Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Aralık '10

 
Kategori
Kitap
 

“Şafak Sancısı”

“Dört ana veya anayurtla kavuşma”
I. Bölüm
 

2002 yılında “da Yayıncılık”tan çıkan, 7 bölüm, 448 sayfadan oluşan, “Şafak Sancısı” adlı bu eser rahmetli Cengiz Aytmatov ile Muhtar Şahanov’un samimi sohbetlerinden oluşuyor. 

Kazak Türkçesinden Türkiye Türkçesine aktaran Demira İbragim kitabın girişine bu iki büyük edibin çok kısa biyografilerini koymuş. Sonra Cengiz Aytmatov’un o müthiş üslubuyla bir önsöz… Bu önsözü okumak insanın içinde garip bir ırmağın tedirgin akışını hissettiriyor. 

Bakıyorum da ne kadar az okuyor, ne kadar az basın ve yayın takip ediyor olduğumu fark ediyorum. Kitabın basımıyla benin benim okumam arasında geçen süre 9 yıl… Zamana karşı ne kadar çaresiz ve tembel bir yaratıkmışım. Tıpkı forsalarını ve yelkenlerini yitirmiş bir gemi gibiyim şu durgun denizde. Neyse… 

Aytmatov önsöz niteliğindeki yazısında kitabın amacını şöyle anlatıyor: 

“Çocukken, köyümüzün itibarlı bir ihtiyarının kendi kendine hüzünlenerek ‘Artık konuşacak kimse de kalmadı!’ dediğini sık sık duyardım. Ve bu Aksakal’ın bunca insanın içinde ‘yalnızlık çekmesinin sebebi nedir acaba?’ diye hayret eder, buna hiç anlam veremezdim. Meğer ihtiyar oturup dertlerini paylaşacak, sözün kıymetini kendi haysiyetiyle eşit sayan, konuşurken derin kaynaklara inilebilecek kafa dengi insanlara ihtiyaç duyarmış. 

Köylü dede için hayal olan böyle bir dertleşme bize, Muhtar, ikimize nasip oldu. İşte muhabbetin neticesinde elinizde bulunan kitap meydana çıktı.”(1) 

Aytmatov, Şahanov’u tanıtırken de, hikâyelerindeki hüzünlü ve samimi üslubundan vazgeçmiyor: 

“Ben iki tane Muhtar tanıyorum. Birisi babam gibi beni himayesine alan, üstadım, hocam, meşhur yazar Muhtar Avezov. İkincisi ise, kelimenin tam manasıyla şair, uzun yıllardan beri dert ortağım, kardeşim ve dostum Muhtar Şahanov.”(2) 

Charles Dickens’in “İki Şehrin Hikâyesi” adlı romanını okurken Fransız İhtilâlı’nın korkunç yüzünü gördüm; kırılan şarap fıçılarının caddelerdeki kalıntılarına çul basıp onları ağızlarına sıkanları mı ararsınız, ıslak fıçı tahtalarını yalayanları mı, küçük bir şey çalmak ya da bir bardak şarabın parasını ödememek için türlü dümen çevirenleri mi, ihtilâl sonrasında birbirlerini gammazlayıp öldürülmelerini sağlamalarını mı? İnsanın tüm korkunçluğunu görmek mümkün… masumlar kendilerine zulmedenleri yok edince çevrelerinde başka bir kimsenin kalmadığını fark ediyorlar ve birbirlerini yok etmeye başlıyorlar. Sebebi ihtiras… Aynı ihtirası Sovyetlerde de görüyoruz. Lenin komünizmi kurup güçlü ve dayanışma içinde yaşamaya çağırıyor. Kısmen başarılı da oluyor. Oysa yanındaki korkunç bir varlığın farkında değil… O, Stalin… Stalin denilen o korkunç varlık Azeri, Özbek, Kazak, Kırgız, Tatar, Rus, diğer boy ve ulusların akıllı, iş görebilen ve ülkenin geleceğini oluşturacak tüm aydınları yok ediyor. Yani komünizmi birlikte var edenler, birbirlerini yok ediyorlar. Aytmatov’un babası Törekul bu aydınlar arasında idam ediliyor. 

Aytmatov 1992 yılında Ankara’ya geldiğinde görüşme imkânım olmuştu. (Ben Gazi Üniversitesi, Türkoloji bölümünde uzatmalı öğrenciydim.) Gazetecilerden biri komünizmin çöktüğünü bu konudaki düşüncelerinin neler olduğunu sordu. Aytmatov da: “Çöken komünizm değil, Stalin’in Sovyetleridir.” demişti. 

