Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Mart '15

 
Kategori
Sinema
 

“Tut elimden yürü çocuk” Erkan Petekkaya ve Soner Erzincan'da Yeni Dünya filmiyle yürümüş gitmişler

“Tut elimden yürü çocuk” Erkan Petekkaya ve Soner Erzincan'da Yeni Dünya filmiyle yürümüş gitmişler
 

Bu yılın merakla beklediğim filmlerinden biri olan Yeni Dünya filmi geçen cuma vizyona girdi. Çok istememe rağmen Ankara’da olma sebebiyle galasına gidemesem de ilk fırsatta izledim.

Şimdiye kadar gerek Türk sinemasında gerek dizilerde olsun çizilen engelli profili toplum algısında olumsuz bir engelli modeli yarattığı için bu algıya çizik atan engelli farkındalığı yaratacak öznesi engelli olan bu tür filmlere ayrı bir önem veriyorum.

Çünkü toplumdaki kanıksamış algıları kırmanın yollarından biri kitle iletişim araçlarıdır. Nasıl ki o kanıksanmış algıları perçinleyen Yeşilçam sinemasının olumsuz engelli figürleri ise yine kıracak olan da sinemanın kendisidir.

İşte bu sebeple sinemaya ayrı bir ilgim olsa da engelli sineması adına yapılmış her filmi yakından takip ediyorum. Bu film de bu sebeple önemsediğim filmler arasında olan bir filmdi.

Filmi ilk duyduğumda Caner Erzincan ve Erkan Petekkaya ismi yan yana gelince filme dair beklenti çıtamda yükseldi.

Tabii bu filmi yapılmış engelli filmlerinden ayıran önemli başka unsurlar da var.

Şimdiye kadar Türkiye’de öne çıkan engelli filmleri ya empati sempati üzerine yazılmış senaryolardan oluşmuş ya da başka ülkelerde oynamış filmlerin esinlenmiş çokça da bire bir uyarlanmış hali olarak karşımıza çıktılar.

Sinema camiası empatik sempatiklerini tatmin etse de bu filmler engelliler camiasını çok da tatmin etmedi. Aralarında iyi olanlar olsa da hep eksik kalan bir yan oldu. “Ha işte bu” diyebileceğimiz tam bir film çekilmedi henüz yapılmışlar arasında.

Bunun pek çok nedeni var tabii bunlara uzun uzun değinmeyeceğim elbette Türk sinemasında bütünüyle evet diyeceğim-diyeceğimiz bir engelli filmi çıkar mı bir gün bilemiyorum ancak biz umutla bekliyoruz. Denenmesini de bu açıdan önemli buluyoruz.

Yeni Dünya filmine gelirsek eğer evet filmi yapılmışlardan ayıran çıtasını biraz daha yükselten pek çok sebep var.

Bu filmi yapılmışlardan ayıran unsurlardan birincisi ilk kez bir engellinin başrolde olması filmin yönetmeni ve senaristi Caner Erzincan’ın kardeşi Soner Erzincan’ın oynaması.

Yani down sendromluyu down sendromlu birinin oynaması.

Böylece önemli bir olumsuz algıyı da kırıyor burada Soner. Sadece kendisini oynamıyor algılarda yerleşik “nasıl olur, nasıl yapara” da çizik atıyor.

Bir engelliden sinema oyuncusu olabileceğini filmdeki kilit sahnelerde usta oyunculara taş çıkartacak performansıyla da gösteriyor.

Filmin yükünü üzerine aldığı sahnelerde Soner Erzincan bu yükü o kadar iyi taşımış ki orada sadece yıllardır bu işin içinde olan bir oyuncu görüyorsunuz.

Tabi bizler bunu biliyoruz. Engellilere fırsat verildiği zaman herkes gibi yapabileceğini her şeyin üstesinden gelebileceğini ama bu konuda hala tereddütleri olan, ön yargıları olanlar var bunu da biliyoruz.

