Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Kasım '11

 
Kategori
Felsefe
 

“Habis Hâne”den notlar…

“Habis Hâne”den notlar…
 

"Habis Hâne"yi "OKU"mak...


33 Yıllık Bir Mahkûmun Hapishâne Notları

“Allâh ‘kendi’ne yönelenleri hakîkate erdirir!”

“Allâh hak olarak mîzânı (muhakeme kuvvesi-vicdan muhasebesi) inzâl etti.”

Yol bitti artık. Tüm sanal uzatmalar tükendi ve çok uzun yıllardır sürdükçe süren o çok süptil, o çok sinsi “gölgeler oyunu” soluksuz bıraktı beni! Aldığım nefeslerin nefes olmadığına uyanma değil, teslîm olma vakti bugün! Daha önceleri çoook “uyandım” çünkü!  Uyandım sandım, aldandım, daha açığı çok profesyonelce kaçtım. Ve gidecek hiçbir yerim yok artık şimdi! Kalmadı! Burası son durak! Umarım…

Daha önce ‘kendi’me, kendi yalanlarıma dâir “yakaladığım” tüm sıradışı noktalara rağmen gidecek birçok yerim oldu! El çabukluğu mârifet arkasına saklanıp hoş vitrinlerle çirkin manzarayı kapatacak ‘yepyeni’ (!) aşamalar!

“Hayy”at zannettiğime dâir yeni hedefler, çok daha âlî ve ilâhî amaçlar, ilim, daha farklı entelektüel derinleşmeler, benliksizlik fikri, kâmil insan idealine yönelik daha tâze giriş kapıları, vesâire, vesâire…

Düştükçe bu cicili bicili, bu çok yüce (!) ve tırnak içinde asil hedeflere, can simitlerine tutundum. Yeni yeni teoriler, yeni yeni filozoflar, yeni yeni âlimler, türlü tasavvufî ekoller, “Aaa! Bak bu müthiş işte!” dedirten farklı farklı mütefekkirler ve paradigmalar…

Sokaktaki sıradan insan değildim ben ne de olsa ve âlî kimselerle meşgul olmalı, derin hakîkatlerle ilgilenmeliydim..! Ne denli ayrıcalıklı ve ulvî bir şahsiyet isem artık…

Ve en yalın, en açık, en net tanımıyla “kendi”mden kaçıyordum ben! Kendi bilinçaltı oyunlarımdan, kendi defolarımdan, kendi ârızalarımdan, kendi sahtekârlıklarımdan kaçışın çok usta, çok profesyonelce bir yoluydu izlediğim! Son derece estetik ve stratejik bir kamuflaj!

İlim makyajlı, fevkalâde sinsi bir kendinden kaçış operasyonu…

“Hadi canım sen de! Amma yazmışsın!”dediğini duyar gibiyim Amigdala’nın! Daha özlücesi, ânî bir korku ile alanını korumak isteyen reflektif ve sakat tarafın! “İşi bu kadar çetrefilleştirmeye ne hâcet kardeşim! Niyet eder ve düşersin yola, Allâh da açar kapını ona göre!” deyip arâzî olmak istiyor; ama bilmiyor ki aynı kaçış sendromu ile aynı kapıları zorlamış birinin zarûrî cümleleri bunlar ve hava olsun diye edilmiş beylik sözler de değil mâlesef…

Ve şimdi, şu an gidebileceğim hiçbir yer yok artık, kalmadı. ‘Kendi’mden, kendi yanılsama ve oyunlarımdan, kendi kendimi kandırmacalarımdan başka. Çünkü 33 yıllık bir mahkûmun yüksek duvarlar arasındaki kokuşmuş hücresi tüm boyutlarıyla karşımda şimdi ve içeride, dışarıda, ötede, beride, her yerde, her nerede olursa olsun “Hakîkat”e giden yollar bana kapalı!

Bu söz belirli veri tabanlarında tepki ile karşılanıp, “Allâh’ın rahmetinden ümit kesilmez! Bu sözü söylemeye hakkın yok! Bunu sen bilemezsin, kimse bilemez!” gibi söylemlerle âni savunmalara sebebiyet verecek biliyorum! Çünkü kimse kendini benim yerime koymak istemeyecek, hızla “olan”dan kaçma isteği duyacak, faydasız bir panik yaşayacak…

Ama yine de söylemeli; zîrâ bu, “insan”ın görmek istemese de yüzleşmek zorunda olduğu yegâne gerçeği, kaçınılmazı, seçim şansı olmayan reddedilmezi!

“İnsan”ın diyorum, çünkü nefsim kendi şahsına münhasır daha pratik ve kestirme yollar inşâ etmeyi çok ama çok istedi; fakat sonunda kendine özel, torpilli bir yol olmadığını zor da olsa anlayınca “Mâdem başka bir çıkış yolu yok ve benim gözüm de epeyce yükseklerde, o hâlde oturup şu yalanlarıma bir demir atayım güzelce!” dediği bu zarûrî noktaya geldi.

