Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Nisan '13

 
Kategori
Magazin
 

‘Hay Emeğini Seveyim’ derken ‘Aşka Gel’ememek…

‘Hay Emeğini Seveyim’ derken ‘Aşka Gel’ememek…
 

İçinde yaşadığımız ortamın ne kadar çelişkilerle dolu olduğunu hiç düşündünüz mü? Söylemler, eylemler ve gerçekler… Hepsi de birbirini yalanlar durumda. Öte yandan hepsi de kendi içinde mantıklı bir gerekçeye sahip. Yani haklıyla haksızı birbirinden kesin çizgilerle ayırmak oldukça güç.

Bu giriş de nereden çıktı diyeceksiniz… Nasıl çıkmasın ki? Aynı günün içinde, televizyondan yaşama pek çok örnekle karşılaşınca ister istemez çelişkileri sergileme ihtiyacı doğuyor.

İşte size iki güncel örnek…

***

İlk çelişkimiz, herkesi yeni bir tepki yürüyüşü için, 7 Nisan Pazar günü saat 16.00’da Taksim Tramvay Durağı’nda toplanmaya çağıran ‘Emek Bizim İstanbul Bizim’ platformu tarafından gündemde tutulan Emek Sineması üstüne…

‘Durumu güzel özetliyor, değil mi?’ diyen Alin Taşçıyan’ın sayesinde öğreniyoruz ki, sevgili Atilla Dorsay ustamız Emek Sineması’nı kontrol ederken bir işçinin fiziksel tacizine uğramış. Geçmiş olsun dileklerimizi ilettiğimiz Dorsay’ın tüm yaptığı, tevekkülle öne eğilmesi gereken başı, Emek Sineması’ndan içeri uzatıp ne olup bittiğine bakmaya yeltenmek.

Ah sevgili Dorsay ahh… Ne haddinize sizin, ‘mevcut halini koruma’ garantisiyle(!) AVM tepesine taşınacak olan Emek Sineması’nın içine girmek? Yoksa siz, basın mensuplarının Emek çalışmalarının her aşamasını görebileceklerini söyleyenlerin samimiyetine inanmış mıydınız?

Basın toplantısında konuşulanlar mazide kalınca, durumdan vazife çıkartmayı marifet sayan işçiler de işte böyle yaparlar. Önce sözle uyarırlar, olmadı adamın boğazına sarılırlar.

Koltuklar dâhil içerideki her şeyin tam bir yıkıntı haline getirildiğini söyleyen Dorsay’a da yapılan bu zaten. Dorsay’ın kendisini boğazına sarılarak dışarı çekmeye çalışan işçiye karşı tepkisine gelince… ‘Bari bir de yumruk at, tokat at’ vakurluğundan ibaret. Anlayana…

Her şey bir yana, Emek nezdinde gelinen durumu resmeden Dorsay, adamın cesaretsizliği sayesinde ucuz kurtarmış. Emek Sineması’nın tarihini kollarken tarih olmak da vardı hesapta!

Ancak bu ufak çaplı saldırı dahi gösteriyor ki, çelişkiler diz boyu. Bir yandan ‘Hollywood on Bhosphorus’ projesiyle dev platolar kurdurulup İstanbul’u sinemanın yeni merkezi yapmak üzere girişimler sürdürülüyor, kültürel değerler üstüne nutuklar atılıyor… Öte yandan Beyoğlu’nun tarihinden bir parça olan yapıları korumak isteyenler, SGK’ya ait bir kamu mülkü olan Emek Sineması’nın, taşınacağı AVM tepesinde aynı tarihi ve mimari bütünlüğünü koruyamayacağı hassasiyetini taşıyanların hırpalanması için hoyratlık bilinci aşılanıyor.

Bu çelişki değil de nedir?

***

En vahimi de, İstanbul’un bize geçmişten miras olduğunun unutulması. Uslanmaz mirasyedi pervasızlığıyla onu tüketmek mi, yoksa değerlerine değer katıp gelecek nesillere devretmek mi daha doğru? Bunu derinlemesine düşünmek gerek.

Tabi bu noktada da yeni bir çelişki çıkıyor karşımıza. Bunca zaman kendi haline bırakılan tarihi değerlerin yıpratılmasına göz yumma boş vermişliğine bürünenlerin, bugün sergilenenler karşısında ne derece söz hakkı bulunduğu!

Mesela bugün basın gösteriminde ‘Zerre’ filmini izlerken aklıma takıldı… Filmin çekildiği bölgedeki evlerin ve buralarda yaşayan insanların mağduriyeti Tarlabaşı’nın birebir gerçeğiydi… Ki bu gerçek tam bir felaket.