Çok basit örnekle yıllar önce düzenlediğim bir organizasyonda engelli projelerinden sorumlu belediye başkan yardımcısının vapur talebime karşı verdiği cevap “ Vapurdan düşerlerse biz o sorumluluğu alamayız”. Engelliyi tanımadan engelli projeleri üretmek konusunu başka yere koyuyorum o ayrı bir vehamet engelliye baktığı yer ise çaresiz, yardımsız bir şey yapamayan bireyler olarak görmesi. Oysa o grubun içinde Kızıldeniz’e dalmış omurilik felçlisi bir birey tek parmağı ile kitap yazmış ALS hastası ve daha pek çok alanda kendilerini kanıtlayan isimler vardı. Ama başkan yardımcısı öyle görmüyordu. Sorumluluğun büyüğü bendeyken o sorumluluk almak istemiyordu, “ya düşerse” korsuyla.

Bir belediye başkan yardımcısının hele de engelli projelerinden sorumlu olan birinin bile engellilere baktığı yer buyken gerisini siz düşünün.

Bu yüzden filmin engelli sinemasına en büyük katkısı Soner’in başrolde olması ve bunu başardığını da göstermesi. Yerleşik algılara önemli bir çizik.

Öte yandan yerleşik olan bir diğer algı down sendromlu insanlar her zaman mutludur algısını da “hayır down sendromlu insanlar da diğer insanlarla aynı duygulara sahiptir” ters çevirmesiyle filmin en canalıcı yerlerinde göze sokarak anlatıyor.

Soner’in annesinin sözlerinden sonra etkilenerek defterini parçalaması, öfke patlamaları, annesini koruması, nefret duygusuyla sevmediği Harun’un ayakkabılarını parçalaması, babasını bir felakete sebep olmasını engellemesi, eve hapsedildiği sahnede eşyalardan öfkesini çıkarması, çaresizliği, sazını kırması gibi pek çok duygu geçişli sahnede üzülebildiklerini, öfkelenebildiklerini yani özetle insana dair her duyguyu yaşayabildiğini o kadar güzel anlatmış ki yanlış kanıların çizik almaması imkansız.

Özellikle baba-oğul çaresizlikle yüklü sahnede muhteşem bir oyunculuk sergilemiş Soner Erzincan. Erkan Petekkaya’yla birlikte devleştikleri sahne hem oyunculuk performansıyla hem de anlatısıyla filmin en vurucu bölümü olmuş.

Yine down sendromlu insanlar ilişki kuramazlar algısı vardır toplumda. Bu algıya da öğretmeniyle kurduğu iletişim üzerinden çizik atmış film.

Down sendromlu insanlar sadece anaokuluna gidebilir ya da eğitim almasına gerek yoktur algısının da yanlış olduğunu eğitim konusunu işleyerek anlatmaya çalışmış Caner Erzincan. Müfettişin aile ile görüştüğü sahnede özellikle ilgi alanlarına göre eğitim vurgusu da ailelere yönelik bir mesaj niteliği taşıyor. “Beklentilerinizi sınırlamayın down sendromluların üretken birer birey olması için ilgi alanlarına göre eğitim almasını sağlayın. Her çocuk tektir ve tek başına bir kişiliktir.” demenin anlatımı. Zaten bu tüm çocuklarımız için geçerli bir şey değil mi?

Ve filmin anlatısında önemli bulduğum bir çizikte tüm engellilere cinsel kimliği yokmuş gibi bakan, a-seksüel bireyler olarak gören sağlamcı düşünce sistemine bunun böyle olmadığı anlatan sahneleri. Bunu çokça Soner üzerinden anlatma yolunu seçmiş.

Soner’in her ergen gibi televizyon izlerken içindeki cinsel dürtülerin harekete geçtiğini göstererek herkes gibi olduğu vurgusu yapılıyor.

Tüm bunların yanında olumsuzlukları, bazı durumlarda yaşanılan sorunları da atlamıyor. Takıntılarını, hayatlarını zorlaştıran durumları da anlatıyor.

Özetle down sendromu bir hastalık değildir diyor film. Bulundukları durumun kurbanı değillerdir. Down sendromu insanın bir parçasıdır, sadece bir downlu olarak tarif edilmemelidirler. Onlarda bir bireydirler vurgusunu yapıyor ve ekliyor sadece dezavantajlı gruplar içerisinde bunca normale göre hazırlanmış bir kurguda farklılarıyla yaşamaya çalışıyorlar. İzin verin, engellerine yeni engeller ekleyip zorlaştırmayın hayatlarını diyor.