Evet, güle oynaya, kendi tercihimle gelmedim buraya; YOL beni mecbûr etti! Kendi tercihimden kasıtsa nefsim elbet! Nefsim kendiyle yüzleşmeye değil, kendinden kaçmaya ve sürekli bir “Cilala parlat!” modeliyle enâniyet hânesine yüksek puanlar düşmeye dayalı bir yapı nihâyetinde! Dolayısıyla çok tabîdir ki gelmek istemeyecek bu sıcak mahale.

Canının yanmasını, düzeninin bozulmasını istemeyecek elbet! “Hârikasın!” diyecek, “Yapılması gerekenleri zâten yapıyorsun! Gerisi nasip kısmet!” diyecek, sürekli bir “Her şey kontrol altında!” mesajıyla durumu idâre edecek ve siz çoook uzun yıllar tırnak içinde bir “çakma ilim”le meşgûl olup “Hakîkat Kitâbı”nın ciltlerle kitap yüklü merkeplere benzettiği o tâlihsizlerden bir tâlihsiz olup çıkacaksınız, idrâkı oluşmamış ilmin sizde yarattığı o kaçınılmaz yük ile!

Sözün özü şu! O’na bu şekilde gidebileceğimi zannediyorsam bu beniM bakışıM! Ama “Hakîkat” değil! O’na gidebilmek için kendi kendime ne tür oyunlar oynadığıma uyanmam ve kendiM yazıp kendiM yönettiğiM sanal senaryoların “Sistem”de hiçbir yeri olmadığına aymam gerekiyor! Ve bunun için de aynadaki “usta şarlatan”la hiç istemesem de yüzleşmem, göz göze, diz dize gelmem, onunla iyice bir hâlleşmem şart!

Bir Ramazan bereketi içinde kalbimden damıtarak kaleme aldığımı sandığım iki üç sayfalık, fevkalâde estetik (!) ve hoş bir duâyı, bir zaman önce tâze bir heyecan ile, ilmine çok güvendiğim ve gönülden tâkîp ettiğim bir büyüğüm ile paylaştığımda “Duân bana Niyâzî-i Mısrî’nin ‘Dağlar gibi kuşatmış benlik günâhı seni; günâhın bilmeden gufrânı arzularsın.’ dizelerini anımsattı!” deyince birden kırılıp dökülüvermiş, içimden bir şeylerin kayıp gittiğini hissetmiştim pek belli etmeden.

Zîra bilmiyordum o vakit, nâdanı terk etmeden yârânın, hayvanı geçmeden insanın arzulanamayacağını! “İyi bir şey yaptım, duâmı yazdım gönülden; denecek lâf mı bu şimdi!” diyordum içimden…

Dışarı üfürmekle yakılır mı bu ocak!Gönlün Hak’ka vermeden, ihsânı arzularsın!”diyen Mısrî ne demişti, ne bilecektim ki ben! “Camı temizlemeden aynayı arzularsın; Zünnârı kesmeden imânı arzularsın…”hitâbının bana olduğunu nereden görecektim…

Velhâsıl “O” tüm rahmet ve merhametiyle kapıları ardına kadar açık tutarken, ben yaptıM bunu! Kapıyı kendi suratıma kendiM kapadıM ve şimdi kalın duvarlar ardındaki yaban hayatım tüm dehşet ve vahşetiyle önümde duruyor. Tam karşımda ve kaçacak hiçbir delik yok artık!

Çok kalın, gökyüzünü kapatacak kadar uzun ve üzerime üzerime gelen yamuk yumuk kayalardan oluşuyor, beni bir metrekarecik bile diyemeyeceğim o sınırlı alana hapseden bu ürkülesi duvarlar!

Yerinden oynatılması imkânsız görünen taşlaşmış düşüncelerim, zanlarım, “Hayy”ata dokunmama engel devâsâ korkularım her biri ve her dâim gardını alarak yaşamış bu zulmet varlığının, bu 33 yıllık yarasanın mîlâdı bu hazin fotoğraf… 

Ürküten manzarayı zaman zaman ucundan kıyısından görüp ‘Tamamdır, olacak bu iş!’ diyerek daha ustaca kamuflaj yolları arayan güçlü merkezin tüm stratejik uzatmaları bitti; sistem çöktü ve ben insanlar arasında öyle ya da böyle mutlu mesut yaşadığımı “düş”ünürken daracık hücremde kendi yalnızlığıma taptığımı ayn’el yakîn gördüm!

Gökyüzünden mahrum küvezdeki Matrix hayatım, tüm acısı ve sancısıyla kucağıma düşüverdi birden ve anladım ki kendimize kondurmaya korkarak bambaşka insan profillerine ihâle edip süratle kıyıya kaçtığımız o ürkülesi, titrenilesi “şirk” hâli, ‘Hakîkat’ten ayrı düşmüşlük yaşantısı, sazlığından koparılan kamıştan mecazla anlatılan o büyük parçalanma ve biteviye bir ters yöne kürek çekiş, 33 yıllık yaşamım benim!

