Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Şubat '13

 
Kategori
Magazin
 

‘Kelebeğin Rüyası’nda uykudan uyanma vakti…

‘Kelebeğin Rüyası’nda uykudan uyanma vakti…
 

Bir ermiş bir gün rüyasında bir kelebek olduğunu görmüş… O kadar etkilenmiş ki, uyanınca kafası karışmış ve sorgulamış; ‘Rüyasında kelebek olduğunu gören ben miyim yoksa kelebek mi rüyasında ben olduğunu görüyor’ diye! Cevabı, meçhul bir sorgulama…

Yaşamı, gerçek dünyayı görmemizi engelleyen bir uyku olarak yansıtan ve bir gün hepimizin uyanıp hakiki yaşamı bulacağımızı anlatan ‘Matrix’teki felsefeyle aynı bakış açısını yakalayan bu ermiş gibi, Yılmaz Erdoğan imzalı ‘Kelebeğin Rüyası’nı gördükten sonra, benim de aklım karışmış durumda.

Ne yalan söyleyeyim, bugüne kadar tüm yerli yapımlara giderken ‘başarı ve kalite’ konusunda daima bir parça önyargılı olmuşumdur. Genelinde de haklı çıkmışımdır. Çünkü kimi, oyunculuğuyla falso vermiştir… Kimi, gereksiz yere dramatize edilmiş kurgusuyla. Daha olmadı kulaklara rahatsızlık veren ‘ses’ tekniği, yerli-yabancı farkını fazlasıyla hissettirmiştir. Kısacası, öyle veya böyle kusurlarıyla ‘Bu bir yerli filmdir’ dedirtmiştir izlediklerim. Bundan dolayı Yılmaz Erdoğan’ı, Mert Fırat ve Kıvanç Tatlıtuğ’la buluşturan ‘Kelebeğin Rüyası’nın basın gösterimine giderken de bir parça olumsuzluk beklentisi içindeydim.

Ancak Atilla Dorsay’ın ‘Camiaya saygı’ konusundaki hassasiyetiyle, kafa karıştıran başlangıç saatine tepki gösterip Canyon Cinemaximum ve BKM sorumlularıyla tartıştığı gösterimde, daha ilk anından itibaren farkını ortaya koyan ‘Kelebeğin Rüyası’, saygı istenen camianın saygısızlıklarla örülü ikiyüzlü dünyasından çekip alıverdi beni…

***

Tıpkı ışıklı dekorlarla bezeli uzun koridordan misafirlerini geçiren ve kolonları şiirler yazılmış kaplamalarla süsleyerek, içeriğindeki şairlere selam yollayan galasının görsel şovunda olduğu gibi, benzerlerine Hollywood türü dönem filmlerinde rastlayacağımız pastellikte bir atmosferle ve Rahman Altın’ın özgün müziğiyle karşımıza çıkan ‘Kelebeğin Rüyası’ özünü, Aşk en güzel bahanesidir şiirin’ felsefesine dayayan bir çalışma.

Bu çalışmada, şiirselliğin büyülü dünyası insani gerçeklerin kömür karası acımasızlığıyla iç içe geçmiş.

Zonguldak’ta yaşayan15-65 yaş arası erkeklerin madenlerde çalışmasının kaçınılmaz ‘mükellefiyet’ olduğunu bildirir ‘İş Mükellefiyeti’ yazısı ve ‘Zincirsiz’ filmindeki köleler misali birbirine zincirlerle bağlı adamların, askerlerin gözetiminde çalışmaya götürüldükleri madenden siyah-beyaz görüntülerle açılışını yapan ‘Kelebeğin Rüyası’, mükellefiyetle çıkartılan kömürlerin karalığından kurtulup renklenirken, seyirciye de Anafarta İstanbul gemisinin kıyılarına demirlediği 1941 yılının Zonguldak havasını solutmaya başlıyor.

Şiiri Varlık Dergisi’nde yayımlanan ve yazısının tam altına ilan konulmamasını isteyecek kadar gazetede söz sahibi olan Behçet Necatigil(Yılmaz Erdoğan) ve güzel kızların neden çabuk büyüdüğünü merak eden Muzaffer Tayyip Uslu(Kıvanç Tatlıtuğ) ile ‘Bir şiirlik canları’ olduğunu söyleyen Rüştü Onur’un(Mert Fırat) Zonguldak’taki yoksul yaşantılarından görüntülerle, ‘Yaşamanın, yemek parasını peşin ödeyebilenler için güzel olduğunu’ hissettiren ‘Kelebeğin Rüyası’, hayallerin umutsuzluklarla tükenişinin öyküsü olarak gelişiyor.

 

Türk Sinemasının En İyi Ürünü!

