Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Kasım '10

 
Kategori
Resim
 

"SEVEREK ÇİZİYORUM, ÇİZEREK SEVİYORUM"

"SEVEREK ÇİZİYORUM, ÇİZEREK SEVİYORUM"
 

Bütün iş Tahir'le Zühre olabilmekte, yani yürekte...


Atilla İlhan'ın

“ne kadınlar sevdim zaten yoktular

yağmur giyerlerdi sonbaharla bir

azıcık okşasam sanki çocuktular

bıraksam korkudan gözleri sislenir

ne kadınlar sevdim zaten yoktular

böyle bir sevmek görülmemiştir”

dizelerindeki gibi canlıları yaşama bağlayan o yüce duygu - sevginin peşinde koşmuştur hep; onun sayesinde umutlanmıştır. Sevgiyi, mutluluğu beyninde yaşayacak ve yaşatacaktır ilelebet.

Can Yücel aşağıdaki şiirini adeta onun için dillendirmiştir:

“Bağlanmayacaksın bir şeye
Öyle körü körüne
...

Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir şeylerin..
Mesela gökkuşağı senin olacak
İllede bir şeye ait olacaksan,
Renklere ait olacaksın,
Mesela turuncuya,
Ya da pembeye”

Tıpkı bu dizelerdeki gibi renklere tutulmuş, resim sanatına gönlünü adamış bir sanatçıdır o. Bu dünyada gök kuşağı gibi bir görünüp sonra kaybolan güzellik ve estantaneler vardır ya, işte o bunları çizip boyayarak hayata ilişik yaşamayı seçmiştir. Resimlerinde kompozisyonun bir köşesine iliştirdiği Ayaz figürü kaybolmamak için değilse, ya nedendir? Zira, Turan Erol’un “birşey yaptıysan kaybolmazsın” sözü manidardır.

Orhan Veli’nin;

“Ağlasam sesimi duyar mısınız,

Mısralarımda;

Dokunabilir misiniz,

Gözyaşlarıma, ellerinizle?

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,

Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu

Bu derde düşmeden önce.

Bir yer var, biliyorum;

Her şeyi söylemek mümkün;

Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;

Anlatamıyorum.”

şiirindeki yer olarak resmi seçmiştir bu suskun insan, aslında içinden bağırmak gelmiştir hep. Kendini anlatmak için kelimeler hep kifayetsiz kalmış, düşüncelerini birtürlü söyleyememiştir. Aslında, suskunluğunu tıpkı yazı yazar gibi çizdiği desenleriyle, fırçasından süzülen renkleriyle bozmuş; “anlayın işte!” demiştir: “Ne demişler; anlayan anlar, anlamayan yorumlar.” Mutluluktan ağlamak, onun için mutlulukların en güzelidir. Zira gözyaşlarından resim yapılsaydı Ayaz’ın boyaya hiç ihtiyacı olmazdı.

Suskunluğuna, çekingenliklerine, tedirginliklerine ve hüznüne rağmen resimleri kıpır kıpırdır. Kırkpınarda yiğitlerin kisbetlerini takınarak meydane çıkışlarına nazire edercesine rakkaseler salınır durur resminde aşağıdaki oynak parçanın eşliğinde:

“Rakkas geldi meydane
Al bastı ak gerdane
Ay Ay ay ay ay ay canlar
Böyle dilber gördün mü?
Ey meclis-i şahane
Ay ay ay ay ay ay canlar

“Severek çiziyorum, çizerek seviyorum”

Ayaz’ın rakkaseleri yerçekiminden kurtulmuşçasına birer kelebek gibi dans ederler. Birkaç çizgiyle, tereddütsüz biteviye çizilmiş yarı çıplak figürleri gösteren desenler onun resminde ritmik bir dansı sergiler gibidirler. Bu rakkaseler kimi zaman resmin öznesi olup ortalıkta salınırken, kimi zaman da resmin tümleci olur ve arka planda dansa devam ederler. ‘Çizmek’ Mustafa Ayaz için vazgeçilmez bir kavramdır. Zira, bu ironik cümle herşeyi anlatmaktadır: “Severek çiziyorum, çizerek seviyorum.” Ayaz çizerek konuşmayı seçmiş bir sanatçıdır. Ona göre “sanat, desenin gücünde, kurşunkalemin ucundadır” (1978).