Ve filmi yapılmışlardan ayıran bir diğer konu ise kendi hikayelerimizden yola çıkılarak işin içinden gelen, konuya hakim birinin sadece empatiyle değil yaşadıkları üzerinden konuyu senaryolaştırması.

Filmin yönetmeni Caner Erzincan da kardeşinin yaşamına dokunarak down sendromluların hayatlarına tanıklık etmemizi sağlamak istemiş filmde. Onu oynatarak da filmi iki kat gerçek kılmış.

Küçük bir bütçeyle büyük bir iş çıkarmış anlayacağınız. Büyük büyük bütçelerle yola çıkanları sollayan bir film yapmış. Engelli sineması adına.

Ama filmi izleyenlerin atladığı bir gerçek var ki Soner’e odaklanıldığından mı yoksa Caner Erzincan’ın anlatım dilinden mi bilemiyorum ama filmde tek bir engelli yok. Film iki engellinin hayatını anlatıyor aslında.

Engelli bir baba ve oğlu. Yani burada sadece down sendromluların hayatlarına dokunulmamış engelli bir babanın da hayatına dokunmuş film. Hatta sıkça engelli bir bireyin toplumda yaşadığı sıkıntılar baba üzerinden anlatılmış.

Mehmet Ali Kocadağ. Geçirdiği trafik kazasıyla bir bacağını kaybetmiş, babanın hayata tutunma öyküsü. Erkan Petekkaya’nın canlandırdığı bu karakter onun oyunculuk başarısıyla o kadar gerçek ki tam da engelli filmlerinden beklediğimiz şey gerçekleşiyor.

Ajitasyondan uzak bir anlatımla hayatın içinde onların da herkes gibi olduklarını, engellilerinde birer birey oldukları algısını izleyene fark ettirmeden Mehmet Ali karakteri üzerinden aktarmayı başarıyor. Herkes Soner’e ve Melek’e odaklandığı için sakat bir insanın yaşadıklarına acımadan tanıklık ediyor böylece.

Bu Caner Erzincan’ın anlatım dilinin başarısıdır bana göre. Tabi Mehmet Ali karakterine hayat veren Erkan Petekkaya’nın oyunculuğundaki sahicilik de sizi Mehmet Ali’nin yaşadıklarına, hayatın ona sundukları ve sunmadıklarına odaklandırıyor onun sakat bacağına değil. Örneğin protezi taktığı sahne o kadar doğal ki kimse orada takılı kalmıyor.

Okuduğum eleştiri yazılarından ve izleyenlerin tepkilerinden gözlemlediğim bu sonuç bizim engelli filmlerinden beklediğimiz anlatım dilidir. Bugüne kadar çoğu film gerçek hayatta olduğu gibi engellileri özne yerine nesne olarak kullanmıştır.

Her ne kadar Mehmet Ali’nin bu durumuna odaklanılmasa da aksak ayak, aksak bacak gibi ifadelerle tanımlanması da doğru değil tabiî ki.

Evet ben-biz çokça sakat kelimesini kullanıyorum-kullanıyoruz çünkü politik bir duruşumuz var ve sakat kelimesine politik bir anlam yüklediğimiz için kullanıyoruz. Engelli kelimesi sorumluluğu karşı tarafa yükleyen bir söylem olduğu için sakat tanımını daha doğru buluyoruz. Halk arasında engelli kelimesiyle tanımlanmasında da sakınca görmüyoruz. Ancak yeni tanımlarla hele de hiç olmayan tanımlarla tanımlanmasını da doğru bulmuyoruz. Yeri gelmişken kötü niyetle yazılmamış olsa da eleştirmenlerin ifadelerine dikkat etmesi gerektiğini belirtmeden geçmek istemedim. Başka bir yazıda daha açık anlatırız kelimelerin önemini elbette.

Yeniden filme dönersek Soner’in eğitimi için köyden metropole gelen bir ailenin metropolde tutunma öyküsünü anlatıyor. Tutunurken de ödedikleri bedelleri anlatmaya çalışıyor film. Soner özel eğitim alsın diye metropole gelen aile aynı zamanda bakım aylığı almak istiyor.

