Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Mart '18

 
Kategori
Tıp
 

"Ölmenin Nesi Bu Kadar Kötü?"

"Ölmenin Nesi Bu Kadar Kötü?"
 

Tıbbi müdahale her zaman anlamlı mı?

2011 yılında kaleme almış olduğum ağır hastalara acil müdahale ve özellikle canlandırma ile ilgili bir doktorun deneyim ve yaklaşımlarını içeren aşağıdaki makalenin halen çok geçerli olduğunu görerek, Milliyet Blog okurlarıyla da paylaşmak istedim:

 

“Ölmenin Nesi Bu Kadar Kötü?”

(21/10/2011)

Hemen belirteyim, bu başlık bana değil Der Spiegel dergisinin Dr. Michael de Ridder ile yaptığı söyleşiye ait. Dr. De Ridder yıllardır Berlin-Kreutzberg'deki bir hastanenin acil bölüm başkanı olarak edindiği tecrübeler ışığında tıbbın ulaştığı yüksek teknolojik seviyenin hastaların ne kadar yararına olduğunu sorguluyor.

Bu makaleyi okuyalı neredeyse iki sene olacak. O zamandan beri bu konuyu okurlarımla paylaşmak istedim, ancak ülkemizin gündemi o kadar değişken ve dolu ki bir türlü fırsatım olmadı. Geçenlerde annem telefon etti, bir tanıdığımıza Alzheimer'den ölen eşi için başsağlığı ziyaretinde bulunmuş. Çok zorlu bir süreçten geçtiklerini biliyordum, ancak zavallı adamcağızın son günleri iyiden iyiye işkenceye dönüşmüş. Hortumla burnundan verdikleri gıda ciğerlerine kaçıyormuş, nefes almakta zorlanıyormuş. Zaten bilinci olmayan birinin suni olarak hayatını uzatırken, ona iyilik yerine aslında kötülük etmişler anladığım kadarıyla.

Annem her zaman olduğu üzere, böyle bir durumda ya da tedavisi olmayan bir hastalıkta asla bu gibi yöntemlere başvurmayacağıma/-cağımıza dair kesin söz vermemi istedi. Ben de kaçıncı kez yine tüm samimiyetimle söz verdim ve Allah'a her ikimizi de böylesine zor bir durumla karşı karşıya getirmemesi için dua ettim. Alman doktorun söyledikleri aklıma geldi ve bu yazıyı daha fazla ertelememem gerektiğini anladım.

Der Spiegel, her gün insanların hayatta kalabilmesi için mücadele eden birinin "yeni bir ölüm anlayışı" için çağrıda bulunmasının çelişkili olup olmadığını sormuş. Doktor da her gün yaşamın sınırlarının ne kadar genişletildiğine tanık olduğunu ve bunun her zaman hastanın iyiliği ve isteği doğrultusunda gerçekleşmediğini gördüğünü söylemiş. Acil servislerin bazılarına gelen vakaların yarısının kronik ağır hasta ve bakıma muhtaç yaşlılardan oluştuğunu belirtmiş. Doktora göre en doğrusu kalp krizi geçiren veya zatürre olan bu hastaların rahatlatılıp, bundan sonrasını kendi doğal akışına bırakmaktır. Oysa bunun yerine o yaşlı insanlar evlerinden koparılıp hastanelere yetiştirilmeye çalışılıyor ve acil müdahale yapılırken çoğunlukla ya yolda ya da asansörde ölüyorlar. Çünkü öylesine ölebilmek artık toplumlarda kabul görmüyor, olması gereken yerlerde bile (herhalde kilise veya manastır hastanelerini kastediyor olmalı).