Renk de Ayaz’ın olmazsa olmazıdır. Aslında siyahlar, griler, bejler hiç eksik olmaz resminden. Korkularını, öfke ve tedirginliklerini belki de bu renklerle ifade etmektedir. Ama, öte yandan, coşkularını, çocuksu sevinçlerini, içindeki umudu ve kıpırtıyı ifade etmek için de bir tutam turuncuyu, pembeyi, kırmızıyı, maviyi ve nicelerini de patlatmayı hiç ihmal etmez. Hayata ilişik yaşamak, hayata tutunmak içindir tüm çabası... “Siyah boyalar getirin. Çok çok siyah boyalar... Herşeyin anlamsız olduğunu göstermek için kapkara siyah boya; ama küçücük bir kırmızı, küçük bir ışık gerek. O da yaşadıkça umudum olacak. Bizi yaşama bağlayan, bize güzel şeyler yaptıran özlemlerimiz, umutlarımız değil mi?” (2000)

Tam da bu noktada, 1962 yılından bu yana Ayaz ile pekçok anı paylaşmış, sırasında omuz omuza çalışmış, onun sarhoşken, ayıkken, hastayken, çalışırken tuttuğu notları okumuş bir sanatçımız olan ressam Zafer Gençaydın’dan dinleyelim Ayaz’ı: “... Coşkularını, çocuksu sevinçlerini, burnunda soluyan öfkesini, zıvanadan çıktığı anlarını, insana gereksizmiş gibi gelen kaçışlarını, korkularını, utangaç bîr genç kız gibi kulaklarına dek kızaran çekingenliklerini, bir topluluk karşısına çıkarken soluğunun kesilişini, yerinde duramayan yaratılışını, bazen bir an bile dinlenmeyi beceremeyen tedirginliklerini biliyorum.”

Kıpır kıpır, fıkır fıkır desenleriyle alı al, moru mor renkleriyle, karınca kararınca gülpembesiyle, eflatunuyla, camgöbeğiyle, samansarısıyla, zeytinyeşiliyle, fildişiyle gözlere şenliktir Ayaz resimleri. Ayaz’ın tuvalinde dinlenen renkler şarap misali birbirinden değerlidir. O parlaklığı, o etkiyi tüpten çıkan renklerle nasıl yakalamış bu adam diye kendime sorduğumda aldığım yanıt griler, renkli griler... Önce fonu öldürüyor Ayaz; karaya kesiyor, kahverengiye kesiyor, griye kesiyor. Sonra o pasif fona uygun bir renk patlatıyor ki gözlere şenlik. Zira, sanatçının “dişlerimi ve fırçayı alabildiğine sıkarak boyaya enerji veriyorum” sözü boşuna değildir.

Renk ve desen konusunda hocası Adnan Turani’nin kulvarından çıkış yaptığı bir gerçektir. Ayaz’ın resimleri de tıpkı Turani’ninkiler gibi öncelikle bilek, pardon desen gücüne dayanır. Resimleri herikisinin de ‘iki yüzlüdür’, yani düzlemseldir; bir üçüncü boyutu mumla arasanız bulamazsınız. Zerafetleri sadeliklerinden ileri gelir. Griler, renkli grilerden oluşan düzlemler yer yer patlayan bir tutam renkle şenlenir. Morun içerisinde eriyen zümrüt yeşilleri, kahverengiyi çalkalayan karmen kırmızısı, patlıcan morundan fışkıran gülpembesi gibi. Gerek desen gücü, gerek kaligrafik öğelere olan düşkünlüğü, kadın figürünü bir “mit” olarak ele alışı, renk ustalığı benim gözümde Ayaz’ı Matiss’e de yaklaştırır. Ama, aslında onun bütün çabası kendini, özünü arayıp bulmak üzerine kuruludur: “Kendimi arıyorum; aradıkça kendime yaklaşıyorum” (1986).