Kendi kendini kendi cennetinden kovmuş bir 33 bu! Otomatikman cennete kurulan, kurulabilen bir 33 değil! Sağına soluna bakıp incelemeden göğsümüze bastırıverdiğimiz o klasik ezberimiz yine incinecek ama; olan da bu işte…

Kimseye ama kimseye güvenmeyen, sevgi insanı olduğunu vehmetmesine rağmen hakîkatte kimseyi sevmeyen, gerçek “şefkat” ve “sevgi” ile hiç tanışmadığı için sürekli “iyi”yi oynayan, sâdece oynayan 33 yıllık bir mahkûmun yüksek taş duvarlar ardındaki ürküten ve acıtan yalnızlığının maskesi, hiç beklemediğim bir anda düştü ve çırılçıplak kalıverdim ortada!

Diline doladığı sevgi, şefkat, merhamet, hoşgörü türünden tüm değerleri “Tanıyorum!”, “Yaşıyorum!” zannıyla kendi kendine masallar anlatıp birilerine de bunun eşsiz edebiyâtını parçalamaktan geri durmazken kalbine ulaşamayan, kalp mahallinde kalbiyle değil, kocaman bir boşlukla yaşayan bu garip mahlûkun otuz küsur yıllık antika perdesi iniverdi birden…   

13 Ekim 2011 diyor bugün kronolojik zaman ve benim zamanın ötesinde kat edilecek asıl yolum başlarken, canımın çok daha fazla yanacağını iyi biliyorum. Korku ve cesâret yan yana, dürüst olmalıyım.

Daha önce gördüklerim birer parçaydı ‘kendi’me dâir; ama şimdi gördüğüm çok daha acı! Öylesine gardımı almışım ki tüm varlığa, bugüne kadar en yakınlarım dâhil kimseye ama kimseye dokunmamışım! Dokunmak istememişim! Her şeyden, tüm varlıktan korkakça soyutlamışım kendimi…

Karanlık fikirlerin yönlendirmeleri ve kendi duygusallıklarıyla dağlara çıkıp mâsum insanlara ölüm saçanlara yine kendi duygusallığımla köpürürken, en büyük terörist ben olmuşum varlığa!

Eşime, dostuma, aileme, arkadaşıma, komşuma, hısım akrabaya, tüm çevreme ve en önemlisi “Zübde-i Âlem” deyip “Anladım!” zannıyla geçiverdiğim “kendi”me, o biricik rahmet hazînesine…

Çok ama çok acıtan bir gerçek bu varlığımı! Cennetine doğmuş pırıl pırıl bir enerji okyanusunun cinnete dönen büyük yalnızlığı… Akıl almaz bir trajedinin, en iç kulağımdaki zaman üstü yankısı…

Ve kalbimin yerinde kalbim yok bugün! Çalınmış, yerinden alınmış sanki! Çok tehlikeli bir felç hâlindeyim; kalbim tutmuyor, ellerim, gözlerim, hislerim ve bilincim, her şeyim ama her şeyim yarım…

Elinde satır, biçecek doğrayacak adam arayan bir cellat gibi dolaşmışım nicedir “Hayy”atın o naif, o zarif, o son derece ehemmiyetli sokaklarında ve ayaklarımda onlarca çamurla girmek ne mümkün varlık evine, can dâiresine; yanılmışım, aldanmışım çok uzun yıllarca…

Gün olmuş kendi kendimi bıçaklamışım, gün olmuş en sevdiklerimi! Ve çatışmasız bir hayâtın mümkün olmadığına inandırmışım kendimi…

Acele ve peşin hükümlerle idâmına karar verdiği gencin “Rahmet kaldırılmış sizin kalbinizden! Mühürlü kalbinizin açılmasını dilerim!” dediği Reis Bey’in “Acımasızca idâma götürdüğüm çocuk, bana ‘Bir buz çölünde yol alıyorsunuz!’ demişti! Hepimiz, bütün bir insanlık buz çölünde yol alıyoruz! Aldığımız nefesler bile sipsivri kayalar şeklinde donuyor! Bakarken gözle bıçaklıyor, dinlerken kulakla zehirliyoruz!” feryâdı tam da beni anlatıyordu; o müthiş film benim içindi…   

Ve gökyüzümü kapatan yüksek duvarlar arasındaki ürküten yalnızlığım bir sürpriz değil bugün; kendi korkularımın, kendi kendime yabancılaşmamın, kendi kaçışımın, kendi tehlikeli ilüzyonlarımın, nihâyetinde kendi ellerimle yaptıklarımın, kendi veri tabanımın doğal bir getirisi bana…

Neşteri yaralarıma hafiften değdirebildiğim zamanlar da olmadı değil aslında; oldu ama, manzaranın bütününü görmek, onunla tamâmen yüzleşmek, ya da en azından ortadakine tam teslîmiyet bir başka!