 

İkinci Dünya Savaşı’nın buhranıyla yoğrulmuş yıllarda, azmin değil de hevesin ve duygunun peşine düşen iki şair arkadaşın, 22 yıllık kısacık ömürlerinin son demini kurgularla bezeyip beyazperdeye taşıyan ‘Kelebeğin Rüyası’, öyle her ruha hitap edecek türden bir yapım değil.

Vara yoğa gülebilen, romantizmi komedileştirenlerin basit dilinden konuşan ve efektlerden ibaret aksiyon meraklısı olanlar eminim bu filmden haz almayacaklardır. Her açıdan takdiri hak eden bu yapıtın temposu ve duygularla örülü şiirsel dili onlara ağır gelecektir.

Filmi, ‘Hastalıklı iki şairin hayatı’ olmanın ötesinde algılayamayan bu kesim için sözümüz; her şeyden önce şiiri sinemayla buluşturan, bunu yaparken de yaşamın en görkemli şiir olduğunu layıkıyla hissettiren ‘Kelebeğin Rüyası’nın, gerçek hayat hikâyelerinden yola çıkan bir film olduğu yönünde! Dahası, veremin ve yoksulluğun kol gezdiği bir dönemde, hayali iyimserliklerle süslenen bir kurgu yaratılıp şıkıdım şıkıdım göbek attırılacak da değildi herhalde.

Ayrıca film, Muzaffer’in okuma yazma bilmeyen Battal’a şiir satmaya çalışması gibi sahnelerle, ciddi görüntüsünün altında inceden inceye geliştirilen esprilere de sahip! Dolayısıyla içeriğin tadına varamamak, bu eleştirel diyaloglarla süslü toplumsal mesajlardan anlamayanların kaybı.

Bunun ötesinde gerek inandırıcı oyunculuğu, gerek sanat ve görsel yönetmenliği, gerekse devamlılıkta hayli başarılı olan kurgusuyla bir yıldız gibi parlayan film için söylenecek yegâne söz, Türk sinemasının bugüne kadarki ‘en iyi’ ürünü olduğudur!

***

‘Vatan Borcu Çalışma ile Ödenir’ ve ‘Varol İnönü’ sloganlarıyla dikkat çeken yapımda, herkes gibi olanlara şiir yazılmayacağını vurgulayan bilinç hassasiyetiyle zenginleşmelerine karşın yoksulluk ve hastalık pençesinde kıvranan şairlerin yer üstündeki özverili memuriyetleri, verem ve sefalet kâbus gibi çökmüşken dondurma ikram edilen partilerde bayram kutlayan partililerin üst tabaka yöneticiliğiyle kesişmekte…

Halkçılığa soyunurken halktan üstün olunan devirde yaşanan bu tezadı, kıyaslamaya gayet müsait olan sahnelerde kolaylıkla görmek mümkün. Maden ocaklarındaki hükmedici çalışma ortamından, gemilerin mevki ayırımına… Alt tabakanın halkevlerindeki tiyatro çalışmalarından, saygın kesimin parti bayraklı tenis müsabakalarına… Zonguldak’ın malzemesiz eğitim ortamından Kandilli Lisesi’nin elit görkemine türlü vesilelerle halkın ve halkçıların arasındaki uçurum kendini bu eleştirel içerikte çok net hissettirmekte!

***

Dönemin gereklerinin harfiyen yerine getirildiği ‘Kelebeğin Rüyası’nda, Zonguldak’ın ileri gelenlerinden Zikri Bey’in(Ahmet Mümtaz Taylan) kızı Suzan’ın (Belçim Bilgin) ve manav kızı Mediha’nın(Farah Zeynep Abdullah) yarattığı duygusallıkla yoğunlaşan içerik, o yılların illeti olan ince hastalığın yansımalarıyla daha da etkili hale gelmiş durumda. Son zamanlarda hortlayan verem hastalığının soğuk yüzünü sürekli hatırlatan ve bit kontrolü için çırılçıplak soyulan madencilerin sergiledikleri perişanlıkla, ülkenin kalkınmasında asıl etkili kesimin kimler olduğunu gösteren yapımda, inandırıcılıkla ters düşecek tek bir kare yok. Yani her şey hayatın içinden ve hayata dair…

Dolayısıyla bazılarını esnettiren tempo da, gereksiz uzun bulunan süre de bu içeriği seyirciye hissettirme noktasında gayet yerinde!

Ekranlarda karşımıza çıkan oyunculuk performansı yüksek isimleri bünyesinde buluşturan yapımda, oyuncuları da alkışlamak lazım…

Bu noktada Belçim Bilgin’e yöneltilen ‘yaş büyüklüğü’ eleştirisine katılmak mümkün değil. Çünkü rolünün hakkını veren Bilgin, rahatsız edecek bir duruş yaratmamış. Üstelik gençlik dizilerinde karşımıza çıkan otuz yaş üstü liselilerin tiplemelerini düşünürsek, Bilgin’in öğrenciliğinde de yadırganacak bir durum bulunmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.  