2009’un 2010’a yaklaştığı Kasım ayı akşamında görkemli resimlerle görkemli bir biçimde açılışı yapılan görkemli Ayaz Müzesindeki bir heykel çok dikkat çekiciydi. Yeldeğirmenleriyle savaşan Don Kişot misali sağ elinde tek, sol elinde ise bir demet fırçayı elinde tutan, yıllar yılı sıkıp boyayarak bitirdiği renk renk, boy boy boya tüplerini bir zırh gibi tepeden tırnağa kuşanmış, 101 pare tüpün rengarenk kapaklarını ayaklarının arasına almış bu heykel sanki ömrünü o büyük savaşın hazırlığı ile geçiren Mustafa Ayaz’dan başkası değildi. Çocuklar uzaydan geldiklerini düşündükleri bu garip silahşöre merakla bakıyorlar, kimbilir onu düşlerinde nerelere oturtuyorlardı.

Tahir olmak da ayıp değil, Zühre olmak da,

Hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Bütün iş Tahir'le Zühre olabilmekte,

Yani yürekte...

Nazım Hikmet’in şiirindeki Tahir ile Zühre gibi bir kadın ve bir erkek sevgi dolu gözlerle yüz yüze göz göze bakışır dururlar o akşam. Resimlerdeki figür Tahir kimliğine bürünmüş Mustafa Ayazdan başkası değildir. Bir yay gibi dışa doğru gerilmiş haşmetli Karadenizli burnu çukur çenesine değdi değecek, belli belirsiz yıkık kaşları her iki yana düştü düşecek Ayaz portresi özgün bir yüze sahiptir. Siz deyin 40, ben diyeyim 50 cm.lik kare bir tuvale resmedilmiş Ayaz ile ‘sevgili’nin portresi hem plastik açıdan hem de hissettirdiği etki açısından dört dörtlük bir iştir. Erkeğin yüzü turuncuya yaklaşan sarılıkta kadının yüzü ise pembe üzerine boyanmış ışıklı parlak bir maviliktedir. İki figürdeki burun, ağız ve çene çizgileri sanki bir bütünü tamamlar nitelikte iç içedir. Belli ki, sevgiliyi düşünürken bir çakıltaşı ısınmaktadır Ayaz’ın yüreğinde. Ayaz’ın gözleri sevgiliye melul melul bakmakta, kadın ise muhlis gözlerini kırparak ona karşılık vermektedir. Ayaz’ın spatula ile boyanmış siyah saçına karşılık kadının kahverengi kabarık saçları üzerindeki kırmızıya yaklaşan geniş çizgiler yüzeyi hareketlendirmektedir. İki figürün kolları tıpkı birbirlerini sımsıkı sarmalamış asma dalları gibidir. Bu kucaklaşma sırasında kadının göğüslerini temsil eden iki yuvarlak yeşil leke adeta yukarı doğru salınmaktadır. Turkuvaz, gülpembe, kırmızı, kahve ve siyah paralel çizgiler resimdeki heyecan ve coşkuyu simgeleyen ritmik hareketlerdir. Fildişi beyazı zemin ise birbirleriyle kıyasıya yarışan bu renkleri dizginlemek için sürülmüş gibidir.

Bu kez büyük boyutlu başka bir tuvale takılıp kalıyor gözüm. Yine benzer tondaki beyaz bir zeminde, mavi leke üzerinde omuz omuza birbirlerine yaslanmış oturan Ayaz ile ‘sevgili’nin yüzleri, ayaklarının tersine, birbirlerine dönüktür. Renksiz boya silgisiyle mavi zemin üzerine çizilen birkaç çizgiyle mavi leke iki figüre dönüşmüştür. Beyaz fonda ise kahve ve siyah renkli desenlerle belli belirsiz çizilmiş Ayaz figürleri ile Ayaz’ın kadınları resmi tamamlar niteliktedir. Bu iki resimle birlikte Ayaz’ın tüm yapıtları değerlendirildiğinde bir sadelik göze çarpar; sanki çalakalem bir avazda ortaya çıkmış izlenimi doğar. Ayaz’ın bu konudaki düsturu açık ve nettir: “Sanat, basitte; ancak, 'kolay olmayan'dadır. ... Biçimi kolay algılanabilecek şekilde vermek dürüstlüktür.”

