Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Mart '11

 
Kategori
Kitap
 

"Öç terimleri" Üzerine duygu yetkinliği

Mustafa Muharrem’in ikinci şiir kitabı “öç terimleri”… Sır Yayınlarından çıkan kitap, şairin kısa bir biyografisi ile başlıyor. “içrek çeri”, “yas tozları içine”, “melez gazeller” başlıklarını taşıyan üç bölüm ve 63 sayfadan oluşuyor. 

Kitabın adına baktığınızda son derece çağdaş şiirlerden oluşan bir düşünceye kapılıyorsunuz. Ancak içerik başlıkları sizi klasik şiirle yüzleştirmeye zorluyor. Oysa şair bütün bunları bilerek tezgâhlamış gibi. Sizi hep şaşırtmak için çaba gösterip ustalığını kanıtlamaya çabalamakta. Başarıyor da… Şiirleri gözden geçirirken detaylara da arada değineceğiz. 

içrek çeri 

Bölüm altı şiirden, yani kitaba adını veren altıncı şiir “içerik çeri” yedi bölümden oluşmakta… Bölümün ilk şiiri “garez”… Şehrin çirkefliklerini işlemekte… Şehirli insan ipe sapa gelmez nedenlerden dolayı çevresine nasıl zararlar vermekte, küçücük çıkarlar içinse bulunabilecek kirli temiz yolları denemekte… Korkunç bir yaratığa dönüşebilmekte insan… Ve yine bir insan kalkıp bunu görerek dillendirmekte… Bakın burada aklıma ismet özel’in dizeleri geldi: “şehrin insanı şehrin / pahalı zevklerin insanı ucuz cesaretlerin”. Evet, insan tuhaf bir varlık… Kendini hem iyi hem kötü yönleriyle diğer canlılardan ayırıyor. Şehri bakın “garez”de Mustafa Muharrem nasıl algılıyor / algılatıyor şehirli insanı: 

“kuşlar gitti
yağmursu duruş alametiyle dişi bir org
tıyneti edindi şehir
ve hiçbir kuşku bilmez öpüşmek nedir
nasıl bir dudaksızlık şavkı bu
sözcüklerin zangocu incir için yedek peri
ıskartaya çıkmış bir ısırık elma için
hançer bahaneleri pazenin ve tülbendin
…”
 

İnsanın insandan göreceği zararın endişeleriyle devam ediyor şiir. Babalar, analar ve çocuklar… Kendi çocukları zarar görmesinde başkalarının bir önemi olmayanlar… 

“…
bir baba alnı kırış kırış
bir anne
saçların ilmine yuvarlanarak
sunuyor sur ihtimalleri heybesini geyiklere
bir kızdaki kar iniyor meleksiz
sönüyor bir çıra
künyelerin fesadına kanarak

kuşlar gitti
her ağaç
uzak gündüzler iblisini anarak
esnemesinden müzevir mevsimler silkeleyen bir
(kadın
sayılır

çarşıları yakmalı

bir manolya koparıp bir şairi öldürmeli

kuşlar gitti
kaç deniz varsa
çocuk başlarına dair hırçın menkıbe

orda namlulara sevgilim aç kediler sürmeli”
 

“kör konçerto” toplumun çarpıklıklarını bu şiir kadar güzel anlatabilecek şiir sayısı edebiyatımızda çok değil. Suya sabuna dokunmadan şiir yazmak hep kolayımıza gelmiş / geldi / gelmekte / gelecek. Bakın insan ruhunu hırpalayan olaylar karşısında kelimeleri kara deliğinden çıkaran şair nasıl terliyor… 

“…
sübyan bir gök ararken debelenen deniz
ve sönen parmaklar
o karanlık caka

orada kertenkele öldürmekten başka
hangi fiil taşlarda çın çın ötebilir ki
…”
 

Toplumun birer çaput gibi işlevselliğinden uzaklaştığı bir zamanda insanın insanı fark etmesi, far edilmesi gerekenleri fark etmeyenlere bir devrimci armonikasıyla mevsim taşınması çok gerekli ve bu gerek yerine getirilmekte. 