Peki, öyleyse dizilere ve filmlere de konu edilen Tarlabaşı dönüşümüne karşı durmanın haklılık payı neydi?

Tarihi, çöküşüne terk edip mevcut mezbeleliği ve sefaleti korumak mı doğru olan? Yoksa bilinçli bir restorasyonla ortamdaki standardı yükseltip geleceğe aktarmak mı? Zor bir ikilem.

Aslında rant konusunu devreye sokmayınca çözüm o kadar da problemli ve tepki çekici olmayacak ama… Taşı, toprağı altın olan İstanbul için ne yazık ki bu mümkün değil! O zaman da dönüşüm, yenileme gibi yaftalarla gözlerin boyanması ve tarihi değerlerin, tarihin tozlu sayfalarına yollanması kaçınılmaz oluyor. Tabi, tepkiler de.

 

Televizyondan çelişki örneğimiz ‘Aşka Gel’…

TV 8’de hafta içi her öğleden sonra yayınlanan ‘Aşka Gel’ programının çekimleri sonlandırıldı. Mehmet Ali Erbil’in sunumuyla ekrana gelen ve kızlı erkekli yarışmacılardan oluşan şamatalı programın noktalanma gerekçesi olarak öne çıkartılan, Erbil’in müstehcen konuşmaları. Daha önce de bundan dolayı ceza alan kanal, reytinglerin düşüklüğünü de bahane edip ‘Aşka Gel’i bitirmiş.

Ben de zaten ‘Turist Ömer-Boğa Güreşçisi’ filminde dekolteyi buzlayıp tepkiler üzerine olayı teknik hataya bağlayan, ardından ‘Kanun Benim’ filminde gecelikli kadının göğsünü buzlayarak önceki özrüyle çelişkiye düşen TV 8 nasıl oluyor da Mehmet Ali Erbil’in bu söylemine izin veriyor, programı sonlandırmıyor diye merak edip duruyordum.

Öyle ya, katılımcıların kumaş kıtlığındaki kıyafetleri bir yana cicişlerin dekolte şovları, ‘gül memişler hoplasın’ tarzı dansözleriyle ekrana taşınan ‘Aşka Gel’e bakıp da aşka gelmemek ve sansürcü oklara hedef olmamak imkansızdı.

TV 8 sağ olsun bu çelişkili durumu ortadan kaldırınca, merakım da sonlandı. Ancak sözle eylemin çeliştiği noktada ortaya çıkan uygulama şekli yeni bir merakı daha doğurdu.

Erbil’in açık saçık esprilerinin sonlanma bahanelerinden biri olarak gösterilmesine karşın yeni bir programla anlaşma yapılana kadar ‘Aşka Gel’in tekrarlarının yayınlanacak olması nasıl izah edilebilir? Madem aslını inkâr etmeyen ve yıllardır aynı üslubu kullanan Mehmet Ali Erbil’in söyleminden rahatsızlık duyularak kaldırılıyor o halde tekrarları nasıl oynatılıyor? Erbil o bölümlerde müstehcen konuşmamış mı? Yayından kaldırılışın asıl gerekçesi reyting ise o halde Erbil’in esprilerinin sonlanmada etkili olduğu neden magazin medyasında yer buluyor? Aslında TV 8’in reytingi pek de önemsemediğinin diğer yapımlarıyla meydanda olması bir yana, ‘Aşka Gel’in bu formatla reyting almaması da pek mantıklı değil.

İşin yoksa perhizi bozan lahana turşularını hatırlatan çelişkili durumlarda mantık aramak için kafa patlat dur. Zor dostum zorrr…

***

Başta da dediğimiz gibi, tarihi yapılar ve televizyon programı üstünden örneklediğimiz, sayısız çelişkileri yaşamımızın her katmanına yaymak mümkün. Ancak ne çare…

‘Dünyadaki en sağır edici ses, acı çeken bir mazlumun suskunluğudur’ demiş Hz. Ali! Tepkilerin duymazdan gelinmesine anlam veremeyenlere karşı, durumu en iyi özetleyen de bu söz. Mazlum suskunlarımız o kadar çok ki, sağırlık da o denli artmış!

Sağır edici seslerin bolluğunda ‘Hay Emeğini Seveyim’ diyenler de, ‘Aşka Gel’emeden hüsrana uğramış…

Emek vermediklerini yok etmede, emeğini esirgemeyenlere ithaf olunur.

 

Anibal GÜLEROĞLU

guleranibal@yahoo.com

www.twitter.com/guleranibal

 

 
Toplam blog
: 1210
: 1542
Kayıt tarihi
: 10.04.10
 
 

İstanbul'da başlayan yaşamım, eski İstanbullu ailemden edindiğim kültürle gelişti. Birinciliklerl..