Çünkü çaresizler. Baba engelli iş bulamıyor anne down sendromlu çocuğu var ona bakmak zorunda. Bakım aylığı adı altında hem engellileri eve hapseden bu sistem hem de kadını çaresiz bırakan üretime katılmasının önündeki engel olan bu uygulamaya da bir yerden alttan gönderme yapıyor film.

Devlet rehabilitasyon veya engelli bakım merkezleri kurmak yerine engelli ailelerine belli bir miktar ödeyerek üretime katılmalarının önüne bir engel koyarak eve hapsediyor. Engelli çocuğu olan anneleri de evde, engelli çocuğuna bakmak zorunda bırakarak sosyal güvencesi olmayan, üretime katılmayan bir birey haline getiriyor.

Zaten bu ailelerin benden sonra çocuğuma kim bakacak korkusu varken bu uygulamayla da yükü tamamen anneye yüklüyor. Bu maaşı almaktan başka da çareleri yok. O da gelir kriterlerine bakılarak veriliyor.

Kocadağ ailesi de çaresiz ve bu maaşa muhtaç pek çok engelli ailesinden biri sadece.

Oysaki bakım aylığı engellilere bağımsız yaşam alanı sunmak için verilen bir maaş. Ama bizim ülkemizde bağımsız yaşamdan anlaşılan çok farklı.

Sakatlar için bağımsız yaşam. Kimseye muhtaç olmadan, kimsenin komplekslerini gidereceği bir malzeme olmadan, kimseyle sadaka, zekat temelinde muhatap olmadan yaşayabilmektir. Saygı görmek, birey olmak, özgür olmaktır. Herkese karşı özgür ve eşit.

Oysa devlet bu uygulamasıyla bağımsız yaşam hakkı diye bir kaygı gütmüyor.

Yaptığı şey, zekât verilecek en uygun kişilerin bulunması ve onlara bunu vermek.

Üstelik bağımsız yaşamak isteyen sakatların da zengini fakiri olmaz. Bağımsız yaşam bir haktır.

Burada sorulması gereken soruyu da soruyor aslında bir bakıma film.

Devlet engellileri eve mi kapatmak istiyor, yoksa toplumda görünür olmasını mı? Devlet sakatların bağımsız ve özgür bir birey olmasını mı istiyor, yoksa ezik bir “hiç” mi?

Cevap bağımsız yaşamın anlamında gizli. Özgürleşemiyorsanız bir “hiç” siniz.

Ve uygulama gereği Soner’in bu maaştan yararlanması için rapor alması isteniyor. Bakım ücreti almak da öyle kolay değil tabi. Yardım alabilmek için bugün sırada on binlerce kişi müracaatlarını yapmış yanıt bekliyor. Her birinin işlemi de maalesef yaklaşık bir yıl sürüyor.

Bu ayrıntıya yer vererek şuan aksak olan rapor yönetmeliğine ve işlemlerin uzunluğuna da alttan küçük bir gönderme yapıyorlar.

Mevcut sistemde yönetmelik en ince ayrıntıya inerek sizin farklılığınızı tanımlar.

Ve her kimin vücut-işgücü kaybı oranı yüzde 40 ve üzerindeyse, o kişi sakat statüsüne dâhil edilir. Tabi yeni yönetmelik yeni tanımları da beraberinde getirmiştir. Sakatsınız ama sakatlığınız onların tanımları içine girmiyorsa yani bir kolunuz dirsek altından ampute ise yüzde 35 oranında işgücü kaybı alırsınız. Böylece ne sağlam ne de sakat statüsünde görülürsünüz.

Hal böyle olunca da iş bulamazlar, özel eğitimden yararlanamazlar, aylık bağlatamazlar ve daha pek çok haktan mahrum kalırlar.

Bu da sistemin kendisini koruma yönetimidir.

Sizi dışarı atmak ve orada tutmak için her şeyiyle mükemmel şekilde işler...

Muhtaçlık maaşı veya Evde Bakım Aylığı almak için “içeri” girmek istersiniz; sağa dön, sola dön levhalarıyla dön baba dönerken bir bakmışsınız ki eliniz boş, dışarıdasınız!