Kaçacak hiçbir yerin olmadığını apaçık gördüğün o zaman üstü zaman dilimi velhâsıl… Ve ben çekirge misâlî kaça kaça o son noktaya geldim gâlibâ! O son, yâni ilk basamağa…

Ve ‘İlk basamak nefs-i emmâre!’ diye ne güzel de ezberlemişim; emreden nefsin güdümünde olduğunu görmenin ve sevimsiz de olsa kabûl etmenin daha evvelki, daha öncelikli bir basamak olduğunu yaşamadan önce! Karışsın kafalar, dağılsın varsın tüm kuru ezberler, ne çıkar! Durulmayacaksa denizler dalgalanmadan, korkusuzluk lafta kalmasın o zaman…

Geçmişte elim titreye titreye zor cebil tuttuğum ve fevkalâde acemisi olduğum neşteri yaralarıma değdirirken canım o kadar yanıyordu ki, tüm cerahati kökünden kazımaya çok yakın olduğumu sanıyor, “Vay be!” diyordum, “Ne de cesurum! Helâl olsun bana! Oldu bu iş!”… Ve şimdi görüyorum ki, gördüğüm manzara içine düştüğüm trajedinin yanında devede kulak bile değil!

Ama anlıyorum ki böyle olacak bu iş! Katmer katmer, kabuk kabuk ineceğiz o asıl vücûda! “Hakîkat” ancak kendi hapishanesini keşfedip kendi sanal benliğini deşifre edenlere, gerçek vicdan muhasebesinin hakkını verebilenlere açacak kendini ve “benlik hapishanesi”nden âzad, ancak bu lif lif soyuşlarla, soyuluşlarla gelecek, eğer gelecekse!

“Hakîkat”kendi hakîkatini açacağı kullarına önce kendi hapishanelerini keşfettirecek sonuçta ve sonu meçhul bu serüven, böyle başlayacak gerçekten başlayacak ise…

Halbuki kıyıdan kıyıdan gitmeyle, cici cici söylemler ve yolu yürümüşlerce ellere tutuşturulan hazır reçetelere uygun eylemlerle ne de güzel gidiyordu her şey! Pişti pişecek armut ağzımıza düşmek üzere değil miydi sâhiden de? Suya sabuna dokunmadan gâyet de güzel temizlenmiyor muydu ortalık!

Evet, temizleniyordu tabî!

Temizlendiği için kırk küsur sene “oku”madık külliyat bırakmayıp bu yollarda dirsek çürüterek onlarca sıradışı eser veren çağdaş dimağlar “Hâlâ işin dedikodusundayım! Ve iç acıtası bu durum fenâ yakıyor canımı!” diyerek insanın suratında tokat gibi patlayan söylemlerle, edep dâiresinde silkelemeye çalışıyorlardı, ‘Yola düştüm gidiyorum!’ sarhoşluğu ile oyuncaklarıyla cebelleşen o bebek ruhları, câhil cesâretiyle yol alıyorum zannında olan bizim gibi ahmakları!

Bu kadar kolay olduğu için “Evliyâlık falan taslayacak hâlim yok! Haddimi biliyorum! Hâlâ işin dedikodusundayım ve kendimle baş başa kaldığım vakit içimin çok acıdığına şâhid oluyorum!” diyerek çok ciddî, çok sağlam bir ayna tutuyorlardı, bizim gibi hazırcı, kolaycı, kestirme yollara bir alkol, bir esrar gibi bağımlı akl-ı evvellere…

Çağdaş olmayanları zikretmeye kalksak, içinden çıkılası değil zâten! Hangi birini sayacaksın ki dişiyle tırnağıyla kaza kaza, adım adım, nakış nakış kendi varlık sarayını inşâ eden o dikkat ehli, sabır taşı hâlis ruhların…

Ve en önemlisi, “varlık haritasında benim bugünkü karnem” ne;

neresindeyim bu kaçışı olmayan, fevkalâde ciddî güzergâhın?

Sadece, doğru değerlendirdiğini zannederken onu dahî beceremediği daracık zihniyle yaşayan, sınırsızlığını tanımadığı bünyesindeki sonsuz kuvvelerin bilincinde olmadığı için ne fizik bedenini ne de mânâ bedenini adam gibi kullanamayan, kutsal mâbedine, biricik varlık evine çer çöp ne bulduysa getirip tıkıştırarak onun eşsiz güzelliğini çirkinleştirmek için çırpınıp duran ve en önemlisi bu tablodan kaçmak, kendi sahtekârlıklarını kapatmak için ilmi bir dolgu malzemesi olarak kullanan utanması arlanması olmayan bir cehâlet âbidesi, gerçek bir âmâ!

Karneyse al sana hakîkî karne; yaklaş, kendi gözlerinle incele! Ya da akla kendini, savun; “Ama!” diye başlayan cümlelerle, “Niyetimiz hâlis!”, “Nasip, kısmet!” terennümleriyle yeni kaçışlar ekle içine düştüğün traji-komediye ve en derinlerde bir kurt kazanı gibi kaynayan binbir motivasyonun üzerine ört yine o en büyük silâhın olan kirli örtünü!

“Ey örtüsüne bürünen! Kalk da uyar! Elbiseni temizle! Pislikten uzaklaş!”hitâbı sana değildi nasılsa! Saklan gene o bin yıllık örtünün altına, daha içine içine gir sıcacık kozanın ve emniyete al kendini nasıl olacaksa!

