Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Nisan '16

 
Kategori
Eğitim
 

"Kendi doğrularına" sımsıkı sarılmış bir insan!

"Kendi doğrularına" sımsıkı sarılmış bir insan!
 

 

İyi ki, bilincindeyim çağımın

İyi ki, yaşıyorum bütün boyutlarıyla

               Hasan Hüseyin KORKMAZGİL

Biliyorsunuz, muhtarın kızı Hatice Akkaya’yı, beşinci kız öğrenci olarak kaydetmiştim; Paşayiğit Ortaokulu’na.

Kesinlikle yeterli değildi bu; değildi de, hiç yoktan demesek bile, 2’ye göre 5 daha iyiydi elbette.

Paşayiğit Ortaokulu yalnız Paşayiğitten değil; Lalacık, Maltepe, Karasatı, Altıntaş, Karacaali, Çobançeşme köylerinden de öğrenci alıyordu.

Kim bilir, o köylerde de kaç Necmiye, kaç Selvet, kaç Hatice vardı! Her köyden ikişer öğrenci kaydedilmiş olsa, 14 kızımız olması gerekmez miydi?

Oysa onca köyden, Paşayiğit’e en yakın olan Maltepe’den bir kız öğrencimiz vardı yalnızca.

İkinci en yakın köy Lalacık’tan niçin bir tek bile yoktu?

Neden bu köylere gidilmesin? Neden öğretmenleriyle görüşülmesin? Mutlaka o köylerde de bir Haspi Öğretmen ve O’nun tavsiye edeceği nice zeki kızlar vardı.

İyi de nasıl gidecektim ben o köylere? Atım, arabam mı vardı?

Bırakın atı, arabayı; bir motosikletim, bir bisikletim bile yoktu.

İnsan bir işi yapmak istemezse, ne güzel bahaneler buluyor; değil mi?

İkna edici, inandırıcı…

Oysa bir işi yapmayan ya da yapamayan bir insanın ileri sürdüğü en güçlü ve en gerçek bir mazeretin bile beş paralık değeri yoktur.

Sözgelişi, biraz önceki mazeretim, gerçek bir mazeret midir?

Neymiş efendim, köylere gitmek için bir atım, bir arabam mı varmış! Ne yani, o günlerde kimin atı, arabası vardı ki! İlçelerde Kaymakamlık ve resmî birkaç kurumun resmî cibinden başka?

Pekiyi, bırakın Lalacık ve Maltepe gibi yakın köyleri Altıntaş, Çobançeşme, Karasatı gibi uzak köylerden her sabah nasıl gelip her akşam nasıl gidiyordu öğrenciler?

Mümin Çakır, Hüseyin Arda, Nevzat Çiftçioğlu, Vedat Kuru, Ekrem Arda gibi 12-13 yaşlarındaki öğrencilerim gidip geliyorlardı da ben mi gidemeyecektim?

Okuldaki odamda, işte bunları düşünerek dalıp gittiğim bir ikindi sonrası, yaşlıca bir amca gördüm kapıda.

Hafif kırlaşmış top sakallı bir köylü amca, durmuş bana bakıyor. Fark ettiğimi anlayınca:

“Müsaade var mı muallim bey?” dedi.

“Ne demek müsaade var mı? Burası benim değil, sizin okulunuz. Buyurun, buyurun!” diyerek gittim yanına kadar.

“Hoş geldiniz.” deyip uzattığım elimi, “Pek hoş gelmedim ama ben.” deyip gönülsüzce sıktı.

İyi de, o güne kadar hiç görmediğim ve tanımadığım bu adama ben ne yapmıştım da, “Hoş geldiniz” sözüme, “Pek hoş gelmedim” diye cevap veriyordu.

Şaka mı yapıyordu yoksa?

Hiç de şaka yapar gibi bir hali yoktu ve hiç gülmüyordu yüzü.

Babam yaşındaki bu “amca”yı nerde, ne zaman, niçin üzmüş, kalbini niçin kırmış olabilirdim?

Hiçbir cevap bulamıyordum, bu sorularıma. İşi şakaya vurup:

“Bize gelen herkes hoş gelir, safa gelir ve öyle gider. Siz de öyle geldiniz ve öyle gideceksiniz mutlaka.” deyip başköşeye oturttum.

Ben de yerime geçtikten sonra:

“Nasılsınız?” diye sordum. Çok kararlı idi cevap:

“Hiç de iyi değilim.”