Ayaz’ın resimlerinde leke ve çizgi içiçedir. Ona göre resimde leke, nefes almaya, duraksamaya; çizgi de konuşmaya benzer.

Ayaz’ın sereserpe uzanmış kadınlarına takılıyor gözüm. Orhan Veli Kanık’ın şiiri düşüyor zihnime:

Uzanıp yatıvermiş, sere serpe;
Entarisi sıyrılmış hafiften;
Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;
Bir eliyle de göğsünü tutmuş.
İçinde kötülüğü yok, biliyorum;
Yok, benim de yok ama...
Olmaz ki!
Böyle de yatılmaz ki!

Ayaz’ın kadınları çıplak ya da yarı çıplaktır. Tenleri siyah ve beyaz ile birlikte sırasında kırmızı, sarı, yeşil, mavi ve mor gibi gökkuşağının tüm renklerine bürünür. Resim hangi rengi çağırırsa ona bürünür. Onun resminde anadan üryan çıplaklık masumiyeti ve estetik güzelliği çağrıştırır. Ayaz’ın resminde, ‘mit’leştirdiği kadınlar masum bir kösnüllüğün (erotizmin) sınırlarında, ancak sanatın kuralları içinde gezinir. “Sanatçı fantazisi sanatsal yapı ile bütünleştiği zaman güzeldir. Sanatsal yapı fantaziye, öyküye kurban edildiği zaman sonuç bir rezalettir” söylemi Ayaz’ın bu konudaki hassasiyetini enikonu ortaya koyar.

Freud hafızalara kazınan “what’s on a man’s mind” sözünü sanki Ayaz için söylemiştir. Sahi nedir Ayaz’ın zihnindeki? Ayaz müzesineki Picassovari birkaç düzlemde şekillenmiş Ayaz büstünün içinden kafanın tam da orta yerinden bir kadın yüzü dışavurmaktadır. Baştan çıkartıcı, iç gıcıklayıcıdır Ayaz’ın kadınları. Gün olmuş kırmızı ibikli bir horoz olarak aşkını ürümüştür sevgiliye. Çoğu kez de tuvalinin başında, modelin karşısında seyre dalar Ayaz.

Çizer olmuştur Ayaz, Mecnundan bin beter olmuştur. Kara sevdadır bu, merhem ne çare; tabip neylesin onulmaz bu derde. Aşk şarkıları besteleyemediği için aşk resimleri yapmaktadır Ayaz. Aslında Ayaz’ın tüm yapıtları kendisinin de söylediği gibi hapsedilen aşklarının öyküsüdür. Aşk ve Sevgi uğruna çizip boyadığı resimler; sadece birer sanat eseri olarak değil aynı zamanda bir yaşam serüveni olarak değerlendirilmelidir: “Gördüğüm herşeyde seni aramak, herşeyi sana benzetmek tanrısal bir sevgi, tanrısal tapınma değil mi?” Kıskanç mı kıskançtır Ayaz, bir an olsun yalnız bırakmaz kadınlarını. Kol kanat gerer onlara. Elinde bir çiçek sevgisini sunar onlara.

Müziğin sesi de tuvaline yansır Ayaz’ın. Bazen bir kemanın, sırasında bir viyolenselin. Atölyesinde bir viyolenselin duvara yaslandığı görülmüş şeydir.

Renk, çizgi ve formlarla yaşamını sürdürür Ayaz. Üçgen, kare, daire gibi geometrik formlara yaslanmayı da ihmal etmez resminde. Bazen pare pare pencerelere paralar tuvalini. Her pencerede ayrı bir resim. Resim içinde resim.