Her koşul ve şartta, kurtulma şansı olduğu bir ölüme giderken dahî acı hakîkati, yalnızca hakîkati söyleyen Sokrates, “Siz derin uykularda uyuşuk bir at, bense sizi hayata döndürmek için başınıza musallat edilmiş bir at sineğiyim!” diyordu o ironik, sivri diliyle! Ve biz ne kadar atsineği varsa bize ayna tutacak, hepsini küreyip attık korkakça hayatımızdan! Şimdi ise yeni yeni at sinekleri istemiyoruz dünyaMızda! Yeni rahatsızlıklar ve yeni huzursuzluklara tahammülümüz yok kesinlikle…

Her şey suhûletle, güzellikle olmalı ne de olsa; öyle değil mi?

 Zâten bütün hakîkat ehli de kolaylıkla ulaştı ulaşması gereken menzile..! Hiç yakmadılar kendi canlarını! Güzel ve etkili duâlarla sipariş etiler nasıl bir makam ve mertebe düşlediklerini ve buna mukâbil ayarlanıverdi her şey…

Ayna nedir bilmedi onlar! “Kendi”lerini, kaygan nefislerinin incelikli ve sinsi oyunlarını temâşâ etmediler hiç! Onların zamanında ne bilinçaltı kavramı ne de psikanaliz vardı zâten, değil mi ama! İsteseler de nasıl bakacaklardı ki kendi derinlerine..!

Bir düşünce ışıktan kaçmayı istesin yeter ki! Öyle güzel, öyle estetik, öyle mantıksal zincirlerle, öyle ustaca uydurur ki işi kılıfına; ruhu bile duymaz, bunu kendi elleri ile yaptığını kişinin! Ve psikoloji bilimi, “akla uydurma” diyor, işte bu klâsik savunma mekanizmasına… Akla uydur-ma!

“Ego” ya da “nefis” denilen müphem yapıyı ete kemiğe büründürmede bugünün bir çağdaş nimeti olan psikolojinin sunduğu yöntemler, psikanalizin çizdiği yol haritası ya da bir başka köprü “güçlü merkez”in, içimizdeki o çok uyanık tanrının işine gelmedi mi, “Şimdi psikologluk mu oynayacağız, yoksa günah mı çıkaracağız!” deyiverir ilk filtre! İlk, yâni en sağlıksız, en tepkisel olanı!

“E o zaman hani tevhîdî okuma, hani her şeyin esmânın açığa çıkışı olduğu gerçeği, hani olana teslîmiyet, olanı değerlendirme?”diyecek olamazsın; çünkü orda çeker el frenini, tıkar ağzınıza cümleyi!  

Ve böyle mekanizma içre ne mekanizmalar var, ne mekanizmalar; ruhumuzun duymadığı, aklımızın yetmediği, gözlerimizin görmek dahî istemediği…

Velhâsıl yer gök “Rabbinin hangi nimetini inkâr edeceksin!” diye ân be ân sarsılırken, neden nefsin derin oyunlarını ete kemiğe büründürmede bana çok net bir harita olarak sunulmuş bugünkü bilim nimetini, psikolojiyi, psikanalizi, psiko-terapiyi değerlendireyim ki şimdi ben!

Teknolojiyi değerlendiriyor-muş gibi yapıyorum ya nasılsa! Psikolojiyle ilgili iki üç genel kavramı da dilime dolayıp entel dantel göründüm mü biter iş! Niye başıma iş açayım, kendi ellerimle kendi dehlizlerime inip kendimi rezil edeyim ki! Değil mi ama!

Psikiyatrist Dr. Mustafa Merter “Dokuz Yüz Katlı İnsan”ı yazdıysa yazdı! Ben de okudum! Daha ötesine inip de kendi mahzen içre mahzenlerimle yüzleşmemin anlamı, getirisi, kârı ne! Hem ruh sağlığım mı bozuk ki, psikoloğa, psikiyatriste, psikanaliste meyledeyim; kendimden gâyet de emînim! Her şey, “Tanrı”nın kontrolü altında…

Eskiden trafikte bilinçlenme ile ilgili bir reklam vardı ve çocuk yaşlarımda çok güldürürdü beni! Emniyet kemeri takmadığı için kazada ölüp rûhu göğe yükselen bir adamın son sözleri… “Sıkıyodu be abi!”

Ve rahmetli Yusuf Hayâloğlu’nun meşhur “Rıza” şiirinden bir dize… “Matematik ağır geliyordu, biz başka havadaydık!”…

İşte böyle geçti 33 yıllık çakma hayatım ve kendi ellerimle tek tek üst üste koyduğum bu tuğlalarla inşâ oldu o yarım metrekarelik sahte sarayım! Yeni uyandım, ömür tarlama bir saray değil hapishâne diktiğime ve hapisten kaçış için kazacağım tünelin beni ne kadar yoracağını hesâb etmenin faydasızlığı var, şimdi gündemimde…

Bütün hesaplar berhavâ oldu zîrâ! İlim sarayının altın varaklı basamaklarında seke seke süzülmek varken semâya, çıka çıka daracık bir hapishâne çıktı bahtıma! “Neden, niçin, niye?” diye yırtınmaksa beyhûde; zîrâ “Ameller niyete göredir!”, “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır!” incilerini gerçekten tefekkür etmedim zamanında! “Evet, evet! Aynen öyle!” deyip geçen tehlikeli mekaniğin neticesi ise ne olabilirdi ki başka?

