Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Mayıs '08

 
Kategori
Felsefe
 

"İyi insan" mı olmak, yoksa "kötü insan" mı? Hangisi?

"İyi insan" mı olmak, yoksa "kötü insan" mı? Hangisi?
 

Fotoğraf:www.veliunlu.com


Dünyaya gelişimizle birlikte, öncelikle ailelerimizin ardısıra da yakınlarımızın bizlere yönelik temel dileği olan bir özelliktir “ iyi insan olmak!” . Sonrası, ergenleşip büyüme sürecini takiben, rekabet ve rol alanlarının dayanışma ve içtenlik alanlarına göre çok daha geniş ve derin olduğu yaşamımızın o dik yokuşlarında ve zamanlarımızın o tozlu geçmişinde tam olarak başaramadığımız bir "oluş hali" dir bu hal. Bizden sonraki nesillere devrettiğimiz bir temenni, bir özlemdir “ iyi insan olmak” ve çevremizde bu durumu başarmış olanları görebilmek.

Nedir "iyilik" ve "iyi insan olmak" ? Herşeyden önce gerek iş gerekse sosyal yaşamda yasal ve toplumsal kurallara uygun, dürüst ve namuslu bir şekilde yaşamak geliyor akla. Üretken, çalışkan, bilgi ve görgüye önem veren, karşısındakileri yaşamdaki eylem ve düşünceleri ile aydınlatan, empati, dayanışma ve paylaşmayı bilen, bu yolla onlara güven ve umut veren, bilgiye, değerlere ve ilişkilerine sürekli bir sadakat duyan, alçakgönüllü ve nazik olmak ve benzeri olumlu özelliklerle, bunları bünyesinde barındıran insan geliyor akla.Oysa ki; günümüzün kaotik, rekabetçi, tüketim odaklı ve ona dayalı imajlar üzerine kurulu yarı gerçek yarı sanal dünyasında bu özellikleri edinip uygulayabilmek bireysel anlamda oldukça güçtür. Ayrıca sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel ve psikolojik açılardan da oldukça zor bir iştir. Bu bağlamda sosyal dayanışma eylemleri ve gruplarına dayalı " kollektif iyilik" imkanları gibi bir olasılığı düşünüyor insan. Fakat bireyci-küresel rekabet ortamında bu da gerçekleştirilmesi çok zor bir durum.

Bertolt Brecht’in sürgünde iken (ABD'de) yazdığı, ilk kez 1943'te sahnelenen “Sezuan’ın iyi İnsanı” adlı tiyatro oyunu gelir aklıma hep bu düşünceler zihnimde çağrıştığında. Özdemir Nutku’nun titiz ve özenli gayreti ile güzel Türkçemize çevrilen, ülkemizde ise ilk kez 1963 yılında, ikinci kez de 2004' te sahne alan bir eserdir bu oyun.

Oyun, Çin'in Sezuan eyaletinde geçen masalsı atmosferde bir oyundur. Oyunda üç Tanrı, yeryüzünde iyi insan kalıp kalmadığını öğrenmek için dünyamıza iner, Sezuan'a gelirlerler. Tanrılarla ilk karşılaşan yoksul sucu Wang, onlara kalabilecekleri bir yer bulabilmek için yardımcı olmaya çalışır. Bu konuda tüm çevresinden tek tek yardım isteyen Wang, bu yorucu çabalarından yalnızca sokak kadını Şen Te dışında bir sonuç alamaz. Ertesi sabah Tanrılar yola çıkmaya hazırlanırlarken Şen Te, sıkılarak da olsa onlara, içinde bulunduğu acımasız yoksulluğu dile getirir. Tanrılar, ekonomik işlere karışmadıklarını bildirmekle birlikte -karışabilselerdi dünya zaten bu durumda olur muydu?- ona bir tütün dükkânı alabilecek kadar para verirler. Şen Te Tanrılardan aldığı bu para ile dükkânı açmaya görsün; tüm beleşçiler, otlakçılar, kendisinden yararlanmak için soluğu orada almaya başlar ve ona büyük bir sıkıntı kaynağı oluştururlar. Bu durum karşısında Şen Te, hem bu kişilerden kurtulmak hem de iyilik yapmayı sürdürebilmek için çözüm yolu olarak acımasız bir teyze oğlu yaratır.

Oyunun kesin bir hükme ulaşan bir sonu yoktur! Yönetmen bunu seyirciye bırakmış gibi görünmektedir. İzleyicinin takdirine kalmış, artık kendilerince nasıl bir son öngörürlerse! Öngörüler kişiden kişiye değişebilirse de, “ İyiliğin beklenmediği yerde kimse uzun süre iyi kalamaz” diyen bir anlayışın ve “ İnsan, insancıl olabilmek için insanlık dışı bir savaşım mı vermelidir?” sorusunun dayanılmaz ağırlığı zihinlerde kalıcı bir yer işgal ediyor.