Ben şunu düşünüyorum; insan yaratılış itibarıyla iyi ve kötü olarak hep var olacak. İyi kötü çatışması da sürecek. Bir ulus rahat rahat ve huzurlu olması için iyi bir sisteme değil, çoğunluğu iyi olan bir halka ve azı kötü olanların da kötülüklerini toplum üzerinde deneyemeyecekleri kanun ve adalete sahip olmalıdırlar. Yoksa yönetim sistemine olursa olsun, insan sistemin çalışmasını engeller. Biz de sistemin ne kadar kötü olduğunu düşünürüz. 1992 yılında Cengiz Aytmatov gazetecilere aslında bunu söylüyordu. 

Kitabın girişinde “Dört ana veya anayurtla kavuşma” adını taşıyan I. Bölüm girişinde Aytmatov kendi memleketini “Benim yurdum, Şeker Köyü… Manas Dağının zirvelerinden damlaya damlaya çoğalan beyaz köpüklü, mavi kaynak suyu Şeker’e kadar akıp geliyor. Kaynağın adı Kürkiev. Kürkiev, ismiyle müsemma olan ve etraftaki tüm mahlûkata hayat bahşeden bir su… Şeker’e yaklaşırken kalbim küt küt atıyor. Tam karşıdan, güneş ışınlarıyla göz kamaştıran Manas Ata zirvesi göründüğü andaki heyecanımı kelimelerle ifade etmek mümkün değil!..”(3) diye anlatıyor. 

Muhtar Şahanov ise bir insanın sahip olması gereken değerlerin konu edildiği nefis bir şiir yazmış. Bakın bölüme adını veren ve bölümün başında anadan başka, dört anayı Muhtar Şahanov şiirinde nasıl anlatıyor: 

“…
Anayurdu, asıl doymağı, heybeti,
Anadili, satılmayan serveti,
Esas direk örf, destur, geleneği, âdeti;
Her adımına ışık saçan, an be an.
Olsa dahi hatırası çek hüzünlü ve ağır,
Dördüncüsü millî tarih, bunu bilmeyen mağdur.
…”(4)
 

İlk konuşmaya Muhtar Şahanov başlıyor ve Cengiz Aytmatov’la olan dostluğunu, Kırgızistan tasviri, Cengiz Aytmatov’un memleketini anlatışı ile Aytmatov’a duyulan saygıdan söz ediyor ve en çarpıcı olarak da konuşmaya bakın nasıl başlıyor: 

“Hayatın inişli çıkışlı merhalelerinden geçerek kâh dolaşan kâh solan beşer tabiatı, vatan denilen kutsal mekânı duygularıyla dahi olsa sık sık ziyaret ediyor. Çoğunluk tarafından tanınmış birisi de olsan, göbek kanının damladığı toprak özeldir. İşte bu özeli can u gönülden sevmelisin ki çoğunluğa kucağını açabilesin. Fakat Sovyetler, bizim kuşağı tam tersine: 

‘Benim adresim ne evdir, ne de sokak
Benim adresim Sovyetler Birliği’dir’
 

diyen marşın temposuyla eğitti. 

Vatanına olan bağlılığını ilk önce kendi ailene, hemşehrilerine karşı beslediği sevgiyle ifade etmeden, ‘Herkese ortak olacağım’ demek, yapmacıklığın ta kendisi değil mi?”(5) 

Geleneklerimize dikkat çekiyorlar Cengiz Aytmatov ile Muhtar Şahanov. Yedi dede sayabilme, gelin, kayın, eltinin büyük küçük ilişkisinde birbirlerinin isimlerini saygı gereği kullanmamaları ve büyüklerinin önünden geçmemeleri geleneği. Aynı kültür Anadolu’da da var. Ben Türkmen’im, Aytmatov Kırgız, Şahanov Kazak… Her budunda var olan aynı gelenekler… Kaybetmeye başladığımız bu güzel gelenekleri bakalım daha ne kadar koruyabileceğiz. Ortak yaşattığımız geleneklerden hangilerine konuşmalarda rastlayacağız. 

Muhtar Şahanov, bizim köyde ırgat, başka köylerde imece, kazaklarda asar denilen yardımseverlikten söz ediyor. Dürüst ve temiz olmayan insanın sözünün de temiz olmayacağını, bir şairin özünün ve sözünün temizlik gerektirdiğini anlatıyor. Ayrıca köy kültüründeki paylaşım zihniyetinin insanı ayakta tuttuğunu, insanın güç ve sermayeyle değil, aslında Allah’a yakınlık ve dua ile ayakta durduğunu ifade ediyor. 