“…
açıklamadıkça hiçbir hasır şapka
 

altında amuda kalkmış nehri
hiçbir kiremit
anlamadıkça yağmura niye tefecilikte ortak
değil mi ki
aynalardan çıkınca dalgıç
bu karpuz tiyatrosuna baka baka

lügati şırıl şırıl çıldıran kan benim
cübbesi mevsimsiz yargıç
o topuğundan vurulmuş marş gibi ırmak
…”
 

“aynalardan çıkan dalgıç” imgesiyle sanal bir düşten sanal bir inancın nasıl peydahlandığını, “karpuz tiyatrosu” imgeleriyle ise, içi dışı başka görüntülerin veya bu görüntülerin sahiplerinin çıkar için kendilerini nasıl kamufle ettiklerini anlatmakta en çarpıcı olanı da bana göre amuda kalkmış nehrin kiremitlerce anlaşılmayan yağmura tefecilikte niye ortaklığı… Ters düz edilmiş düşler, dinden ve ahlaktan yoksun yüzler bundan daha iyi nasıl anlatılabilir ki… 

“…
ölümüme sormaya gittim

pusat suskunluğu edinmiş ağız
geyiklerin göz izleri
cenk müzikleri kazırken çehrene
bileyim
divit niye deli
…”
 

“mızıkçı” şiiri de yine toplumsal olayların insan üzerindeki olumsuz etkileri üzerine kurulu bir şiir. Dizeler o kadar çarpıcı ki, hangi dizeyi diğerine tercih edeceğimi bilemiyorum. Hz. Davut’un çelik üzerine oturan ve şekil veren yumruğu gibi, kelimeler dizelere oturuyor. 

“…
ne yitik yüzler oteli meryem’in
şakağında yalnız bir havari peteği
namlu kadar sırtkan
ama tiner çekerken ölen çocuklar
saklanmış tek bekâret güneşe

kaç şubat varsa dişleri kenetlenmiş

asla gevşetmeden gecedeki yeteneği

gece leylaktan öte bir hikâye
nasılsa dökmeyecek mi sana
tasalanma içimizdeki o çingene bahar
o kâfiyesiz esmerliği nehirlerin
bırakmayacak heybemizdeki tanın yanaklarına
kızarılmadık vakit dilenmedik özür

hadi beraber budasın sıkıysa
kesilmiş sakallar ardında kin
ve saçlarındaki okşanmaları da.”
 

“selsema” adlı şiir iki büyük sahneyi bir monolog olarak gösterime sunmakta. Bunlardan biri gök, diğeri yer… Eğer dikkat edecek olursak bu sahneler 12 Eylül öncesi ve sonrası olarak şiire konu ediliyor. Şair yaşı gereği 12 Eylülü 12 yaşında yaşıyor. Bir çocuğun algısı, görgüsü, dinlemesi ve okuması ile bilinip aktarılan bir milat aslında… Şiirden dizelerle bu sahnelere bir göz atalım: 

“ispanyol paça gamlardan savrulup
sana gemisi çok selamlar vermeliyim

yüzüne çevirmeden zemberekleri
gündüze batmak
o lirik hatalardan dönmek ne ki?
ne uzarsa yağmurun uyurken tüyleri
onlara seni göstermeliyim

sistir açılan şemsiyesi gecenin
bu ne trajik bir kapı
değil mi?

ben ve akşamın hayreti
seyreden herkeste bir gök mizanseni
kandaki
postallarını boyatan bir askerin yüzündeki

çay ile kardeşinde neydi o
avuntunun çelloya tutkun enlemi
sonra bir boylam gibi
diklemesine gülümsemek

harita kadar tedbirsiz bir korku bu
votka limon gardenyalar
bulut tambur çalarken sevgilim
…”
 

Ve şiirin finali… Hıristiyan mitolojisindeki yasak meyve… Yani şeytan buyruğu… Ona uyan ve cenneti kaybedenler… Ütülüyken pardösü ile kapitalist düzenin idarecileri kastediliyor. Bölümde göl insanların gönüllerini simgelemekte, aynı kapitalist zihniyet kabaran halk gönüllerini küçümsemekte… Flütü irin toplamış imgesiyle kışlanın kışla dışına taşması… 

“görsün diye sesim kulluğunu elma buyruğu
sustum yadırgama
çün ütülüyken bir pardesü
burun kıvırır gölleri kırış kırış oynatan
salıncaktaki anlama
ne kaldı ki tıkız yaşadıklarımızdan
bir kımıltısı bile mevsimi yıkan
o sedef dehşetinde oğlak revüsü
o flütü irin toplamış tema”
 

“eski süleyman” şiirinde şair Hz. Süleyman’ı anlatarak yeni Süleyman’dan söz etmeden yeninin eksiklerini vermiş oluyor. Yeni süleyman’ı tek belirleyen çağrışım, “çöl intihar etmez” imgesi… Yeni Süleyman’ın söylediği de “yürümekle yollar aşınmaz”… 

“benim belkıs ben örümceğin
kumla konuştuğu lisan

kim
eğe gibi sürter içini kesemedikçe geceye

benim belkıs
ben geyik endişesi ben av
unutuşun bastonu
ökçeleri rüzgârdan savrulan sav

sen beni kılıcı kör beyazlık san
benim belkıs
ben olmayan süleyman”
 