Velev ki içerde kaldınız, bu sefer de esir alınmış misali onu yap-bunu yapma, buraya git-şuraya gitme, şunu al-bunu alma şeklinde emir-komuta zincirine dâhil olmuşsunuz demektir. Ve emirlere uymamanın cezası daha çok eziyet, veya hooop, kapı dışarı edilmektir.

Kocadağ ailesinin de yolculuğu böyle başlıyor işte içeri girmek için adım atıyorlar her karşılarına çıkan levhayla sağa sola dönüp duruyorlar. Bazen içerde buluyorlar kendilerini çokça da dışarıda.

Onlar bu engellerle mücadele ederken bir de kendi gerçekliklerindeki sorunlarla başa çıkmaya çalışıyorlar. Soner’in diğer çocuklardan farklı doğması farklı davranışlarda bulunmasıyla başa çıkmaya çalışıyorlar. Kimi zaman bu anneyi yıldırıyor kimi zamanda babayı yoruyor.

Her farklı çocuğa sahip ailelerin yaşadığı zorluklar. Ve bu zorlukların getirdiği stres sonucu inişli çıkışlı duygular. Çoğu eleştiri yazısında anne burada olumsuz anlatılmış denilmekte. Buna çok da katıldığımı söyleyemeyeceğim.

Bu anlatım daha çok bilinçli yapılan bir şey. Çünkü kültürümüzde anneler daha çok evde kalmakta, ev dışında iş ortamı olmadığı gibi, arkadaş ilişkileri de daha sınırlı ve gün boyu çocukların bakımını üstlenmek zorunda kalıyorlar.

Eğer çocuğunuz farklı bir çocuksa buna gelecek kaygısı, yetememe vb pek çok sebep ekleniyor. Bir de duygusal olarak pek çok anne babanın “benim suçum mu engelli çocuk doğurmak” sorgusu var ki tüm bu sebepler baskı yaratan durumlardır.

Bir çocuğun doğumu, ailelerin yaşamında bir dönüm noktası oluşturur. Doğal olarak tüm anne babaların beklentisi normal ve sağlıklı çocuklara sahip olmaktır. Bir çocuğun engelli olduğunun öğrenilmesi, yetersizliğin derecesi ne olursa olsun ailesi için yüksek derecede stres verici bir olaydır anormal bir durumda haliyle hayal kırıklığı yaratır.

Anne ve babaların, alışılması zor olan bu durum karşısında neler yaşadığı anlatılmaya çalışmış filmde. Çokça anneye yüklenilmiş belki ama aynı sorunu yaşayan ailelerin içine düştükleri psikolojik durum çizilmiş. Günlük hayatın gereklerini yerine getirmede zorlanmaları, başta evlilik, duygusal ilişkiler olmak üzere kişilerarası ilişkilerinde gerginlikler anlatılmış. Yaşanan duruma uygun olmayan tepkiler ve ailenin içine düştüğü suçluluk duygusu aynı zamanda çocuğun bakımı için gerekli olan fazla zaman, para, enerji gereksinimi annenin ve babanın stres yaşamasına neden olduğunu anlatmaya çalışmış. Yani Melek’in tepkileri yadırgansa da aslında çok normal tepkilerdir. Ki bunu sadece Melekler değil eğitimli çalışan anne babalar da yaşamakta.

Ayrıca burada Melek çok daha vahim bir durum yaşıyor. Ne yaşadığını filmi izleyince göreceksiniz. Bu yüzden Melek’in çocuğuna olan tepkilerini sadece İstanbul’a gelmesi, metropolün insanları değiştirdiği, bozduğu, kadını değişime uğrattığıyla sebeplendiremeyiz.

Melek yani Şükran Ovalı her zaman enerjisini beğendiğim “Bir Bulut Olsam” dan bu yana da oyunculuğunu başarılı bulduğum bir oyuncudur. Filmde de çok başarılı performans sergiliyor.

Yaşadıklarını kaldıramıyor ve her şeyin suçlusu olarak oğlunu görüyor. Onun eğitimi için geldikleri İstanbul ona ağır bedeller ödetiyor. Bu yüzden de acısını oğlundan çıkarıyor. Acısını oğluyla sarmaya çalışmak istese de bunu başaramıyor.

Ve yine annenin çocuğuna olan davranışlarını büyükşehir değişimiyle tek başına ilişkilendiremeyeceğimiz gibi Mehmet Ali’nin arkadaşının karısına göz koymasını da büyük kentlerin insanları yozlaştırmasıyla tek başına ilişkilendiremeyiz.

