Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Ağustos '09

 
Kategori
Siyaset
 

“Kürt Açılımı”nın çağrıştırdıkları

Son günlerde medyanın, dolayısıyla kamuoyunun gündemine oturan olayların çağrıştırdıklarını sade vatandaşın gözüyle ve olabildiğince lafı eğip bükmeden yazıya dökme gereksinimi duydum. Bunları paylaşmanın da kimseye zararının olmayacağına inanarak blog yazılarımın arasına dahil ettim. Başlıkta da görüldüğü üzere konu “Kürt Açılımı” olarak nitelenen süreç. Başlangıcı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “tarihi fırsat” ifadesiyle Mart 2009 yerel seçimleri sonrasına dayanmaktadır. Son adımı ise Başbakan Tayip Erdoğan ile Demokratik Toplum Partisi (DTP) eş başkanı Ahmet Türk arasında tüm dikkatleri üzerine toplaması hedeflenen görüşmedir. Dışarıdan göründüğü kadarıyla bu sürecin unsurlarına bir göz atalım.

Sürecin bir unsuru DTP’dir. Bu parti açısından açıkça görünen Kürt etnik kimliği temelinde siyasetin benimsenmiş olmasıdır. Bu durum parti tüzüğünde açık olarak yer almasa da, ileri gelenlerinin özellikle son dönemdeki söylemleri bu gerçeğin somut kanıtları olarak ortada durmaktadır. DTP’nin geçmişinde zaman zaman, genel anlamda özgürlükleri öne çıkaran ve toplumun tüm kesimlerine yönelmeyi hedefleyen siyaset güdülmüş olmakla beraber, gelinen son noktada temel doğrultunun Kürt kimliği temelinde siyaset olduğu aşikardır. Nitekim bu yapısıyla halen Anayasa Mahkemesi’nde hakkında parti kapatma davası görülmekte olup, kararın verilmesinin uzadığı izlenimi mevcuttur.

Ancak, güttüğü siyasetle de kanıtlandığı üzere Kürt kökenli vatandaşlarımızı temsil ettiği iddiasına karşın, DTP’nin öteden beri ulaştığı oy oranı %5-6 dolaylarında olup, bunun da çok büyük bölümü ülkenin doğu ve güneydoğu bölgesine sıkışmıştır. Ülkenin geri kalanında ise, göç alan iller ve büyük şehirlerdeki simgesel varlığı dışında DTP, hemen hemen hiç oy alamamaktadır. Geçmişte denenen liberal sol ittifaklara rağmen sonuç değişmemiş, seçmen skalasında Kürt kimliği ile ayrışmıştır. Buradan çıkarılacak ilk sonuç DTP’nin iddia ettiğinin tersine tüm ülkede dağınık bir coğrafyada yaşayan ve kendisini Kürt olarak tanımlayan vatandaşlarımızın genelinin çıkarlarını temsil etmediği, sadece ülke coğrafyasının belirli bir kısmında PKK tehdidinden de güç alarak var olan bir siyasi parti konumunda olduğudur. DTP’nin özellikle son dönemde açık seçik izlediği siyasetin PKK ile en hafif tabiriyle paralel olduğu, parti sözcülerinin demeçlerinden rahatlıkla okunabilmektedir.

Sürecin diğer bir unsuru ise tek başına iktidarı temsil eden AKP’dir. Gerisinde olan biteni önemsemeksizin, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın ülkenin anayasal bir partisinin eş başkanıyla görüşmesi ve belirli konuları değerlendirmesinin sıradan bir olay olduğu düşünülmelidir. Ancak bu görüşmeye kamuoyu gözünde tarihi bir nitelik atfedilmek istenerek verilmek istenen anlam sıra dışı bazı sonuçların umulması gerektiğidir. Bu kapsamda ise dillendirilen başlık “Kürt Sorununa siyasi çözüm” olmaktadır. Bunun anlamı ise günümüz anayasal bağlamında Cumhuriyetin tek ülke tek millet temeline dayanan ve anayasanın değiştirilemez hükümleri arasında yer aldığı üzere “Türkiye Cumhuriyeti ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütündür” ifadesinde karşılık bulan yapısını en azından “millet” tanımında bugüne kadar benimsenenden farklılaştırma beklentisidir.

Bu noktada akla gelen bir soru da AKP açısından “Kürt sorunu” konusunda geçmişte değişkenlik içerse de benimsenmiş olan siyasetten sapma olup olmadığıdır. Kanımca bu sorunun cevabı bir taktik olarak olumludur. AKP, en son yerel seçimler öncesinde bölgede tüm gücünü kullanmış olmasın rağmen Kürt kimliğine dayalı siyaset İslami vurguya dayalı kaynaştırma siyasetine galip gelmiştir.