“içrek çeri” paylaşılamayan asker ya da herkesin kendi yanında görmek istediği asker adını taşıyan şiir… Şuurdan uzak insanların anlatıldığı şiir… Uzun ve soluklu şiir… Yedi bölümden oluşan şiir… Askerce sivile bakma, sivilce askere bakmanın nasıl bir şey olduğunu gösteren şiir… Çocukların dinç, çocukların linç edildiğini anlatan şiir… İnancın ve düşüncenin gravürle silinmeye çalışıldığını gösteren şiir, şiir vesselam… 

“ç monoloğu”ndan 

“…
terin kararmış çalgısıdır bu
ve melek olur iliğinde bu yağmur karnavalı
ve anneler düşlerin çeperlerini cana beler
…”
 

“ve ahru”dan 

“…
tüfeklerdir içimizde kuşla yıkanmış koşu
gülün kapıları yumruklanır artık
seherin şeceresi neyse apak anlaşılır
gitarını göle açan gencin
kapışır hayatla dudağındabüyüyen
o yetim kıyamet
harbi ovaladıkça sataşkan esvaplar
ayrılır kaç baygın meltem varsa
ve akşama has
boynumuz kadar ince şeytanlık
…”
 

“kin birimi ve buğu”dan 

“…
uğuldayan leylakları mavzer betimler ancak
ve savaş
boranın omurgasız şarkısı
hangi yüzün kayıp
ikiziyse bu gök bu burçak
dünya o kel kâbusun peruğu yalnız
ıssız gözlerdir mataramdaki
yavrucuğum
ıssız ve sıcak“
 

“kül diyaloğu”ndan 

“küllerle konuşur içrek çeri
ben konuşamam

ruhum çünkü bayraklar kadar budala
harflerin deşilen karınlarından
almadıkça dudağını kimse
cesedim değilse kavradığım pala
kimse yağmurunu takas edip omuzlarıyla
kesik baş kadar keskin
komadıkça seheri
ölürken ağzımdaki çelişkiyi hiç
ıslatıp gidermeden
göz dedikleri kâse
kasıklarımdan haklılık çıkarmadan masala
sandukalara
…“
 

“hünkârsız cumânın uyluğu”ndan 

“…
lâl ulak çakır fitne kadavra
fal gibi açıyorlar ya saçlarımızı
ne köle yapraklarda suç
ne bir albatros
kanatlanmış kuyular kadar daralır
…“


“tarih kuyruğu”ndan 

“…
cop gibi sallanmadan üstümüze yağmur
yenilgiyi sürmeden kan sabanları
kirpikler uykusuzluğu çapalamadan
ne ilkyaz lehimler bir boğultuyu başak akımına
hasadını kaldırmaya aşkın
ne bir sabahın rençberliği yeter
ıslığın terkisine atarak isa
kuryelere verir nabzını
…“
 

“gölü çalınan kuğu”dan 

“artık hangi kadın yaslanabilir
kellesiyle arasında bıçak fırtınası
kopan omzuma?
hangi çınarın göçü benimki kadar vecizdir?
hangi hurûfât ölüm gibi âmâ
hangi meyveyi soysam
taptaze humma
hangi gemiye binsem
kusuluyorum kızılelma’nın ağzından rıhtıma
hangi şiire uzansa gözüpek gövdesi coşkunun
dize leşleri vuruyor dudağıma“
 

yas tozları içinde 

Bu bölümün ilk şiiri “julia”; bir buhranın anatomisi… Bir şairin kendisini kurban gibi taksim etmesi… Bir insanın gözyaşında sevda damıtması… Duyduğuyla düşündüğü çatışmasını yaşayan bir anarşist… Yüreğinde memleket deneyen simyacı… 

“…
bakışlarım loş bir köşebaşı
alıştım bir kere
damardan akşam almaya
sen ışıklarda koşamazsın ki
o bıçağı kanlı rüzgârda
bu yüzüm
bu zebani müziği:

— burası cehennemin sesi
şimdi azap bülteni
…”
 

“eğik dizeler” bir kent yaşamındaki kiralık ürpertilerden oluşmakta… Yaşamı kaldırım taşlarına birer leke gibi düşüren kapitalist düzenin sancılarını elleriyle bastırmaya çalışan proleteri göstermekte sormayan kimselere… Zamanı bir bilmece gibi algılayan çocuklar… Şımarık düşler ve kindar acılar şehrin meydanlarında eylemdeler… 

“…
urbalarımız yırtık
sırtımızda kırbaç
kirpiğinin haberi var oysa bir
hangi bakışla bileylendi
o gül seyahati bıcak
hayır artık gövdem saatine
gözlerin kadran olamayacak
tüfeklerin ağladığını duyacağız bir şehirde
iş aradığını çisentinin
somunların uğuldadığını akşam vakti
sen bahçe gibi içir kendini göğe
gecenin bütün dervişlerini saçların emsin
asker kaçaklarını
ve ellerinin laleye erkenliğini bir de”
 