Kısacası “Hakîkat”i tam olarak hangi niyetle, ne için aradığımı adam gibi sormadım kendime! Yarım ağızla, aynadaki kaçamak yüzleşmelerle “Hakîkat”i yalnız “Hakîkat”in kendisi için aradığıma inandırıverdim kendimi ve getirisi karşımda!

Hakîki niyetim gerçekten “Hakîkat”in kendisi olsa idi, bugün bu mu olurdu netice? Kendi sınırsız varlık vücûdunu kullanmak ne kelime, gökyüzünü, yâni “Hakîkat”i kapatan çok uzun ve yamru yumru kayalardan, taşlaşmış sakat düşünce ve zanlardan oluşan duvarların orta yerinde kalır mıydım bîçâre?

Demek ki başka, bambaşka motivasyonlar rol oynadı benim “Hakîkat”e uzanmamda ve ben o cadı kazanına arı bir dikkat, saf bir idrâk ve kâmil bir akılla yönelmedim aslâ!

“Ben hakîkati neden arıyorum? Asıl niyetim ne? Hakîkati hakîkatin kendisi için aradığımı tekrar edip dururken aslında bambaşka niyet ve motivasyonlarla, çeşitli korku ve çıkar arayışlarıyla kendi kendimi kandırıyor olabilir miyim acaba?”diye niye sormadım ki zâtıma!

Niye nefsimin “Ben ölmemeliyim! Ölemem! Mutlakâ sonsuza talip olup bir şekilde sıçramalıyım en başa!” diye yırtınan yanının “Allâh rızâsı”ndan, “Hakîkat aşkı”ndan çok başka bir şey olduğuna uyanmadım ki zamanında! Uyanmadım ve yıkamadım niyetimi, yeniden yeniden gerçek bir şuurla!

Sormadım, çünkü kendi kendini korumaya programlı o mekanik tarafım mâniydi, engeldi buna! O bana her şeyin yolunda olduğunu telkîn edip gemileri kıyıdan kıyıdan yüzdürmekle, daha doğrusu yüzdürüyormuş süsü verip derin uykularımı kesintiye uğratmadan tezgâhını yürütmekle mükellefti ne de olsa!

Ve ona kızacak ne var ki! O işinin başındaydı, bense çok başka boyutlarda… Hakîkatin kendi ağır geliyordu. Biz ise çok daha edebî havalardaydık; işin kolayında, cilâsında…

 “Hâlinden pişmanlık duymak ve üzülmek istiğfardır; ‘Estağfurullah!” demek değil!” diyor, çağdaş bir ufuk! Ve ben pişmânım şu noktada! Kayıplarıma, mekanik ve yabânî yaşamıma, yaşam sandığıma pişmânım bugün! “Cehd ediyorum, yol yürüyorum!” zannıyla yollarda kaldığıma, oyalandığıma pişmânım!

“Sevgi”den söz edip onun hakîkatinden zerre pay almaksızın edebiyat parçaladığıma, “şefkat”i aradığımı iddia ederken en büyük terörü estirerek varlık evimi imhâya kalktığıma, sınırsız bir varlık bedenim varken üç beş kuru ve çarpık düşünce ile kendimi Kaf Dağı’nda vehmettiğime pişmânım!

Bana sorun yaşatan her ilişkinin bana beni aştırmak için uzanan bir el olduğuna uyanamayarak kendi doğrularıma taptığıma, sınırlı veritabanıma gömüldüğüme pişmânım!

Sisteme meydan okumaya cüret ederken sistemi okuduğum zannıyla arkasından haberi olmayan devekuşu misâli kendi kendimi kandırdığıma pişmânım!

Yanlış duvara dayadığım merdivenimle çıka çıka bir boşluğa, tehlikeli bir uçuruma uzandığıma, çok uzun yıllar ilim nakışlı sırça sarayımı inşâ ediyorum diye hapishânemin duvarlarını boyadığıma pişmânım!

Ve nihâyet, niyetimi tâzelemek istiyorum bugün! Öyle bir yenilenme ve tâzelenme murâd ediyorum ki niyetimde; bir daha bana getirisi olmayan ameller değil, ufuk kaydettirecek, arınma ve yükseliş getirecek eylemler doğursun bu niyet!

Bedeli canımın yanması ise, bozulmaksa, kırılmaksa varsın öyle olsun! Yanlış bir yolda daha fazla adım atmaktansa, doğru bir yolda sıfırdan başlamayı yeğlerim doğrusu!

“Ne yâni, bu kadar yolu boşa mı geldim Elf! Bu kadar yıllık çalışmam boşa mı gitti!”diyerek üst boyutla bir nevî halleşme yaşayan Cem’e ne mesaj vermişti “Evrensel Sırlar”da “Hakîkat”?

“Boşa gelmiş sayılmazsın! Bu kadar yıllık çalışman, geldiğin noktada iyi bir mukallit olduğunu fark etmene ve kavramana yaradı! İyi bir gelişme değil mi..?”

