Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Ekim '15

 
Kategori
Siyaset
 

"Tarihin tekerrürü-II"

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? Mehmet Akif Ve bardak taştı. Bardağı taşıran “tek bir damla su” değildir; “o son tek damla” sudur. O son damla su, bardağın taşma nedeni de değildir; ancak, nicel değişimlerin nitel değişime doğru dümen kırdığı andır. Doğduğu an ve saniyeden itibaren bir bebeği tıbbî açıdan sürekli olarak izleme, takip etme şansımızın olduğunu düşünelim. Bebek doğduğu andan itibaren dakika dakika büyümektedir; uygun izleme cihazlarına, imkânlarına sahip bir tabip, bu bebekteki dakika dakika, saat saat, gün gün… olan değişimleri bize bildirebilir; gelişimi, dönüşümü takip edebilir. Bebeğe dışarıdan bakan bizler için bebek, bebektir. Değil ilk saatler, ilk günler; ilk yaşına da girse, irileşse de hâlâ o bir bebek, çocuktur. Yaşlar ilerlese; bebek, artık çocuk da olsa; konuşmaya yürümeye de başlasa; okula gitse; okuma yazma da öğrense; ilk gün kucağımıza aldığımız o bebek, büyümekteyse de nitel olarak hala aynıdır: Bir büyük bebek, küçük bir çocuk vardır önümüzde. Nicel değişim an be an devam etmekte, yıllar geçtikçe bebekteki değişim görünür hale gelmekteyse de nitelik, öz sabittir. Ta ki o “an”a kadar. Bardağa eklenen son damla, o bebek/çocukta artık “nitel” bir değişime dümen çevirir. Bardağa eklenen o son damla, artık karşımızdaki bebek/çocuğu nitel olarak değiştirmiştir. Artık karşımızda “o” değil “bambaşka” bir ergen/yetişkin vardır. Yeni ergen/yetişkin, yıllar önce doğan bebeğin ve onun o süreçte geçirdiği çocukluğun bir “türevi”dir; ama asla aynısı değil.

Ergen/yetişkin, hem içinde o bebeği(n izlerini/özlerini) taşır; hem de taşımaz. “Nicel” değişimlerin “nitel” değişimlere dümen kırması olarak adlandırmaya çalıştığım farklılaşmayı böyle de okumak gerektiğini düşünüyorum. *** Şubat ayı içerisinde, başlığını Mehmet Akif Ersoy’un şiirinden aşırarak yazdığım “ ‘Tarih’i ‘Tekerrür’ Diye Tarif Ediyorlar; Hiç İbret Alınsaydı, Tekerrür mü Ederdi?” başlıklı yazımda da, yukarıda bebek/yetişkin analojisi ile özetlemeye çalıştığım düşünceleri farklı kelimelerle dile getirmeye çalışmıştım. Gerçekten de Osmanlı/Cumhuriyet siyasal ikliminde “Vezir-i Âzam”dan, Bâb-ı Âli’nin güçlenişi ile birlikte “Sadrâzam”a; 1920’de Meclis’in açılmasıyla Sadrazamlıktan, “İcra Vekilleri Heyeti Başkanlığı”na, Cumhuriyet’in ilanını takiben de heyet başkanlığından “Başbakanlık”a doğru geçişte birçok dönüşüm, değişim yaşanmıştır.