“ıslıkların işleri” bir yaşam telaşı, bir şehir… Bir duyguyu nasıl sömürürse boyalı bakışlardaki çıplak mevsimler, işte öyle bıçakları ezgilerden geçirerek mazeret üretiyoruz. Kepengini indiren esnafın yüreğinde kirli bulvarlar türlü avuntuları yağmura kesmekteler… Neşe ve sevincini bir ıslıkla intihar edenler… Bir akşamı bir ceset gibi şehrin meydanına çekmekteler… Bedenimizi bir cehennem gibi kavuran beklentiler… 

“…
gar pıhtılaşıyor
ıslık çalıyorum cesedime benzediğime
ıslık çünkü meleklerin kin bulvar
ıslık veba içtenliğiyle
ıslık serkeş berraklık cinsinde

çiftleşen mazeretlerden üretilmiş yüzümü
üveyiklere serpiverse, yürüsem can kanat
ezgilerin şişesi kırılsa da dökülsem
öç bohçasını açsa taze gelin kokuları
sonbaharı, açsa
kepengini uçurumlar tüccarı
…”
 

Bütün çirkefliğiyle insanı yadsımakta doğa, insanın doğayı bir sümük gibi silip attığında içimiz kudurmuş nehirleri salar içinizdeki duygu ve umut üstüne. Pazardan kendine ve ailesine rüya arayan şehirliler için, bir mevsim yaratılmamış, yazlık bakışlar kalmış gümrük kapılarında. Solgun ıslıkların fotoğrafını göstermekteler yağmurun rüzgâra askıntılıklarında ya da "uçgen resimler"de. 

“…
eskitilmeyi seviyor eylül
gemi gibi ekşimeyi
kaşımayı kayaların belleğindekini
ben katran döküyorum
isa kızamık
…”
 

“küçük Çingene” küçük insanların büyük sandığı kişileri yaşama azmi bu şiir. Bu şiir saf duyguları kirletmenin dilencilerini uyanamayanları dürtmekte… İşte böyle… 

“…
süt şişeleri topluyorsun ya
takıyor bakışını karanlık
yüzük parmağına
artiz fotoğraflarını yatırarak
hınzır bir ninni tutturuyorsun
firketelerle saçına
ilk yaz gibi gülümsemeyi boşalmadan
var tanımazlıktan gel klarnet hazanları
oyna
tan bulaşsın eteğinin fırfırlarına
sıvı bir bayram
ve kâlûbelâ
hırsızlık yaparken gözün yağmura”
 

“aliya” Bosna’yı yüreğinde bir yara gibi taşıyan şair, işte bu şiiri merhem gibi sürmekte bizlere bu yaranın vahametini göstererek… 

“…
isa ücra gülümser sesinden damlar siman
kelebek esirgemeden ölmeyi mutlu ederek
kış öyle mahcup saraybosna üşüdükçe
…”
 

“kumarbaz” hayat Tanrı’nın istediği gibi yaşanmazsa bir kumardan ibaret olur. Ama nefsimiz de hep aklımızın önünde olduğundan istendik şeyleri değil, istenmedik şeyleri yapar, sonucu beğenmez Tanrı’ya küseriz… 

“…
bir göç daha kazanmışsam adını anmaktan
amuda kalkan kuyu pozu verebilirim şehre
 

alnımın sesi bu leylak ve ben kekemeyim
ben ağlayamamak gibi kilitli bi’şeyim”
 

melez gazeller 

Şair yapı bakımından klasik gazel tarzını, içerik açısından ise modern şiiri kullanmış ve bu yüzden de melez gazelleri bölüm adı olarak seçmiş. Çok uyumlu ve içeriğe uygun isabetli bir karar… Bölüm yedi melez gazelden oluşmakta. Bu melezliğin nasıl yapıldığını “beşinci melez gazel”le örneklendirelim: 

“…
istanbul oluyor yüzünü yorumlarken yağmur
gülün kibirsiz dansına sun istedim
 

şımartır ya sabahı cilvesi çorak hançer
enseme gözü dönmüş sebepler busun istedim
…”
 

Dünyayı, memleketi, insanı, kendimizi, sevgimizi, hırsımızı algılamak böyle bir şey… 

17 Mart 11
Ankara 

 
Toplam blog
: 74
: 571
Kayıt tarihi
: 24.12.07
 
 

1965 Tortum doğumluyum. Ankara Gazi Üniv. Fen Edebiyat Fak. mezunuyum. T.D.E öğretmeniyim. İki ço..