Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Aralık '06

 
Kategori
Edebiyat
 

"Seninle olduktan sonra"

"Seninle olduktan sonra"
 

İngiliz romancı ve deneme yazarı John Berger’ın “Ve Yüzlerimiz, Kalbim Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü” adlı küçük ama yoğun kitabında geçen şu pasaj bence aşk hakkında yazılmış en güzel metinlerden biridir. Hem imgeler hem de o imgelerin çağrıştırdığı görüntü insanı çarpar. Aynı zamanda günümüzdeki şıpsevdi/tıpbıraktı aşk anlayışına da güzel bir yanıttır: “Kendi ölümümle beni en çok uzlaştıran şey bir düşünce, senin ve benim kemiklerimin birlikte gömülüp dağıldığı, çırılçıplak kaldığı bir yer düşüncesi. Kemiklerimizin ortalığa saçılmış darmadağın yattıkları bir yer. Kaburga kemiklerimden biri kafatasıma dayalı. Sol el kemiklerimden biri kalça kemiğinin içine girmiş. Kırık kaburga kemiklerimin üstünde göğsün bir çiçek gibi. Ayak kemiklerimiz, yüzlercesi darmadağın. İçiçeliğimizi böyle imgeleyişimin yalnızca kalsiyum fosfattan oluşsa da huzur verici olması garip. Ama öyle. Seninle olduktan sonra kalsiyum fosfat olmanın yeteceği bir yer düşünüyorum.”

“Ah sessizliği işitip karanlığı görmek keşke mümkün olsaydı, işte o zaman müminlerin tespihlerinden gelen şıkırtılar, yediklerini köşe başında çıkartan bir sarhoşun göğsünden gelen hırıltılar, kuytularda büyü yapanların dudaklarından dökülen fısıltılar duyulabilir ve on binlerce altınlık servetlerden saçılan ışıkta parıldayan gözler, şuh kahkahaların çınladığı batakhanelerin kapılarında asılı kırmızı fenerler, tenha köşelerde kirli ellerin çektiği o pırıltılı hançerler seçilebilirdi.” İhsan Oktay Anar’ın Amat adlı romanı –ve öteki romanıları- bunun gibi cıvıltılı bir ritmle ilerleyen pasajlarla bezelidir. Osmanlı denizciliğini, kadırgaların, kalyonların o kayıp dünyasını sayısız Osmanlıca sözcükle nefes nefese anlatır. 247 adet meşeden yapılmış, aynı sayıdaki personeliyle Amat isimli kalyon, ölüm ve ölümsüzlük yolunda karanlık ve fantastik bir sefere çıkmıştır.

“Zavallı Fletch. Gözünle gördüklerine sakın inanma. Görünenlerin hepsi sınırlıdır. Anlayarak bakmaya, bildiklerinin ötesine geçmeye çalış. O zaman uçmanın da anlamını daha iyi öğreneceksin.” Richard Bach’ın bir nefeste okunup biten “Martı”sını okumayan kaldı mı bilmiyorum. Martı’yı okumayan ölümsüzlüğün nasıl bir şey olabileceğini hakkında yeterince düşünmemiş, “bildiklerinin ötesine geçmeye çalış”mamış demektir bence.

Edebiyatımızın en özgün kalemlerinden, “ne kedisiz ne kitapsız” Bilge Karasu “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”nda Bizanslı genç keşiş Andronikos’un kişiliğinde insanın benimsemediği ama ona zorla benimsetilmek istenen inanç karşısında ne yapabileceğini sorgular. Andronikos, Bizansta “resimkırıcılık” diye bilinen baskı döneminin başlangıcını şöyle anlatır: “Bir akşam, Thessaloniki’nin kıyısında, denize doğru, yelkenlerin arasından açık denize doğru, dakikalarca, bakmıştı. Batan güneşin ardından görünen, o, dünyanın en güzel morunun, İmparatorların doğdukları odanın, somakilerin morunun, gezginlerin Doğu dağlarının kayalarında gördüklerini söyledikleri morun, ağır ağır karanlığa dönüşümünü seyretmesi geliyor aklına. Pencereden görünen renk, o gecenin son rengi olmuştu.

Bugünün ilk rengi.”

“Kıskançlık usta nakkaşın hayatında zamanla boya kadar vazgeçilmez bir malzeme olur.” Orhan Pamuk “Benim Adım Kırmızı”da 16. yüzyıl Osmanlı nakkaşlarının dünyasını anlatır. Kitap, saray nakkaşları arasında işlenen bir cinayetin araştırılması fonunda, bir aşkı ve Osmanlı resim dünyasını anlatır. Kitapta geçen kıskançlık hakkındaki bu cümle ise bana nedense Nobel Ödülü almasıyla onun etrafında başlatılan karalama kampanyasını ve öteki yazarların onu çeşitli bahanelerle alaya alma çabasını hatırlattı.

“Teknik devrimin insana armağan ettiği bir esrime biçimidir hız. Motosiklet sürücüsünün tersine koşucu, kendi bedeninin varlığını her zaman duyumsar, ilaç ampullerini, soluk durumunu hiç aklından çıkarmamak zorundadır; gövdesinin ağırlığını ve yaşını hisseder koşarken, kendi kendinin ve yaşamının zamanının her zamankinden daha fazla bilincindedir. İnsan hız yeteneğini bir makineye devredince her şey değişir: Artık kendi gövdesi oyunun dışındadır ve bir hıza teslim eder kendini, cisimsiz, maddesiz bir hıza, katıksız hıza, hızın hızlığına, esrime hızına.” Çağımızın en başarılı düşünsel romancısı ve varoluşçuların sonuncusu olarak nitelendirilen Çek yazar Milan Kundera’nın “Yavaşlık” adlı romanının başındaki bu niteleme “hız”a teslim olmuş modern hayatın en net tanımını verir gibi geliyor bana.

Efsane haline gelmiş bir gizlilik içinde yaşayan Amerikalı yazar Jerome David Salinger’in Glass ailesinin bireylerinden ikisinin hikayelerini anlattığı kitabı, “Franny ve Zooey”deki şu iki cümle ise ilk okuduğum anda beni çarpıp zihnime yerleşip kalan bir güzelliktir: “Sofra örtüsünün üstüne düşmüş, yaklaşık bir poker fişi büyüklüğündeki küçük ve sıcak bir güneş ışığına bakıyordu. Franny örtünün üstündeki küçük ışık lekesine yoğun bir dikkatle bakıyordu, sanki kıvrılıp onun içine yatmayı düşünüyormuş gibi.”

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..