Cengiz Aytmatov Stalin denilen korkunç yaratığın zulmünü ve ailesinin nasıl yok edildiğini anlatırken, Muhtar Şahanov’dan Cengiz’le ilk röportajın yedi yaşında yapıldığını ve Cengizin şoför olmak istediğini öğreniyoruz. 

Bakın Stalin tehlikeli gördüğü bir adamı tutuklatmanın gerekçesini nasıl hazırlıyor. Bir devlet görevlisi gazete parçasına bir içimlik tütün koyup adama sardırıp içmesini istiyor. Adam tütünü sarıp, yakıp birkaç nefes çekince görevliler sigarayı söndürüp kâğıda bakınca Stalin’in resminin yandığını görüyor. Adam bu sebeple tutuklanıyor. Bu ve benzeri binlerce insan tutuklanıp kaybolurken, tutuklanmasından 21 yıl sonra Cengiz Aytmatov’un babası Törekul öldürülmüş ve mahkemede aklanmış olarak ailesine bildiriliyor. 

Bu olaylar bizdeki olaylarla ne kadar benzeştiğini gösteriyor. 12 Eylül, Kenan Evren ve sonrası… Gözaltına alınan ve yıllar süren davalar ve suçsuz bulunmalar… Kim kime yan baktı; alın bunu… Kim kimlere haddi olmayarak bir şeyler söyledi; bunu da alın… Kalın bir dosya ve içerde geçen aylar, yıllar… Aman ne yumurtlayın, ne de yumurtlatın… Tavuk da, siz de pişman olmaya bile fırsat bulamayabilirsiniz. 

Büyük şair ve büyük yazarlar hayvanları tanıyarak hayatı anlatıyorlar anlaşılan Mehmet Akif Ersoy’un baytar olduğunu biliyordum da Cengiz Aytmatov’un baytar olduğunu bilmiyordum, yeni öğrendim. Çok güzel bir de eşek hikâyesi var… Şafak Sancısı’nı okuyanlar görecekler… 

Aytmatov yine ilginç bir geleneğimize dikkat çekiyor. İnsanı, memleket toprağının ve ekmeğinin çekmesi… Gurbete veya savaşa giden kişilerin kuşağına çok az miktarda memleket toprağı konur ve ekmeğin bir miktarı yolcuya yedirilir, gerisi saklanırmış. Sebebi memleket toprağı ve ekmeği çeksin de sağ salim geri dönsün. Ne güzel bir gelenek, değil mi? 

Şahanov’un ilginç bir tespiti var. Tarihte yaşananlar bugüne taşınıp nefret ve kine dönüşmemesi korkunç bir hata olur. Ama tarihi tamamen yok sayıp herkesi kardeş görmek de o derece korkunç bir hata olur. Tarihte yaşananları bilip onları hatırdan silmemek mantığına tarihi hafızanın hükmü deniyor. 

Cengiz Aytmatov; “Tarihi hafızanın dar çemberini açmazsak, millet olarak akıbetimiz iyi olmaz. Aynı zamanda onu hepten unutursak manevi mankurttan farkımız kalmaz.”(6) diyor. 

Muhtar Şahanov milletin derinliği ve gücünü nasıl anlatıyor: 

“Kızılkum Çölünde deve dikeni denilen bir bitki var. (Bunun hakkında bir de şiir yazmıştım.) Bu bitki kavurucu sıcaklarda bile yemyeşil renkte, kökünü kırk kulaç derinliklere, toprağın altına saldığı gibi çölleri süsler. Tam tersine kanbak (çöllerde yetişen, kökü toprağın yüzeyinde olduğu için hafif rüzgârdan kopan, çalıya benzer bir bitki. Rüzgârın önünde süslenir. Ç.N.) ise esen rüzgârın, göçen kumun istikametinde yuvarlanmaya devam eder. Köklülük (soyluluk) ve köksüzlüğün farkı işte bu kadar!”(7) 

Ve bölümü sonlandırırken Aytmatov; “Vatanımız yaşadıkça biz de varız.”(8) diyor. 

25 Aralık 10
Ankara 


______ 

1. sayfa 5 2. sayfa 6 3. sayfa 7
4. sayfa 7 5. sayfa 9 6. sayfa 61
7. sayfa 63 8. sayfa 65 

 
Toplam blog
: 74
: 571
Kayıt tarihi
: 24.12.07
 
 

1965 Tortum doğumluyum. Ankara Gazi Üniv. Fen Edebiyat Fak. mezunuyum. T.D.E öğretmeniyim. İki ço..