 Yürüdüğüm bunca yol, daha önceki koza hayatımın ne olduğunu görmem içindi velhâsıl! Ve bugün gerçekten görüyorsam eğer, bu iyiye işâret olsa gerek! 33 yıllık serüvenden avuçlarımda kalan çok ciddî bir hayâl-i inkisâr olsa da, anlamlı bir hayâl kırıklığı bu!

Ne var ki iş burada bitmediği gibi asıl çalışma da şimdi başlıyor. Devir kendini kandırma devri değil de “mutlak gözlem” devriyse artık; önüne gelen her taşın altını kaldırıp bakma süreci de başlamış demektir. Otomatik tepkiler ve yargıların defteri dürüldüyse “Yaşasın! Hakîkati arıyorum!” sarhoşluğu da sona ermeli ve “mutlak ciddiyet”hâliyle hâllenme vücut bulmalıdır artık!  

Herhangi bir olayla karşılaştığımda bana öfke, gerilim, hoşnutsuzluk şeklinde sinyâller veren vücûdumu bu sinyâllere sevk eden motivasyonlarımın derinlerine inip onları, onların bir arkasındakini ve ondan da sonrakini anlama vaktidir bu vakit! Her ne ise yaptığım, hepsinin nedenini, ne içinini bulma, tüm niyetlerimi tek tek, yeniden okuma vakti…

Bir dere ya da çayda karşıdan karşıya geçmeden önce suyun derinliğine ve arâzînin akışına bakıp sağlıklı bir durum tespiti yapıyorsa her aklı başında insan, “mutlak dinginlik” hâlini istemeden önce “mutlak kaos” hâlini, “şehâdet” hâlini murâd etmeden önce de çepeçevre kuşatıldığım “taklit cenderesi”ni iyi anlamak, tanımak, idrâk etmek farzdır artık bana!

Yoksa “Tünel”i (Şirk-Düalite-Şaşı Düşünce) sağlıklı okumadan “Tümel” (Tek-Bir-Bütün-Hakîkat) nasıl açacak ki kendini şuuruma? Daha “insansı”yı anlamadan nasıl “insan”laştıracak beni; mümkün mü bu acabâ?

“Lâ İlâhe”yi tam okumadan, anlamadan, yaşamadan nasıl gelecek “İllâ Allâh”; basamakları teker teker çıkmaksızın semâya kanatlanmanın bir yolunu bilen varsa söylesin Allâh aşkına!

Ve en önemlisi, kim olursa olsun başkalarının yaptığı tanımları “Kes, kopyala, yapıştır!” mantığıyla zihin çekmecelerime doldurmam, ne derece kurtarmıştır beni geçmiş yaşamda…

“Mücâhede müşâhedenin kapısıdır!”diyen A. Geylâni Hazretleri’nin işâret ettiği, bu kopyalama sistemi midir meselâ ve gerçekleştirmedikten sonra onun bu dediğini ikrâr etmem ne derece fayda!

Kısacası ya “Estağfurullah!” çekerek suya sabuna dokunmadan kıyıdan kıyıdan gitmeye devam etmek var; ya da pişmanlığıma, hüznüme demir atıp bu hâlden kaçmaya çalışmadan, basamakları bir çırpıda üçer beşer tırmanıp kurtulabileceğim zannıyla hayâl kurmadan içinde bulunduğum hâl ile hâlleşmek, kendi yüzümü, belki de yüzsüzlüğümü tanımak, görmek!

“Kuru ezber ve edebiyatla ne elde ettin yıllar yılı cici çocuk! Hayvanının canını yakmadan nereye öyle! Demir at yalanlarına…”demek, gözlerim gözlerimde…

Ve perde!

Perdeleri açınca ortaya çıkanlar çok kötü kokular üfürüyor burnuma! Bencilliğin, kıskançlığın, sevgisizliğin, öfkenin, şiddetin, yarışın, kıyasın, kendini göstererek puan toplama çirkinliğinin, memnûniyetsizliğin, şikâyetin, rehâvetin, ukalâlığın, kibrin, cimriliğin, sahte tevâzûnun, gösterişin, sanal ama dev gibi bir korkudan sebep tırnaklarını kesmek nedir bilmeyerek hep tetikte yaşayan şizofrenik bir insan sûretinin, sınırsız bir cehâletin tüm katmanları basamak basamak seriliyor önüme!

Öz-güvenden, o bütünsel şuur ve yüksek farkındalık hâlinden yoksun olmasına rağmen, çizdirmekten ödü patladığı sanal karizmasıyla özgüven çığlıkları atıp korkudan mezarlıkta ıslık çalan o sinsi tüccarım, kuvvetli spotların altında sahneye çıkıveriyor utanç içinde!