“Affedersiniz, farkında olmadan size karşı bir kabalık, bir saygısızlık mı yaptım yoksa?”

“Hayır, hayır… Öyle bir şey olmadı da… Yine de çok üzdünüz beni.”

“Ne zaman, nerde?”

“Muallim Bey, sen beni tanımadın; değil mi?”

“Özür dilerim, tanıyamadım. Daha önce tanışmış mıydık, bilmiyorum.”

“Özür dilemene gerek yok. Ben, Muhtar Şaban’ın babasıyım.”

“Aa… Memnun oldum sizi tanıdığıma. Kutlarım sizi! Çok değerli bir evlat yetiştirmişsiniz. Efendi, kibar, çalışkan…”

“Öyledir, öyledir de… Bazen çok üzüyor beni.”

“Bakın, buna inanmam işte. Hiç kimseyi kırmayan sevgili muhtarımız, sizin gibi bir babayı üzer mi hiç?”

“Bile bile yapmaz da… Bilmeden oluyor.  Nitekim birkaç gündür çok üzdü beni.”

“Üzülmenizi hiç istemem. Konu nedir? Yardımcı olabilir miyim?”

“Elbette olabilirsin. Onun için geldim zaten. Şaban’ın kafasını sen çelmişsin çünkü.”

“Hangi konuda?”

“Torunum konusunda…”

“Torununuz?..”

“Bilmezlikten gelme şimdi. Gelinlik çağındaki torunum Hatice’yi, Şaban’ın ve çocuğun aklını çelerek ne diye alıyorsun ki bu okula?”

Çok daha iyi anladım ki o anda, şakası yoktu “amca”nın. Gerçekten de kavga etmek için gelmişti okula. Ne yapmalı, nasıl yapmalı da yumuşatmalıydım O’nu? Alttan alacaktım tabiî. Dikine gitmenin yararı yoktu çünkü.

“Doğru ya, Hatice Akkaya sizin torununuz! Ve bu okulun öğrencisi... Siz şimdi, gerçekten buna mı üzüldünüz?”

“Evet, buna üzüldüm.”

“İnanmam buna işte, inanmam! Sevinmeniz gereken bir şeye niçin üzülesiniz ki?”

“Nesine sevineyim? İlkokulu da Kur’an Kursu’nu da bitirmiş bir kız O. Çocuk değil…  Oturup çeyizini hazırlaması gerekirken, ortaokulda işi ne? Okuyup yazmayı da biliyor, toplayıp çıkarmayı da… Kur’an’ı okumasını da biliyor; ezbere duaları da… Başka ne öğrenir ki bu okulda? Affedersin, ayıptır söylemesi, göğüsleri çıkmış bir kızın ne işi var erkeklerin arasında?”

Haydi, kendinizi benim yerime koyun da, siz cevap verin bu sorulara, siz ikna edin bu “amca”yı…

Yaklaşık 65-70 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğime göre, 1900’lü yılların başlarında doğmuş olmalıydı; Yunanistan’ın Drama, Yenice, İskeçe dolaylarında. Ve o günden bugüne anasından, atasından bunları duymuştu hep. Yetmedi camide, mescitte…  İmamdan, hocadan… Elifba okuduğu ilk mektepteki muallimden…

Yani, yaklaşık 60-65 yıldır duyup ezberlediği  “doğru”ların yanlış olduğunu beş – on dakikada nasıl anlatabilirdim ben?

Yine de denedim ben bu zor yolu. Hizmetlimiz Mustafa’nın koşup yan kahveden getirdiği çaylarımızı içerken, “amca”yı üzmemeye, kırmamaya özen göstererek güzel güzel anlattım.

Söylediklerime “hayır” demiyordu ama “Sen yine de torunumu bana bağışla!” diyordu sık sık.

Kendi “doğru”larına sımsıkı sarılmış inatçı bir “amca”ydı; Hatice’nin dedesi.

“O’nu okuldan alırsak, gelecekte başta siz olmak üzere okumasına engel olan herkese beddua eder. Bunu nasıl göze alırsınız?” dediysem de, Nuh dedi, peygamber demedi; sevgili muhtarımın babası.

Yine de dış kapıya kadar güler yüzle, güzel sözlerle uğurladım “amca”yı.

Ne O beni ikna edebildi, ne de ben O’nu…

Bakalım, nasıl bitecekti; bu maçın sonu?

       Hüseyin Erkan

huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..