Diğer taraftan, PKK ve onun geçmişteki öncülleri olan Kürt kimliğine dayalı ayaklanmalar ülkenin tarihini ve sosyolojisinin somut bir gerçeği olarak durmaktadır. Bu olgunun gerisinde neyin yattığı tartışmalı olmakla birlikte; ekonomik, siyasi ve kültürel olarak gruplanabilecek nedenler bir arada sayılabilir. Sorunun çözümünün ise üzerine sertlikle gitmek olmadığı tarihsel olarak ve taze hafızalarımızda yer aldığı üzere denenerek ve bedeli ağır ödenerek çok taraflı olarak öğrenilmiştir.

Bu saptamalardan sonra akla gelen önemli soru yaşanan bu sürecin doğal olup olmadığıdır. Bunun cevabını ararken öncelikle yapılması gereken bir tespit, olan bitenin ikinci seçim dönemini süren güçlü bir tek parti iktidarı döneminde olmasının yürütme gücünün tek merkezde toplanması açısından normal karşılanması gerektiği iken. bunun karşısında ise hali hazırdaki görüntü olan tek parti-tek adam yapılanmasının sağladığı gücün aşırı güvenle ve hesapsızca kullanılması durumu yer almaktadır. Nitekim AKP tek parti gücünün tesisi ve kullanımı konusunda rejimin çekirdeğinin unsurları olan diğer kurumları ideolojik anlamda tek tipleştirme yönünde kuvvetli icraatlar sergilemektedir.

Yukarıda belirtilen sakınca bir tarafta dururken daha önemli bir soru da, siyaseten önemli bir girişimi başlatma riskini alan AKP’nin büyük tabloyu oluşturabilecek vizyona, yeterliliğe ve kurumsallaşmaya sahip olup olmadığıdır. Şu açıktır ki Cumhuriyetin son on yılında kağıt üzerinde kalmış bazı temel söylemlerinin değişmesi gereği açık seçik dillendirilmese de bazı zihinlerde hakim görüştür. Bu görüş aynı zamanda öteden beri özellikle tarafı olduğumuz müzakere sürecinde Avrupa Birliği gözlüğünden bakışla bazı dış belgelere somut olarak yansımıştır. Tüm bunları görmezden gelme lüksümüzün de olmadığı bugünkü koşullarda en temel soru ise; bir mecazla, değiştirilmesi önerilen eski moda giyisinin yerine önerilenin ne olduğudur. Mecazı sürdürürsek: Yeni giyisi hazır mıdır? Değilse patronu var mıdır? Prova edilmiş midir? Asıl korkulan ise yeni giyisinin aslında hiç olmadığı, bir yanılsama olduğu ve eskisini çıkarınca çıplak kalınabileceğidir. Bu somut korku çok da yersiz olmayıp onu var eden tarihsel gerçekler tüm canlılığıyla orta durmaktadır aslında. Bu tarihsel gerçekler, coğrafyamızda, merkezi gücün etnik ya da dinsel unsurlar arasında paylaşımının siyasi zafiyeti ve parçalanmayı beraberinde getirdiğimi işaret etmektedir. Bunlar bir tarafta dururken kısa geçmişe sahip arızalı demokrasimizin varlığında, toplumsal olarak siyasi olgunluğumuzun düzeyinin iktidar sahiplerini bu riski göze almaya teşvik ettiğini söylemek oldukça güçtür.

Sonuç olarak, daha önceki “sürecin doğal olup olmadığı” sorusuna geri dönersek; cevabı kanımca tarihsel açıdan olumlu olmakla beraber, riskli ve büyük çaplı toplumsal etkiler doğurabilecek taktik bir süreç olduğunu, tek parti-tek adam yapısının taşıdığı risklerle birlikte, ekonomik açıdan son derecede olumsuz bir dönemde öne çıkarılmasının da toplumsal önyargıların olduğundan daha yoğun yansıtılması riskini de beraberinde getirdiğini düşünüyorum. Tüm bu verilerin ışığında tarihsel açıdan doğal bir süreç gibi algılansa da, “Kürt açılımı” olarak nitelenen sürecin mevcut koşullarda iyi yönetileceği ve toplumsal başarıya hizmet edeceği yönünde kuşku duymamak elde değildir.

 
Toplam blog
: 129
: 1104
Kayıt tarihi
: 12.06.06
 
 

Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F mezunuyum. Yüksek Lisans diplomalarımı G.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü'nd..