İmânı hakîkate değil topluma olan o büyük korkağın trübünlere oynamak, bağımlısı olduğu alkışlara yenilerini eklemek için attığı o aptal taklalar güldürmüyor, ağlatıyor artık beni…

Hepsi benim bunların! Hepsi! Fazlası var, eksiği yok! Ve hakîkî tövbe, buradan kaçıp seri makyajlarla kendimi daha da bir soytarılaştırmadan burada kalmak, ana kaynaktan koptuğum yeri bulmak, altı üstüne gelmiş varlık evimi tanımak, bunun sancısını yaşamak, gözyaşını dökmek olsa gerek…

Geçmişe küfür etmeden, herhangi bir savunma mekanizmasının oyununa düşmeden, “Bu böyle oldu ama bundan oldu!”ların ardına gizlenmeden, hikmet gözüne çamur doldurmaya yeltenmeden, sahte benliğime dâir tüm erâcifi halının altına süpürmeye çalışıp tüm vehimlerimi, arzularımı, tutkularımı, korkularımı, öfkemi, kibrimi, kinimi, kıskançlığımı, saldırganlığımı, tembellik ve miskinliğimi bastırmak için anlamsızca debelenmeden, olanı değiştirme gücüne sâhip olmayan mâzeretlere sığınıp daha traji-komik hâllere düşmeden burada kalmalıyım…

Burada kalmalıyım ve beni tersine çevirmiş bu sahte benliğimin habis hânesinden, akl-ı selîmimi, farkındalığımı ve dikkatimi harekete geçirip bâsîretle hakîki özgürlüğüme süzülmeliyim!

“Lâ ilâhe”nin hasıraltı edilmiş tüm o sinsi uzantılarını, düğümlerini, kilitlerini bir bir, adım adım müşahede ederek çözmeli, görmeli, bodrum katlarımın en derinlerine inmeli ve oradan yeniden dirilerek semânın (bilincin) krallığına yükselmeliyim!

Kilidini kendi ellerimle üzerime kapadığım, duvarlarını yine bu ellerle boyadığım kendi hapishânemde, o habis hânemde kalmalıyım çok uzunca bir müddet! Kendimi güneşten mahrum bıraktığım ve duvara yansıyan gölge oyunlarını hakîkat zannettiğim o 33 yıllık benlik hücremde…

Ve kendimi tanımak, ona bakmak için çok verimli bir tarla olan bu altın zaman diliminde, bu azîz Arefe Günü’nde kendi Arafat’ıma tırmanmak, kendi cennetimi, kendi vuslatımı yaşayabilmek adına kendi iç kazımı gerçekleştirme murâdında olmak, mânîdar olsa gerek bugün! Yarın kesilecek kurbanlara eklenecek bir kurbanım var belki, kim bilir! Ve bodrum katlarında taşlanacak nice nice şeytanlarım…

33 yıllık benlik kafesim, o küf kokulu hücrem şu an “Â’raf”ta olsa da, belki de akacak kanı yârın! Cesâretle bıçağı çektiği için İshâk’a kavuşan, kavuşabilen bir nasipli de bu garip olacak belki; bu târihî noktada dönecek gün, açılacak arayıp da bulamadığım kalbimin dili ve akacak belki rahmet gözyaşlarım…

İşte bu büyük vuslatı yaşamak için ayrılmamalıyım burdan! Zîrâ sevgiliye sâdık, sevgiliye dürüst, sevgiliye samîmî ve bin pişmân olduğunu îtirâf etmenin en güzel, en anlamlı, en huşû dolu mahâlli bu daracık zemîn!

Gufrânın arzulanacağı en emîn belde kendi günâhın, kendi nedâmetin…

…   

Hem 33 yıldır burada değil miydim sanki!

Olan bu değil miydi?

Mekânım, yurdum bu sevimsiz kodes değil de bir başka yer miydi ki!

Zaman ötesi bir zaman kalmalıyım burada…

Zaman ötesi bakışlarım olmalı “kendi”me,

“gölgeler oyunu”na bir son için

ve dışarıda hiçbir şey kaçırmadığıma tam bir imân…

Ötesi, biteviye bir kendini kandırış…

Ve duydum işte! Duydum! İşittim!

“Yol açık! Hele sen bir yola çık!”diye kulağıma şefkatle fısıldadı o eşsiz, o sonsuz, o “BİR”icik! Kol kanat gerdi tüm acziyetimin, tüm cehâletimin üzerine yine hadsiz hudutsuz merhametiyle sıcacık!

Onu şimdi burada, bu sonsuz nedâmet durağında gerçek ve tavizsiz bir varlık muhasebesiyle beklemeyim de ne yapayım ki ben deniz! O’nu bu hikmet yurdunda ve bu rahmet damlaları g-öz pınarlarımdan damlaya damlaya beklemekten başka ne işim olabilir!

Kendi ellerinden tutarak “kendi”ni karanlık bodrum katlardan ışığa çıkaran o olmazsa olmaz şuur belki gelmek üzeredir ve yıllar yılı zulmetin yurdu olmuş ışıksız odalarda yolunu kaybetmiş o küçük çocuğa uzanan bu müşfik el, O’nun değilse kimindir…   

Ayten Çalış Yağmur

ayten_calis@hotmail.com

5 Kasım 2011 – Aliağa

  http://aytencalis.blogcu.com

 
Toplam blog
: 27
: 1562
Kayıt tarihi
: 19.01.07
 
 

İsmim Ayten Çalış. Tanıyanlar soyadımla müsemmâ olduğumu söylerler, bilmiyorum! Ama "Sen kendini ..