Ama dikkatimizi Cumhuriyet dönemi üzerinde yoğunlaştırarak konuşacak olursak, bu kırılmaların en belirginini, Cumhuriyet tarihinde başbakanlık kurumunun niteliksel dönüşümünü 1950 yılında bulabiliriz; burada da bardağı taşıran o son damla, Demokrat Parti’nin 7-11 Ocak 1947 tarihinde toplanan Birinci Büyük Kongresi’nde Ana Davalar Komisyonu’nca kabul edilen Hürriyet Misakı’nın 3. maddesinde yer alan ve parti nizamnamesine de eklenen Cumhurbaşkanlığı ile Parti Genel Başkanlığı’nın birbirinden ayrılması kuralıdır. Yukarıda da ismini zikrettiğim yazıda da tartışmaya çalıştığım gibi, DP, muhalefette olduğu bu dönemde, cumhurbaşkanlığı ile parti genel başkanlığı makamlarını kesin çizgilerle birbirinden ayırmakta ve parti genel başkanlığını, diğer bir ifade ile parti örgütü ve TBMM grubu üzerindeki denetim ve hâkimiyeti başbakana bırakmaktadır. Bunu, muhalefetteki DP’nin, İsmet İnönü’nün hem Cumhurbaşkanı hem de CHP Genel Başkanı olmasına bir tepki olarak okumak da mümkündür. DP’nin iktidara gelişi ile birlikte gerçekleşen ise her ikisi de önemli siyasî ağırlıklara sahip Cumhurbaşkanı ve Başbakan arasındaki güç dengesinin göreli değişimidir. Bu uygulama, sadece DP iktidarı ile de sınırlı kalmayacak; siyasetin başbakanlar eliyle belirlenmesi ve parti TBMM grubu üzerindeki hâkimiyetin yine onlar ve çevreleri aracılığıyla tesis edilmeleri günümüze kadar devam edecektir. Bu, o kadar belirgin bir dönüşümdür ki, başbakanların siyasal yapının başat gücü olmaları durumu, darbelerin ardından Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden muktedir emekli askerler döneminde dahi değişmeyecektir. *** "Çözüm Süreci İzleme Heyeti”, “Üçüncü Göz” vb. adlarla anılan heyetin oluşumu ve bu süreçte siyasal konjonktürde işgal edeceği fiilî mevkî üzerine AKP içerisinde yaşanan tartışmalar heyecanla takip ediliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ukrayna gezisi dönüşünde gazetecilere yaptığı açıklamada sarf ettiği “Kürt sorunu yoktur.” sözleri; Dolmabahçe’de Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala ile HDP’li Sırrı Süreyya Önder’in aynı anda açıklama yapmalarını doğru bulmadığını vurgulaması; Abdullah Öcalan'la görüşecek “İzleme Heyeti” oluşturulmasıyla ilgili olarak "Şunu da çok net söylüyorum, ben olumlu bakmıyorum." çıkışı da AKP içerisinde, bir süredir kapalı kapılar ardında devam edegelen tartışmaları, medyanın önüne, kapının dışına taşıdı. Hemen hemen bütün siyasî partiler, çevreler Erdoğan’ın bu sözlerine dair düşüncelerini, eleştirilerini dile getirdiler; ancak biri var ki, medya da en fazla tartışılan da o oldu. Bülent Arınç’ın geçen günlerde yaptığı açıklamalarda “ ‘Bundan hoşlanmadım, hoşuma gitmedi, soğuk veya sıcak karşıladım.’ beyanları kendi hissi beyanlarıdır. Sorumluluk hükümetin üstündedir, bunları kendi özgün düşünceleri olarak kabul edebiliriz. Cumhurbaşkanımızın böyle konuşması hatta hükümetimizi eleştiriyor noktaya gelmesi elbette hükümetimizi de yıpratabilir. Sayın cumhurbaşkanımızı çok sevdiğimiz için bu konuşmaları hükümetimiz adına değil ama kendisini yıpratabilir diye düşünüyoruz.” şeklindeki açıklamalarını birçok gazete, “Erdoğan’a Sert Tepki”, “AKP’de Çatlak”, “Hükümetten Erdoğan’a Rest” türünden başlıklarla yayınladılar. ***

Süre giden tartışmaların AKP içerisinde, Erdoğan’a bir “rest”, bir “sert tepki” bir “yalanlama” bir “itiraz” olup olmadığını önümüzdeki süreçte hep birlikte takip edeceğiz. Ancak dikkatinizi çekmek istediğim husus bu değildir. Asıl mesele, Tayyip Erdoğan’ın bizzat kendisinin gerçekten “yeni” bir Türkiye’nin kurulduğuna inanması ve herkesi de buna inandırmaya çalışmasıdır. Erdoğan’ın Bülent Arınç’ın kendi sözlerine istinaden gösterdiği tepkiye karşı dile getirdiği şu sözler de bunun kanıtı gibidir: Siyasetin 2002 yılı öncesinde yürüdüğü gibi yürümesinin beklememesi gerektiğini vurgulayan Erdoğan sözlerine şöyle devam eder: “O dönem geride kaldı. Ne diyor Mevlana ‘Dün dünde kaldı cancağızım, yarın için bir şeyler söylemek lazım’. Artık Türkiye için yeni şeyler söyleme zamanıdır. Her büyük değişim gibi bu da hiç şüphesiz sancılı olacak, sıkıntılı olacak. Şunu açık ve söyleyeyim, bir büyüğümün ifadesidir, ‘Evlat her kutlu doğum sancılı olur’.” Tayyip Erdoğan’ın “Yeni Türkiye” ve “Dün dünde kaldı cancağızım, yarın için bir şeyler söylemek lazım” türünden söylemleri, kendi Cumhurbaşkanlığı ile birlikte Türkiye siyasî hayatında niteliksel bir dönüşümün yaşandığı (yaşandığını düşündüğü) şeklinde okunabilir. Oysa AKP içerisinden yükselen sesler bize hiç de öyle olmadığını söylüyor. Aksine, 1950 ile başlayan (ama izlerini daha erken tarihlerde, hattâ örneğin, Nyon Konferansı sırasında Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk ve Başbakan İsmet İnönü arasındaki tartışmalarda bile görebileceğimiz) süreç devam etmektedir. Menderes’in Başbakanlığa, Bayar’ın Cumhurbaşkanlığı makamlarına gelmeleri ile Türkiye’de bir Başbakan’ın doğmuştur; Menderes’in Başbakanlık döneminde kadar siyasetin şoför koltuğunda Cumhurbaşkanları oturur; 1950’den sonra siyaset otobüsünün kaptanı istisnasız değişir. Bu anlamdaki ilk Başbakan da Adnan Menderes’tir. Son günlerde bardakta kopartılan fırtınaları biraz da böyle okumak gerekiyor. Tayyip Erdoğan Mevlana’dan mülhem sözlerle Türkiye’de nitel bir değişimin olduğunu herkese inandırmaya çalışıyor. Oysa 1950 ortasındaki “kalıp” kendi dinamiklerini sürdürmeye devam ediyor; Bülent Arınç’ın cevabını, Erich Maria Remarque'ın sinemaya da uyarlanan kitabının adıyla okuyalım: “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” Netekim! Hiçbir şey değişmiyor cancağızım.

 
Toplam blog
: 38
: 70
Kayıt tarihi
: 08.02.15
 
 

Hacettepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü. Doç. Dr.  Özgür Üniversite ..