.

Yoksa hep bir dilek kipi halinde;"Ersin" olarak kalırım. Ben ancak kendimde olursam "Erdi" ya da "Ermiş" olabilirim.

Not: Yazının devamı için bkz. : http://blog.milliyet.com.tr/-gunu-yasa-----halleri-ve-yarattigi-cagrisimlar--2-/Blog/?BlogNo=89916 

Fotoğraf: www.kaliteliresimler.com

İ.Ersin KABOĞLU,
Şubat 2008, Ankara.

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..