"Sıvı vermeden veya suni olarak beslenmeden kimse ölmüyor, ölüm doğallını yitirdi" diyor doktor. Dergi de doğal bir ölümden ne kastettiğini soruyor. Verilen örnek çok ilginç: Halen çok zinde ve seksenli yaşlarının sonunda olan bir anne kızıyla beraber acile geliyor. Tümörün neden olduğu ağır barsak kanaması var, ancak bir ameliyatla durdurulması mümkün. Ama yaşlı kadın ameliyat olmak istemiyor. "Yaşadığım kadar yaşadım ve bilinmeyen acılı bir yola çıkmak istemiyorum" diyerek herhangi bir müdahaleyi ret ediyor. Kızı ve doktor da ona hak veriyor ve hastalığı doğal seyrine bırakıyorlar. Yaşlı kadın aynı gün içersinde vefat ediyor.

Doktor de Ridder'e göre bu son derece mantıklı ve doğru bir karar. Ayrıca kanamalarda "yumuşak" bir ölümün gerçekleştiğini söylüyor. Ancak meslektaşlarıyla arasında büyük tartışmalar çıkmış, bu karara temelden karşı çıkanlar olmuş. Ama ben doktoru aynen destekliyorum, çünkü söz konusu hasta zaten 90'lı yaşlara merdiven dayamış, ayrıca bilinci yerinde ve bağırsak tümörünün son evresinde. Böyle bir insana ameliyatla ne kadar yardım edilebilinir ki? Bilinci kapalı olarak günlerce hatta aylarca “süründürmenin” anlamı var mı?

Dergi doktora mesleğinizin gereği hayatın tarafında yer almanız gerekmez mi diye soruyor ve gayet tabii ki öyle cevabını alıyor. Ancak bu canlandırma ve tedavi zincirinin bir yerden sonra asıl görevi olan insanın iyiliğine hizmet etmek amacından saptığını söylüyor. Örneğin bir inme sonrası iki senedir kendi başına yiyip içemeyen, kimseyle iletişim kuramayan ve yaşam sevincini kaybedip zatüre olan bir yaşlı insanın ölüm sürecini neden suni olarak durdurmaya çalışmalı? De Ridder bu örnekte hastanın nefes borusunu kesip suni solunumla yoğun bakıma yollamaya hazırlanan kadın meslektaşına engel olmuş. “Gördüğünüz üzere bu adam ölüyor ve biz de buna izin vereceğiz” demiş.

Dergi ‘eskiden zatüre için “yaşlı insan dostu” deniliyordu' diyor. Doktor buna hak veriyor, çünkü hasta açısından bunu hızlı ve çoğunlukla eziyet vermeyen bir vefat süreci olarak adlandırıyor. Oysa günümüzde tıbbın vardığı seviye doktorları ciddi etik sorularla karşı karşıya getiriyor - hazır olmadıkları sorularla.

Her şeyden önce doktorlar yasal açıdan doğru tarafta olmaya gayret ediyorlar doğal olarak. “Yapabileceği her şeyi yaptım” cevabını verebilmek istiyorlar. Bunun için de bazen gülünç yollara başvurmak zorunda kalıyorlar. Doktorun verdiği örnekte, yine ağır kanser hastası olan yaşlı bir hastanın röntgeni çekilirken kalbi duruyor. Doktorlar canlandırmaya çalışmanın anlamsız olduğu kararına varıp herhangi bir müdahalede bulunmuyorlar. Ancak dosyaya “25 dakikadan sonra canlandırmaya son verildi” notunu düşüyorlar. Omuzlarında hissettikleri savcının eline karşı kendilerini korumaya almak istiyorlar.

Dergi "Bu anlaşılabilir bir korku mu?", diye soruyor. De Ridder'e göre ise bu korkudan çok görevini yerine getirmemiş olma duygusunu bastırma refleksi. İşte söyleşinin tam bu yerinde doktor o soruyu soruyor: “Ölmenin Nesi Bu Kadar Kötü?”

“Tıbbın geldiği seviyeyle aslında hastaların çoğu eziyet çekmeden ölebilir, ancak biz bunun tam tersini yapıp insanlara korkunç bir son hazırlıyoruz” diyerek cevabını kendisi veriyor.

Bu korkunç sonu önlemek için gittikçe daha çok sayıda insan bir hasta sözleşmesi mzalayıp, olası bir acil durumda hangi tedavi şekillerini istemediklerini belirtiyorlar. Böyle bir sözleşmesi olmayanlar ise teknik olarak her türlü “deneye” açıklar. Doktor de Ridder'e göre günümüzde diyaliz, suni teneffüs ve sondalı beslenmeyle ölümü neredeyse süresiz ötelemek mümkün (Ariel Sharon 8 yıldır komada kaldı / ZN). “Ama bu gerçekten de hastanın hayrına mı?” diye soruyor. Kendi tecrübelerine dayanarak bunun hiç de iyi bir karar olmadığını söylüyor. Son evresinde olan bir tümör hastasını şokla canlandırmak, onu yoğun bakımda “süründürmekten” başka bir işe yaramıyor çoğu zaman.

Beyin en fazla 8-10 dakika oksijensizliğe dayanıyor, bu süre aşıldığında ise artık sadece yoğun bakımda bilinci kapalı bir yaşam mümkün oluyor. Böyle bir durumda Doktor de Ridder canlandırmayı yanlış buluyor. Oysa bazı meslektaşları ne olur ne olmaz diyerek her durumda müdahaleyi savunuyorlar. Ama yüz hastadan ancak birinin tekrar “uyanma” ihtimali oluyormuş, diğer 99'unun ise hayatı eziyete dönüşüyor.

Sonda ile beslenme ise sadece trafik kazasında yaralanmış olanlar ve geçici olarak yutkunma işlevini kaybedenler için düşünülmüş. Hiçbir zaman kalıcı bir bakım yöntemi olarak tasarlanmamış ve özellikle de hastanın yaşam kalitesini arttırmadığı, tam aksine eziyet verdiği saptanmış. Günümüzde ise Alzheimer vakalarının son evrelerinde sıklıkla kullanılıyorlar.

Doktor de Ridder bu konuların etraflıca ve yasal kısıtlamalar olmadan tartışılmasını istiyor. Kendisi örneğin gırtlak tümörü kanamaya başlayan bir hastasının isteği üzerine hastalığının bu son evresinde onun yaşamına son vermiş. Orası tabii çok hassas bir konu, yani ölen birine müdahale etmemekle onun yaşamına son vermek arasında büyük fark var.

Ama en azından bizde de bu tür hasta sözleşmeleri yapılabilse, annem bizden söz almak yerine kendi isteği doğrultusunda gerekli durumda bir tedavi ve canlandırmaya engel olabilse. Geçenlerde daha önce ameliyat geçirip kalp yetmezliğinden vefat eden 80 küsur yaşındaki bir aile büyüğümüze tam bir saat kalp masajı uygulamışlar. Ne kadar gereksiz! Yaşatabilselerdi zaten yaşamayacaktı, büyük ihtimalle yoğun bakımda bilinçsiz yatacaktı. Ölümü bekleniyordu zaten.

Acaba onun seçme hakkı olsaydı, nasıl bir karar verirdi? Dindar bir insandı.

Acaba günün birinde bu gibi hayati konuları da konuşmamız mümkün olabilecek mi, tüm bu itiş kakışın içersinde?

Vekillerimiz birbirlerine laf yedirmek yerine bu gibi faydalı konularda birbirleriyle yarışmasını öğrenecekler mi?

Bu tansiyonla devam ederlerse en riskli grup onlar.

Zuhal Nakay

 

Kaynak:

Der Spiegel 12/2010: “Was ist so schlimm am Sterben?” 

http://www.spiegel.de/spiegel/print/d-69629006.html

 

 
Toplam blog
: 102
: 618
Kayıt tarihi
: 24.08.13
 
 

Mimar / Blog Yazarı ..