Burada aynı zaman da eğer sakat bir erkeksen cinselliğinizde bitmiştir yaygın algısının üzerine de gidilmek istenmiş. Sizi mutsuz eden aslında toplumdur. Köhnemiş algıları ve normallik üzerine kurgulanmış düzenidir.

Eğer sakatsanız eşinize göz koyarlar.

“Bunlar yatakta ne yapıyorlar?” Sorusuyla başlayan düşüncelerin tacizine uğrarsız. Mehmet Ali de sakattır. Güzel karısı vardır o yapamaz kirli düşüncelerinin varlığı en yakın çevresinde başlar. Ve en yakın arkadaşı karısına göz koyar.

Anlatılmaya çalışılan biraz da bu düşünce yapısı olmuş burada.

Mehmet Ali’nin karısının karşısında yatak da kendini aciz hissettiği anla başlayan duygu geçişi yine filmin önemli bir ayrıntısı.

Sonradan sakatlanan bir insanın iç dünyasında yaşadıkları. Bununla baş etme yolları. Abartıya kaçmadan ajite etmeden sahici bir anlatım içinde usta bir dille anlatılmış.

Erken büyür sakat anne ve babaların çocukları çünkü onların ayakları, elleri olmak isterler biran önce. Mehmet Ali protez bacağını takarken Soner’den el istiyor Soner’se hazır zaten buna. Öylesine baktığınızda yanından geçersiniz ama sahnenin kendisi pek çok anlam yüklü öylesine yazılmış bir sahne değil anlayacağınız.

Ve Mehmet Ali iş ararken pek çok sorunla karşılaşınca zaman zaman hayatını tehlikeye de atsa araba camlarını silerek para kazanmaya başlıyor.

Toplu taşıma aracındaki yolculuk ayrıntısı ise engellilerin ulaşımda yaşadığı başka bir sorunu göze sokmak için yazılmış. Mehmet Ali’nin oturması için yer gösteriyor bir yolcu ama oturmaya hazırlandığı anda bir kadın yolcu koltuk değnekli protez bacaklı Mehmet Ali’yi görse de ayakta kendi geçip oturuyor boş olan yere.

Birçok engellinin günlük hayatta ayakta zorlanarak yolculuk yaptığını gören insan davranışlarına bir örnek. Özellikle kadın yolcu üzerinden gösterilmesi de pozitif ayrımcılığın nasıl negatife döndüğünü de gösteriyor.

Bu arada otobüste ayakta kalma, trafikte horlanma, karşıdan karşıya bile geçememe sahnelerini fazla zorlama bulan eleştiri yazıları okudum gülümseyerek. Gündelik yaşamın içinde her gün engellilerin yaşadığı bu sorunlara uzaktan bakan bakışlar burada da uzaktan kalem konuşturmak istemişler ama sahnelerin kendisi sahiciyken onların yorumları fazla zorlama olmuş.

Özetle Mehmet Ali üzerinden sakatlığın gündelik yaşamda önüne çıkan engellerini anlatırken Down sendromlu insanlarla alakalı toplumdaki pek çok algınında yanlış olduğunu Soner üzerinden anlatmaya soyunmuş film.

Ve filmin derdi bununla bitmemiş tabi. Kentsel dönüşümle tedirgin yaşayan insanların hallerine de değinmek istemiş. Hikayeyi köyden alıp Fikirtepe’ye taşımış. Kentsel dönüşümden en çok nasibini alan mahallerden biri. Ve büyükşehirlerin sunduklarıyla birlikte aldıkları bedelleri de vurgulamaya çalışmış.

Engelli sineması adına film pek çok olumlu yönü barındırmakla birlikte ne yazık ki bu ayaktaki anlatımda eksik kalmış.

Yeşil alanı, parkları, bahçeleri, ormanları, kültürleri, dayanışmayı, örgütlenmeyi yok eden bu sistemi çok yüzeysel geçmiş.

Metropol çeperlerine sürüklenen yoksul halkları “kentsel dönüşüm” adı altında yeniden barınaklarından sökülüp atılmasını, salınan korkuyu, tedirgin bir Fikirtepe üzerinden yer verilmek istense de pek çok şey havada kalmış.