Ayaz’ın geveze elleri durmak bilmez. Gün olur fırçasıyla boyasını vurur tuvale, gün olur kaleminin ucundan bir çıplak güzel dökülür kağıda. Desenlerini boyamayı, onları boyayarak giydirmeyi de ihmal etmez Ayaz.

Ayaz’ın 1975 yılına tarihlenmiş genç kız figürü duruşuyla, daha da önemlisi bakışlarıyla insanın zihnine çivileniyor. Resimdeki model sade fakat zarif ve narin biri. Hafif yan dönmüş, sol kolunu omuz hizasında hayli yüksek bir yastığa dayamış, narin parmaklarını bileğinden aşağı sarkıtmış, kırmızı ojeli parmaklarıyla bezeli sağ elini sol bacağı üzerinde hanım hanımcık birleştirmiş oturan bir figür bu. Model başını hiç çevirmeden nefesini tutmuş, meraklı sola kayan gözleriyle sanki ressamın resmini nasıl tamamlayacağını merak etmekte. İki nokta üst üste hokka burunlu, kiraz dudaklı, zeytin irisi gözlü, saçları omuzlarına dökülmüş bir masum güzel işte. Ayaz modeldeki zerafeti beğenmiş, onu zihnindeki mutlak güzellikle örtüştürmüş, onu “güzel” olarak seçmiş olmalı ki onu resimlemiş. Evet, Ayaz Ocak 1984’te Önder Şenyapılı’ya da söylediği gibi aynı pozda oturan iki – üç modelden birini çiziyor, ötekileri çizmiyor. Neden mi? Biri hoşuna gidiyor da ondan. Kıssadan hisse: Severek çiziyor, çizerek seviyor. Resmin üçte ikisi Ayaz kırmızısı ile, üçte biri ise Ayaz karası ile Ayaz’a çekmiş. Ayaz dikkatleri model üzerinde yoğunlaştırmak için fondaki duvar ve yastık gibi ayrımları kırmızı fonda eritirken modelin elbisesini matem karasına boyamış. Kahverengiden eflatuna yaklaşan tuşelerle hareketlenen, boyundan göğüs üzerine sarkmış fular, beyaz noktalardan oluşan bir kolye, ojeli parmak uçlarındaki bir tutam kırmızı ile kırmızı dudaklar ve gözakı durağan resmi hareketlendirmektedir. Sağ üstteki kırmızı zeminin fırçalarla çalkalanması da modelin bakış açısını kuvvetlendiren bir hareket taşımaktadır. Resmin önünden geçtiğinizde dahi başınızı geri çevirmeden edemeyeceğiniz, gözlerinizi ödünç bırakacağınız bir başka Ayaz resmi daha.

Önde düzine düzine dizilmiş yaşlı, başı örtülü kadın figürleri. Fildişi beyazı zeminde bir tutam yeşil, kahve, mavi ve turuncu da olmasa, hani eridi eriyecekler. Figürlerin üzerine nazire edercesine sereserpe uzanmış, memeleri bereket tanrıçası gibi hemi de dördü bir yerde orta yere saçılmış vücudu sarıya kesmiş sarışın bir afet. Arkada siyah ve mavi tepeler. Tepelerin üzerinde şematik gecekondu evleri: Alı al, moru mor, yeşili yeşil. 1978 tarihli bu resim Ayaz’ın Şentepe’de gecekonduda yaşadığı döneme endeksli. Sonrasını Önder Şenyapılı’nın “Benim Sanatçılarım” kitabındaki Mustafa Ayaz bölümünden okuyalım: “Şentepe’de oturuyorum, orada başörtülü kadınlar görüyorum. Okulda mini etekli, pantolonlu kızlar görüyorum. ... Ankara’da küçük bir dolaşma bile, ne denli çelişkilerle dolu bir ortamda yaşadığımızı kanıtlar. Benim resmimin konusu ‘insan!’ Yaşadığım çelişki resmime de yansıyor.” 1990 tarihli söyleminde resimlerindeki bu çelişkiye açıklık getiriyor: “Hep iki şey arasında yaşadım; Köyle kent, sevapla günah, varlıkla yokluk... Resimlerimin temel öğesi bu ikilem ve çelişkilerdir.”

