Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Haziran '09

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

“Senin yanında kendimi özgür hissediyorum.”

“Senin yanında kendimi özgür hissediyorum.”
 

Bunun küçük bir anahtar olduğunu hissediyorum. Yıllar sonra bir aşk yaşıyor olsam, sanırım bu cümleyi kurmak isterdim. Aşık olduğun kişinin karşısında kalkıp, fonda çalan bir İrlanda düğün ezgisinin eşliğinde dans etmeye başlamışsan ve onu da bu dansa eşlik ettirebildiysen, bundan güzel bir sahne var mı?

"Var. Aşkları güzel yapan şey, her anın karelerinin ayrı ayrı anlamlar taşıması."

Özgürlük kelimesinin altını, 'söylemek istediğimiz şeyleri rahatça ifade etmek' şeklinde doldurabilir miyiz?

Neden olmasın?

"Bir aşkta insanı engelleyen şey nedir?"

Tutukluk.

Örneğin elin telefona gitmez bir türlü. Ya da bir seferde ve hiç dolanmadan söylemek istenileni, ifade etmelisindir. Sen o cümleyi bir türlü kuramazsın. Kuramadığın gibi de saçmalarsın. Saçmalak seni tutkunun karşsında zor duruma düşürür. Artık, söylemek istediğin şeyin önemi kalmamıştır. Ön planda olan saçmalamandır. Saçmalamak bir enerji yaratacaktır. O enerjinin karşı taraftaki etkisi, saçmalamanın farkındalığından öte, ilişkiye yönelik anlaşılmaz ve belki de yanıltıcı olacaktır. Aslında saçmalamak bir tarafın tekelinde olsa ve diğeri her şeyi kontrol altına almış olsa daha kolay aşılabilecektir bu süreç ama her iki taraf da özgür olmadığından, sınıfta kalınılır.

Böylece, araya bir takım insanların girmesi gerekir. Bu bir aşk için en kötü şeydir. Ne söylemek istediğini üçüncü bir şahıs taşır, diğerine. Böylece ne sihirdir ne keramet ortadan kalkar ve o aşk aşk olmaktan çıkar.

Zaten biz bunu konuşmayacağız ya da tartışmayacağız.

Gizem her zaman çekicidir. Bilinememezlik.

İnsanoğlu, paylaşmadan duramaz. Hele onu en mutlu eden “biliyor musunuz ben aşığım” cümlesini en yakınındaki arkadaşına söylemezse çatlar. Oysa o cümlenin sahibi vardır. İnsan özgür olmadığından, aşk tutsaklığını yaşadığından belki de en gereksiz kişiye anlatır derdini. Bütün klasik romanların içinde böylesi bir sorun vardır. Adam ya tamamen yalnızdır ve aşkından kelimenin tam anlamıyla “geberir” ya da sevdiğine bir türlü ulaşamaz. Araya bir sürü mektuplar, aracılar girer. Kafka’nın Milena ile olan ulaşılmaz aşkını mektuplar taşımıştır. Kafka’nın özgürlüğüdür o mektuplar.

Ben de bir dönem bu mektuplardan yazdım bol miktarda. Çünkü başka çarem yoktu. Öylesine çıkmaz bir yolun içindeydim ki, fotokopi kağıtlarını kullanıyordum. Lady’e Mektuplar oradan doğdu. Aslında onun doğuşu ile devam edişi arasındaki ilişki de çok yanlış bilinir oldu. "Lady" önceleri bambaşka biriydi. Sonra imgesi değişti. Sahibi değişti demeliyim. O mektuplardaki kişiye gereğinden fazla aşık oldum sanırım. Çünkü realitede öyle biri hiç olmadı.

Beklentilerden söz ettim ya... Hep yazdığım mektuplara cevap bekledim.

Broy Dergisi vardı. Veysel Çolak orada Milhan’a Mektuplar yazıyordu. Broy o zamanlar çok düzensiz çıkan bir dergiydi. Kadıköy Beşiktaş vapur iskelesinin yanında duran gazete bayine her hafta;

“Broy geldi mi?” diye soruşumu hatırlıyorum.

O gazeteci hala orada, sanırım. Aradan nereden bakılsa 17 – 18 sene geçmiş.

“Gelmedi” deyişiyle yüzümün ne şekil aldığı ona sorulabilir.

Derginin son sayılarından bir tanesinde Füsun Erbulak’ın Milhan olarak cevap verdiğini gördüğümde benim beklentilerim de en üst seviyeye çıkmıştı. Çünkü ben de o zamanlar üniversitede çıkardığımız bir gazeteye yazıyordum ve Lady olduğunu düşündüğüm kişiye her sayı elden veriliyordu. Lady hiç bir zaman cevap yazmadı bana. Aslında cevap büyünün de bozluması demek oluyordu.

Veysel Çolak o cevaplardan sonra ne hissetti, çok merak etmişimdir. Kadıköy’de bir kitap sergisi açılmıştı. Veysel Çolak’la orada tanıştım. Sahne biraz sıkıntılıydı. "Ne konuşacaktım?" Aslında kısa bir sürede konuşacak şeyler ortaya çıkıyordu. Önemli olan o ilk adımın atmaktı. Yarım saat sonra Füsun Erbulak da geldi. Veysel Çolak benim gelişmeleri bildiğimi biliyordu. Onların arasında nasıl bir ilişki vardı, bilmiyordum ama hiç bir şey yokmuş gibi de değildi. O sahneleri görmek bana biraz itici gelmişti. Sonra ayrıldık. Şimdi diğer detayları hatırlamıyorum.

Tutkuları cazip kılan şeyin hep yaşanmamışlık olduğu söylenilir. Gerçekler uzaklaşmanın başlangıcıdır. Obje ile imge arasındaki ilişki hep gerilim taşır. Realite dediğimiz hayat sahnesi objelerden oluşur. Sanatı yaratan imgedir. Sanatçı, objeleri kafasında evirir çevirir bir şekle sokar. Benim için; hayatın, o sağanak yağmur altındaki korkunç günlerin içinde saklandığım hayal dünyası nasıl bir imgege dönüşmüşse... Ona benzer bir gizli dünyadır, yeniden yaratma süreci.

Yalnızlık bir yaratıcı süreçtir. Sanat o sürecin içinde yaratılır. Bir çok sanatçının uçlara savrulmasının içinde böylesi bir yalnızlaşma sebebi vardır. Yaratıcı, bu Tanrı değil, imgesini dışarıya taşırmak zorundadır. Aslında Tanrı da böyle yapmıştır. İmge, objeye dönüşmüştür. Objenin içindeki ruhsallık da tekrardan imgeye... Bu tekrer tekrar yaratma sürecinin içindeki her eser aslında kutsallık taşır. O eserin üzerine dışarıdan bir elin çizik atması da onu kirletir. Bir belediye başkanının heykel ya da resim karşısına geçip, o eserin üzerine tükürmesi böylesi bir kirletilmişliktir.

Uzay Gökerman
 
Toplam blog
: 2033
: 1268
Kayıt tarihi
: 09.06.06
 
 

"Keyif verici bir yalnızlık" olarak gördüğüm yazma serüvenimin en önemli merkezlerinden bir tanes..