Yılmaz Erdoğan’ı yıllar sonra yeniden yönetmenlik koltuğuna oturtup Hollywood’la boy ölçüşecek bir yapım üretmesine neden olan; Mert Fırat’ın zaten bilinen oyunculuk yeteneğini bir kez daha görme fırsatı yaratan ‘Kelebeğin Rüyası’, Kıvanç Tatlıtuğ’un da oyunculuk kariyerinde bir dönüm noktası.

Gerek bedensel değişimiyle canlandırdığı karakterin görünümüne bürünen, gerekse yerinde mimikleriyle seyircileri duygularına ortak eden Tatlıtuğ, içten gelen ‘yetenek’ bulunduğu takdirde mankenden de oyuncu çıkabileceğinin en somut örneği olarak karşımızda. Özellikle iyice zayıflayan yüzünde daha da belirgin hale gelen gözleri ve bakışları çok etkileyici! Karakteriyle bütünleşen Tatlıtuğ, bir deri bir kemik haliyle yürekleri titretip gözleriyle konuşuyor adeta.

Sonuçta; özenli çalışma gerektiren dönem konusunun hakkını her açıdan veren, doğal ve etkileyici oyunculuğuyla da bu hakkı perçinleyen ‘Kelebeğin Rüyası’, istenildiğinde imrenilerek izlenen yabancı yapımlardan geri kalmayan film üretebileceğimizin ispatı olarak, başarılı ve uyumlu bir ekipten Türk sinemasına armağan! Demek ki, özenden ve emekten tasarruf edilmeyip yeterli destek de bulununca oluyormuş.

‘Belki bir kelebek o kadar memnun ki rüyasından, uyanmak istemiyor uykusundan’ dizelerine karşı ‘Kelebeğin rüyasından uyanma vakti bu olsa gerek’ diyerek, güzel olanın ölmek değil yaşanan olduğunu söyleyen filmin vizyon tarihiyle aynı gün raflarda yerini alacak olan ‘Bilinmeyen mektupları ve şiirleri Rüştü Onur Mektubun Avcumda’ kitabına geçelim.

 

‘Kelebeğin Rüyası’nın şairi ‘Mektubun Avcumda’yla da ölümsüzleşiyor!

 

Rüştü Onur, 1920’de doğmuş 1942 yılında hayata veda etmiş bir şairimiz. Kısacık bir ömür yaşamış ama yürek yakan mektuplar ve şiirler yazmış.

Rüştü Onur’un Muzaffer Tayyip Uslu’yla yarenlik ederek geçirdiği 22 yıllık ömründe kaleme aldığı özlemlerinin ve Mediha’ya derin aşkının ürünü mektupları, şiirleri ve resimleri 70 yıl boyunca gözlerden uzak kalmış.

‘Kelebeğin Rüyası’na konu olan Rüştü Onur’un karısına yazdığı hususi mektuplarının yanı sıra bilinmeyen aile arşivinde kalmış şiirleri ve özel fotoğraflarının tamamı, Kaynak Yayınları tarafından ilk kez bir araya getirilmiş.

Filmin önemli sahnelerinden birini kapağında kullanan bu özgün eser, Garip Şiiri’nin önemli temsilcilerinden sayılan Rüştü Onur’u ve o dönemi daha iyi anlamak adına dikkate değer bir çalışma.

Filminde, şair yanını konuşturup ‘Şiiri yayımlanmayan her şair dergi çıkartmak ister’ gibi yazın dünyasına yönelik gerçekçi saptamalar yapan Yılmaz Erdoğan’ın ‘önsöz’le katkıda bulunduğu ‘Rüştü Onur Mektubun Avcumda’ kitabı, Ortaköy mezarlığında ‘Boğazın lacivert sularına bakan’ bir sırtta eşiyle yan yana yatan Rüştü Onur’un duygu seline kapılmak ve hayatla ölümü bir arada hissetmek isteyenlere tavsiye edilir.

Hem belki böylece kaçınılmaz ölümü kabullenmek zorunda kalan, ancak yüreklerinde yaşam özlemiyle isyanlar taşıyan Rüştü’nün ve Muzaffer’in ölümle uyandıkları rüyanın özüne varmak daha kolaylaşır! Filmleri izlemek kadar okuyarak hissetmek de güzeldir.

 

Anibal GÜLEROĞLU

guleranibal@yahoo.com

www.twitter.com/guleranibal

 

 
Toplam blog
: 1210
: 1542
Kayıt tarihi
: 10.04.10
 
 

İstanbul'da başlayan yaşamım, eski İstanbullu ailemden edindiğim kültürle gelişti. Birinciliklerl..