Bu bağlamda, diğer bir tarafta Marquis de Sade geliyor akla. Sadist zevkleri ve sadizmin isim babası olan fakat hayat, insan doğası, ölüm ve ölümsüzlük temaları üzerine de derin düşünceler üretmiş bir zat-ı muhterem. “Evrensel ahlak kurallarının tamamı boş fantezilerdir” diyen bir düşünür. Ona göre asıl sapkınlık insanın “iyi olma” mücadelesidir. Modern bilimler sayesinde önce ölümlü olduğunu idrak edip cennetten şüphe duymaya başlayan insanlar, her ne pahasına olursa olsun, şu kısacık hayatta arzularını tatmin etmenin amansız yolculuğunun peşine düştüler. Bu da kapitalizmin serbest piyasa mantığı içerisinde yaygın ve derin bir “arzu piyasası” yarattı. Oysa bu yoğun talebe karşın, günümüzün yabancılaşma egemen, neo-liberal, kapitalist ve küresel iktisadi dünyasının, arzuların gerçek tatminiyle birebir duyarlı bir ilişkisi olduğunu söyleyebilmek de oldukça zor! İnsanların doğal istek ve arzuları önce reklâmlar ve imajlar yoluyla coşturulmakta, markalar yoluyla çoğaltılmakta, daha sonra onlardan uzaklaştırılıp yayılarak, rekabetlerini sürdüren satıcılarca sulandırılmış kopyalarıyla satış yoluyla onlara pahalıca sunulmaktadır.

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=94464

Marquis de Sade ‘e karşı, tarihin o uçsuz derinliği içinde felsefe ve düşün dünyasında yanıt çok! Avrupa’ya özgürce düşünebilmeyi öğretmiş düşünür olarak bilinen Montaigne, ünlü “ Denemeler “inin “İnsan Doğası” başlıklı bölümünde “ insan doğasının yetersizliği yüzünden hiçbir şeyi duru ve yalın halde tutamıyoruz…” der. Seneca ise, “…mutluluk bile haddini aşarsa azap olur, bizi ezer…” demeden geçemez.” Kötülük etmeyi istememek başka, bilmemek başkadır” diyen de yine o’dur. Sokrates ise, “…Tanrıların biri hazla elemi birleştirip karıştırmak istemiş, bunu başaramayınca da bari şunları kuyruklarından birbirine bağlayayım demiştir…” diyerek haz ile elemin aşırı hallerde duygu dünyasında yarattıkları eş sarsıntının benzerliğine dikkati çekmiştir. Arkhesilas ise der ki, “Bütün iyilikler direnmekten, dediğinden dönmeyip dosdoğru gitmekten, bütün kötülükler de kadere boyun eğip her şeyi oluruna bırakmaktan gelir” .( Bkz. Montaigne, Denemeler, S. Eyüboğlu çevirisi, 29.baskı, s. 304)

Tarih boyunca yazılıp çizilen ve söylenen binlerce sayfa dolusu tüm bu soylu, doğru düşünce ve öğütlere karşın iyiler, haklılar, dürüstler ve alçakgönüllüler günümüzde de ezilmeye, ötelenmeye çalışılıyor. "İyiler" genellikle sıradan fakat hırslı ve Sade'nin tespitleri doğrultusunda alt beyinlerinde gizli kötülük tohumlarını her yere yayanlar tarafından ince ince yok edilmeye çalışıyorlar. Adeta "Güneş batarken küçük insanların gölgeleri uzuyor!".Trevanian'ın " Şibumi" sindeki dramatik öğüt geliyor akla: "...yenilgilerini senden daha zeki, iyi ve yetenekli olanların elinden tatmayacaksın. Seni yenenler, sabırlı, sinsi ve orta düzeyde insanlar olacak...".

Belirtmeden geçemeyiz ki, tek ya da çok tanrılı tüm dinlerin, felsefi, düşün ve ahlak akımlarının temel konusu olan ve göreceli kavramlar niteliğindeki “ iyilik-kötülük”, “iyi insan-kötü insan” ikilemi konusunda, zamana ve mekâna uygun, tatmin edici bir sonuca ulaşabilmek gerçekte oldukça zor ve çetin bir konudur! Filozoflar arasındaki tartışma ve sataşmaların hiçbiri, insanlığa en yüce iyinin, hayr-ı üla’nın ne olduğu sorusu üstündeki kadar sert ve çetin olmamıştır. Tarihte ilk ansiklopedi yazarlarından olan Roma'lı Varro’nun ( M.Ö. 116- 27) hesabına göre –daha onun çağında-bu kavgadan 288 mezhep türemiştir.( Bkz. a.g.e.,s.303)

Bu hususta son söz olarak, çağdaş denilen toplumların tüm eğitim, tüketim, inanç ve ruhsal sağaltım mabetlerinde adeta üstü kapalı bir şekilde neon ışıltılarla asılı olan “Dünyayı değiştireceğine kendini değiştir!” uyarısının aksine Arkhesilas’ın öğüdü doğrultusunda “ İnsan mı değişmeli, yoksa dünya mı?” demeden edemiyor insan!

Peki, ya sizce hangisi?

İ.Ersin KABOĞLU,

7 / Mayıs / 2008, Ankara.

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..