Mustafa Ayaz, adeta tırnaklarıyla kazıyarak Başkentimize yaraşır bir müze kazandırdı. Bir ilki başardı. Umarım, bu cesaret diğer sanatçılara ve bu konuda üzerlerine sorumluluk düşen herkese örnek olur. Gecekondusundan çıkıp, küllerinden yeniden doğarak yoktan kendini var eden zümrüdü anka kuşu gibi çağdaş ve görkemli bir müzeyi yaratmayı başarmıştır. Dilerseniz, gelin şimdi Müze'nin öyküsünü Mustafa Ayaz'ın ağzından dinleyelim:
“1974 yılında, Yenimahalle Şentepe'de gecekondumu yaptığım zaman dünyalar benim olmuştu. Artık hem ailemin hem de resimlerimin bir yuvası vardı. Çevrenin sanatsal bir mekâna dönüşmesi için de bahçe duvarına bir kabartma tasarlamıştım. Böylece benim gecekondum sıradan olmaktan öte Mustafa Ayaz'ın sanat evi olarak yaşayacaktı.
Evin bodrumunu atölye olarak kullanıyordum. En güzel eserlerimi de orada yaptım. Yıllar geçti. Resimlerim çoğaldı çoğaldı. Sonra 2002 yılında çağdaş anlamda kendi adıma bir müze yapma gereksinimini duydum. Hemen kolları sıvadım. Umduğumun çok çok üstünde bir işi başardım; hem de bir kuruş yardım almadan. Halktan aldığımı, halka vererek...
Amacım bir müze binası inşa etmek değildi. Yapıtlarımın güvenli bir barınağı olsun, orada sonsuza dek yaşayabilsin ve kalıcı olsunlar diye düşünüyordum. Böylece 30 yıllık hayallerim gerçeğe dönüşecekti; gecekondudan çağdaş bir müzeye...”

Sevda üstüne neler söylemişlerdir neler, ah şu şairler. Aşkın şairleri...

Ümit Yaşar Oğuzcan: “Ben seni sevdim mi? Sevdim, kime ne...”

Atilla İlhan: “Gözleri siyah kadın o kadar güzelsin ki...”

İlhan Berk: “Seni düşündükçe gül dikiyorum ellerimin değdiği yere...” ve

Bedri Rahmi Eyüboğlu: “Seni düşünürken bir çakıl taşı ısınır içimde...”

Alında Ayaz’ın yaptığı her resim, şairlere nazire edercesine sevdikleri için yazılmış bir şiirdir. Aşk şarkıları besteleyemediği için resim yapar Ayaz. Aşkın ressamıdır Mustafa Ayaz ve eminim ki bir çakıl taşı ısınır durur içinde…

Sait Faik Abasıyanık’ın sözü geliyor akla: ''Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey...''

www.alaattinbender.com

Not:

Uzunca bir ayrılıktan sonra yazmayı ne kadar da çok özlemişim...

Alaattin Bender

Aşkın şairi çoktur, ama aşkın ressamı sanki hiç yoktur

Gecekondudan çağdaş bir müzeye

Gözlerinizi ödünç bırakacağınız bir başka Ayaz resmi daha

Ayaz’ın geveze elleri durmak bilmez

“Sanat, basitte; ancak, kolay olmayandadır”

Bütün iş Tahir'le Zühre olabilmekte, yani yürekte...

“Kendimi arıyorum; aradıkça kendime yaklaşıyorum”

 
Toplam blog
: 26
: 8842
Kayıt tarihi
: 21.11.06
 
 

1990-1994 yılları arasında T.M.O. Plastik Sanatlar Atölyesi'nde Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar ..