Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Mayıs '08

 
Kategori
Öykü
 

"Peki, mutluluk nedir amca?"

"Peki, mutluluk nedir amca?"
 

"Mutluluk" sadece böyle bir yerde olabilmek mi?


"Bir gün bütün Tanrılar toplanmış ve mutluluğu öyle bir yere saklayalım ki, insanlar bulamasın, demişler. Her kafadan bir ses çıkmış ve sonunda Tanrılardan biri demiş ki "mutluluğu insanların içine saklayalım, kimsenin alklına içine bakmak gelmez” İşte o zamandan beri mutluluk, bizim bakmayı akıl edemeğimiz yüreklerimizde saklı!
(Yunan mitolojisi'nden)


Bir önceki öykümüzün kahramanı olan, uzun kirpikli, masum yüzlü, akıllı ve ırak bir yerden gelen çocuk; Onur, artık büyümüş ve 19’una gelmiştir. O, insanların gün doğumuyla başlayıp gün batımına değin, alın terlerinin son damlasını da toprağa, suya akıtıp rüzgâra savurdukları, imece, dürüstçe, kardeşçe çalışıp üretimlerini ve yaşamlarını birlikte bölüştükleri bir ilçe'den gelmektedir. Geçmişin, beraberinde taşıdığı değerlerin saygıyla anımsanıp yaşatıldığı, yarınlar içinse çağdaş, bebeksi ve taze süt kokulu umutların heybelerde taşındığı Mutluköy’de değil Ankara’daydı artık Onur. Öncelikle diplomat, o olmazsa kaymakam olma hayalleriyle Mülkiye’ye gelmiştir. Orada, iyi bir ailede, çocukluğundan bu yana tadılmadık sevgi ve mutluluk, yeryüzünde görülmesi gerekip de görülmedik yer kalmaksızın büyütülüp yetiştirilen Ece ile tanışıp ona âşık olmuştur. Onur’un doğa ve onun değerleri ile iç içe, imeceden yana, alçakgönüllü ve idealist kişiliğiliğiyle, Ece'nin daha o yaşlarda doyumlu, güngörmüş ve seviyeli tavırları arasında, dönem dönem gerilimler ve belirsizlikler de yaşanmaktadır. Bu durum her ikisini de oldukça üzüp, yıpratmaktadır. Bu sorunlar, o pırıl pırıl, karşılıklı ve masum sevgilerine başkentin o bozkır mevsimlerinde ayırım yapmaksızın koyu gölgeler düşürmektedir.

Ece’nin yine idealist, halkı mutlu değilken kendisinde mutluluk hakkı göremeyen, yaşamında duygusal ağırlıklı ve aceleci bazı seçimlerinin bedelini erken geri çekilmelerle ödeyen bir amcası vardır. O da 30 yıl önce aynı amfileri paylaştığı yeğeni ile Onur ile arasındaki ilişkiyi bilmektedir. Erdem amca, sahip olduğu statü, ilişki ağı ve bilgileri “ İyi ve mutlu, gerçek bir hayat sürmek için birinci adımın, kendimize yapıştırdığımız- ya da yapıştırılan - etiketleri çıkarıp atmaktan geçtiğini” bildiğinden onları bir kenara bırakıp, kendisine kalsa “ Adam Olmak Yerine İnsan Olabilmeyi Deneyenler Derneği”, “ İçindeki Çocuğu Hep Yaşatanlar Derneği” ve “ Yaşamla Mücadelede Onunla Dans Etmeyi Sevenler Derneği” üyesi olarak kalmak isteyen, hayalinde üç dernek üyesi bir amcadır.

İşte o amca, tesadüfen bir gün Ece’yi, kendisinden yaşca çok büyük, yakışıklı olmayan yüzünü müzikle uğraşmanın verdiği yapay bir büyüleyici çekicilikle maskelemiş izlenimi veren bir adamın kolları altında görür. Yeğeni, adeta yorgun ve bıkkın bir şahinin davetsiz pençesi altında çırpınan bir serçe gibi canlanır ansızın zihninde. Dayanamaz bu duruma! Yeğeninin gözünde kötü ve uçuk olmayı dahi göze alarak, uygun bir fırsat kollayarak onunla konuşmayı planlar. Çünkü kaybetmenin acı verdiğini, ancak elinden gelenin en iyisini de yapmadan, bunu denemeden, kaybettiğini fark ettiği zaman, daha da büyük bir acı duyacağını hesaba katar. Zihninde o yorgun şahin pençesi altında saf bir serçe olarak canlanan Ece, farklı, doygun ve olumlu kişilik çizgisi, saflığı, cesareti ama aynı zamanda gözü de biraz kara ataklığı ve inadı ile, pırıl pırıl bir üniversite yaşamının henüz ilk yıllarındadır.

Amca, konuşmasında nazik bir giriş ve kısa bir durum değerlendirmesi sonrası, birbirlerini tamamlayıcılıkları ve uyum potansiyelleri açısından gönlünün Onur ile ilişkisinin sürmesinden yana olduğunu söyler. Ardından da konuyu, eninde sonunda gelip dayanacağı yer olan “ mutluluğa giden yollar nedir? “ sorusunun kısmen kapsamlı bir yorumuna getirir.

Amca bu hususta söze; “ Mutluluk sadece hayatımızın çok özel anlarında yaşadığımız, içinde bulunduğumuz duygusal atmosferin süresi ile sınırlı olan fakat sürekliliğe değgin psikolojik temelleri tam hazırlamayan anlık bir şey değildir” diyerek girer.

Fal taşı gibi açılan gözleriyle,“ Peki, mutluluk nedir amca?” der önce Ece ve Romina Power, Al Bano ikilisinin bir dönem çok ünlü olan “ Felicita” şarkısının, kusursuzca bildiği İtalyancası ile çevirdiği dizeleriyle girer söze; “ Mutluluk, el ele tutuşmak / ve uzaklara gitmektir / Mutluluk, kalabalığın ortasında / senin masum bakışındır. / Mutluluk, küçük çocuklar gibi / birbirine sokulmaktır. / Mutluluk budur işte…” amca der.

Erdem amca, “ İşte bu dediğin anlık mutluluktur…” der hemen. “ Bazıları için mutluluk, mutsuzluk dönemlerinin, acıların dinmesi, sıkıntıların, karmaşa ve stres dönmelerinin sona ermesinin ardından yaşanan dinginlik anı olarak tanımlanabilir. Hatta diğer bazı insanlar içinse çelişkili bir şekilde, kendi mutsuzluklarının içinde, kendilerine acıma duygularının derinliklerinde kaynağını bulan bir şey gibi de algılanabilir. Oysaki mutluluk, aslında doğanın sürekliliği gibi, periyodik bir süreklilik gösteren ruh halidir. Doğanın belli bir dönem geldiğinde yavaş yavaş uyanması, çiçeklerin belli bir dönem geldiğinde hep açmaları, mevsimlerin, gökte yıldız ve gezegenlerin hep dönemselliklerini tekrar etmeleri, her hasat dönemi sonunda alın teri emeğin karşılığının alınması gibi! Bu doğa mucizeleri gibi süreğen bir mutluluk kişinin yaşamını dolu, anlamlı ve huzurlu olarak algılaması anlamına gelir…” diyerek sürdürür sözlerini.

Oysa Ece biraz inatçıdır. Yine aynı şarkının sözleriyle devam eder kendini ve mutluluk anlayışını savunmaya; “ Mutluluk bir tüy yastıktır / Önümüzden akıp giden bir nehir suyudur / Panjura tıp tıp vuran yağmur damlasıdır / Mutluluk, ışığı söndürüp sükûnete dalmaktır…”

Erdem amca bunun üzerine, ilk gençlik yıllarının o hem toplumsal hem de bireysel olarak çalkantılı yıllarında kitaplardan K. Marks ve Erich Fromm ile birlikte sık sık bilgisine başvurduğu Sigmund Freud’a döner. Onun “ Dar anlamda mutluluk” ve “Geniş anlamda mutluluk” diye bir ayrıma gittiğine değinir. Birincisinin, daha çok ani doyumlarla, tatminlerle yaşanan, temel ve önemli ihtiyaçların giderilmesi karşısında hissedilen bir duygu olduğunu, insanın doğası gereği sadece bu yoğun duygusal zıtlıkları kolaylıkla algılayabildiğini, durumu, bir süreç olarak olayın kendisini, bütünselliğini ise es geçme eğiliminde olduğumuzu anlatır. Böylece de sürekliliği olan ve “geniş anlamda mutlu olma” şansımızın zaten algılama, yorumlama hataları nedeniyle kısıtlandığını belirtir tatlı yeğenine.

Yüksekten gürül gürül akan bir çağlayanın suları gibi coşmuştur artık Erdem amca, " Mutluluk için, öncelikle baktığı şeyi, olduğu gibi ve doğru görebilmelidir insan. Bunun içinse "rasyonel aklımız"a görünmeyeni de gören algımız olan " sezgisel aklımız "ı da ekleyebilmeliyiz. Olmazsa olmazlarımızı iyi tespit edebilmeliyiz. Bunların mümkün olabildiğince az ve öz olmasında fayda vardır. Kendimize, kim olduğumuz, neden yaşamda yer aldığımız ve kendimizi ne derece iyi tanıdığımız konusunda samimi sorular sorabilmeli ve bu soruların net, kalıcı yanıtlarını verip bunları unutmamalıyız. Bu arada, " Özgürlüğümüzün sınırları nedir? " sorusunu da kendimize sormalı, bu bağlamda; beni kontrol eden şeyler nelerdir? Benim kontrol altında tutabildiğim alanlar nereye kadardır? Yaşamımızda gerçek ve rol alanlarımız nerelerdir? Değişim ve gelişimimin ne kadarını kişisel olarak kendim kontrol edebiliyorum? Bunları ayırt ederek bilebilmeli ve "rol alanlarımızı" olanak dahilinde daraltabilmek hususunda çerçevemizi iyi belirleyebilmeliyiz! Zamanımızı etkin ve iyi bir şekilde kullanabilmeli, geçmiş ve geleceğe yönelik takıntılarımızı en aza indirebilmeli, doğa ile olan ilişkimizi ise sürekli ve sağlam tutabilmeliyiz.

Ece ise, aklının giderek karışmakta, zihin ibresinin de amca yanlısı bir istikamete doğru meyletmekte olduğunu fark eder etmez ani bir refleksle yine o güzel şarkının sözlerine döner; “ Mutluluk, bir parça ekmekle bir parça şaraptır / Mutluluk, sevdiğine küçük bir pusula bırakmaktır / Mutluluk, budur işte…”

Bu süreğen, dirençli ve estetik karşı çıkış karşısında amcası ona, yaşamda çok da isteyip benimsemediğimiz bazı durumlarda “ hayır deme hakkımızın olduğunu” söyler.Hatta bunun fayda etmediği durumlarda, karşımızdakini kırma hakkımızın bile olabileceğini, aksi durumda ise kırılanın, bu haklarını kullanmayan kişi olacağını anlatır ve ekler; “ Kırmadan, kırılmadan, eğmeden, bükmeden kolay kolay ne şekillenir ki? Hem doğada hem de bizlerin yaşamlarında!

Kafası giderek daha da karışan Ece, artık eski münazaralarda bile zor rastlanan doğal bir savunma refleksiyle, en önemli silahı olan şarkısının dördüncü bölümünü de, amcasının dikkatini dağıtır içerikteki dizelerle soluk almaksızın seslendirir. Sohbet iyice uzamış, zaman akşamüstüne doğru ilerlemektedir. Dizeler ise şöyledir; “ Bak havada aşkımın kaybolan şarkısı var / Tıpkı bir düşünce gibi / Bak havada ışık var, güneşten de sıcak / Tıpkı bir tebessüm gibi / Mutluluk, şaşırtıcı bir akşamüstüdür…”

Erdem amca, yılların eskitebilmek için zorlandığı bir tür " son gençlik direnci "yle, anlatı çerçevesini genişletip tarihsellikten daha güncele, soyuttan daha somuta inmesi gerektiğini hemen kavrar;

“ Kendi yaşamlarını kendileri şekillendirme olanağını en üst düzeyde kullanabilmiş insanların daha mutlu göründüklerini, bu bağlamda ona birebir baskı yapmak istemediğini, bunun kendiyle çelişkiye düşmek anlamına geleceğini belirtir. Paranın insanları rahatlattığını ama tek başına mutlu etmeye yetmediğini, zekâ, güzellik ve yakışıklılığın ise birtakım özel avantajlar sağlasa da uzun erimde onların da diğerlerine göre daha mutlu insanlar olduklarını gösteren fazlaca kanıtın ortada bulunmadığına değinir. Aksine başlarına çok büyük felaketler, kazalar gelen insanların bile mutlu olabildiklerini, bunun da insanoğlunun ( ve insan kızının) muhteşem “uyum kapasitesi”nin bir sonucu olduğunu " da söylemeyi ihmal etmez. Ayrıca ekler; “ İnsan boş ve atıl durumda kalmamalı, yoksa mutluluk kapasitesi bu durumdan çok büyük zarar görür!”. Sorusunu sorar " Ece, sen bu aralar kendini biraz boşlukta mı hissediyorsun yoksa?"

Ece o keskin zekâsıyla söylenenleri “ bal gibi “ anlamasına rağmen, dur durak bilmeyen direnme azmiyle şarkısının kalan bölümünü çaresizce söylemektedir; “ O, ayın parıltısıdır, açılan bir radyonun sesidir / Bir piyango biletidir / Mutluluk, beklemediğin bir telefondur / Mutluluk, budur işte. / Mutluluk, geceleyin kıyıda dalgaların / sahile vuruşudur…”

Yeğenini sabırla ikna etmeye yönelik son darbenin sözcükleri duyulur amcanın artık biraz daha gerilmiş yüz ifadesini örtmeye çalışan deneyimli sesinden; “ Yaşamda istediklerimizi elde etmemizde başlıca unsurlardan biri, onu hak ettiğimize olan inancımızdır! Bilinçaltımızda ve bilinç düzeyinde bu değer duygusuna sahip olduğumuz zaman, hem isteklerimizin hem de gereksinimlerimizin daha çok ve daha nitelikli olarak karşılandığını görürüz. Değer duygumuzu geliştirebilmemizin en temel yolu ise, istemektir. Fakat bu " değer duygusu " ve " isteme hali " insanlara ilişkindir . Bunu mal ve eşya benzeri alanlara taşıyıp başka tuzaklara da düşmemek gerekir. Sen Onur’u, nedenini bilemediğimiz bir şekilde hak ettiğine inanmıyor olamaz mısın? Kendi değer duygunu görmezden gelerek, sana sadece kolay ve basit yollarla değer verenlerin davetine acil yanıtlar vererek bu durumdan kaçmaya çalışıyor olmayasın? Gerek kendi değer duygunu gerekse Onur’a verdiğin değeri bir daha unutmamacasına anımsama yolunu seçemez misin? Bu kolay değil biliyorum, ama deneyemez misin?”

“ Tamam, amca “ der sonunda Ece ve bu güzel şarkının son bölümünü artık birlikte söylerler; “ Mutluluk, elini kalbine koyup aşkla dolmaktır / Mutluluk, tekrar mutlu olabilmek için / Gün doğumunu bekleyebilmektir / Mutluluk budur işte!

İ. Ersin KABOĞLU,

16 / Mayıs / 2008, Ankara

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..