Kentsel dönüşüm meselesinin, barındırdığı tehlikelerin, insanların hayatlarına etkilerinin neler olduğunu tek bir filmde anlatamaz tabi ki burada bir yönünü almış ama yeterince göze sokulur değil.

Göç olgusunun da şehir hayatına uyumla birlikte getirdiği olumsuz değişimleri Melek üzerinden vermeye çalışmış. Melek tüm baskılar ve geçirdiği olay sonrası bir tercih yapıyor bu geçiş de fazla havada kalmış. Ters köşe yapılmak istenmiş aradaki zaman atlaması ufak tefek nesne ve repliklerle geçiştirildiği için biraz yavan kalmış. Fakat filmin son kurgusu tüm bu eksiklikleri kapatıp sizi başka bir dünyaya sokuyor.  Baba-oğul arasında yaşanan duygu yüklü sahneler müziklerle birlikte sizi de pek çok duygunun içine alıyor. “Soner’e vurmayın baba” repliği Mehmet Ali’yi durdurduğu gibi sizi de durduruyor ve düşünmeye başlıyorsunuz.

Yaşamın içinde her şeyin bir öyküsü var, ekmeğin, suyun, toprağın, bulutların, yağmurun, doğanın. Ve toplumların. Hepsi birbirinden farklı özellik ve bilgiyi taşırlar bünyesinde. Bizler doğa ve yaşam ile yaşadığımız sürece durmaksızın ilişki içindeyiz. Önemli olan nereden baktığımız ve nasıl beslendiğimizdir.

“Tut elimden yürü çocuk uzaklar bizi bekler”… Onlar baba-oğul yürüyüp günebakan tarlasının ortasında buluyorlar kendilerini. Günebakan hikayesini biliyorsanız eğer durduğunuz yerden o tarlaya yürüyorsunuz siz de ve tüm cevaplarınızı orda buluyorsunuz.

Hikayeyi anlatmayacağım ama şu kadarını söyleyeceğim günebakan hikayesi iki boyutlu cevaplıyor sizi.

Film gişe filmi değil sosyal sorumluluğu yüklenmiş bir iş. Bunu gösterime girdiğinden bu yana titiz tanıtımlarıyla da gösteriyorlar. Bir haftadır yapılan röportajların naifliği de duyarlılıklarının ve samimiyetlerinin kanıtı.

Ayrıca yapımcısı Can Ahmet Gürakın’ın da duyarlı duruşu fazlasıyla hissediliyor. Filmin sosyal sorumluk projesi kapsamında gelirinin bir kısmını down sendromlu çocuklara bağışlayacak olması da çok anlamlı bir duruş olmuş.

Herkesimin izlemesi gereken bir film. Yüzleşmek, sorgulamak, tanık olmak, öğrenmek için. Ve buradan özellikle engelli sivil toplum örgütlerine sesleniyorum. Filme sahip çıkın izleyin izlettirin.

Engelli sinemasının gelişmesi adına bu önce sizlerin sorumluluğu çünkü.

Bu filmin yurt dışında önemli başarılar alacağını düşünüyorum. Bir takım eksiklikleri olmakla beraber, yapılmışlar arasından sıyrılan bir film olarak engelli sineması adına önemli bir kazanım.

Mutlaka izleyin izlettirin diyorum özetle…

oyatekin@gmail.com                                         

https://twitter.com/#!/oyatekin (@oyatekin)

http://yurthaber.mynet.com/yazarlar/tum/1/o.tekin35

OYA TEKİN / MEDYABEY.COM

Oya Tekin/ Yaşadıkça.com köşe yazarı

Not: Burada yazılan tüm yazılarım elektronik imza ve zaman damgası güvencesi altında yasal hakları korunmaktadır. Hiçbir şekilde basılı ya da elektronik bir ortamda (CD, Internet vs.) kaynak gösterilmeksizin izin alınmadan kullanılamaz.

 
Toplam blog
: 295
: 3718
Kayıt tarihi
: 01.10.06
 
 

Milliyet Bloğa nasıl geldim ve nasıl yerimi aldım bilmiyorum. Sanırım uzun yıllar okuduğum bölüml..