Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Mayıs '08

 
Kategori
Felsefe
 

‘Var’sa ‘Yok’sa Felsefe

’Olan’ ve ‘olmayan’ üzerine konuşmak ne kadar kolaysa, kendi insan aklımızla belirlediğimiz tanımlarının özüne sadık kalarak, yani ‘’olur’sa böyle olur’ ya da ‘’olmaz’sa böyle olmaz’ diyerek onlara yaklaşmak, her nedense, o denli zordur; hatta öyle ki, bu iş çoğu zaman bu konunun belki de ‘olmayan’ dibinde debelenen kimi insana imkânsızmış gibi gelir; kim bilir, belki de öyledir. Ama buna rağmen net bir şekilde imkânsız olduğunu söylemek de mümkün değildir. Çünkü bir şeyin imkânsızlığını kanıtlamakla mümkünatını kanıtlamak arasında hemen hiçbir fark yoktur.

Örneğin gördüklerimize ‘olan’ ve görmediklerimize ‘olmayan’ demek, görmediklerimize ‘olan’ ve gördüklerimize ‘olmayan’ demek kadar zordur. Zordur, çünkü insan ‘oluşum’uzun birçok evresinde ‘olan’ın nasıl da birden olmayıverdiğini, aynı şekilde de ‘olmayanın’ nasıl da birden oluverdiğini görmüşüzdür. Fata morganalarımıza adımız gibi inanırız. Onların bizi yanıltıcı özelliklerinin kayıtsız şartsız geçerliliği güvenilirdir. Ama bu ‘olan’ ile ‘olmayanın’ iç içe olduğu, biri diğeri oluverdiği, ya da birinin diğerinin özelliklerine bürünüp ortadan kalktığı anlamına gelmez. Sonuçta ‘olan’ da vardır ‘olmayan’ da. Bunu anlayabilmek gerekir. Daha doğrusu bunun bir kelime oyunu olmadığını, bu soruyu ‘’olmayan’ da var gibi bir cümle mantığa aykırıdır’ şeklinde, ilk bakışta akla makul gelen bir yaklaşımla kesip atmanın bu tür bir yargıya varmamıza neden mantığımızın kendisine aykırı olduğunu mantıklı bir şekilde ifade edebilmek gerekir. Yani ‘olmayan, yoktur’ gibi bir ifade içeriksizdir. (Burada da dikkat: ‘olmayan, yoktur’ ifadesini, ‘olmayan yoktur’la karıştırmamalıyız; ilk ifadedeki virgül, dil bilimin felsefeye nasıl kafa tuttuğunun okuyanın dilinden kaçmaması için ona nefes kestiren ilmî mola gibidir.)

‘Olan’ da var ‘olmayan’ da dedim. ‘Olan’dan başlayayım. Bir değil, üç, tamı tamına üç ‘olan’ vardır; bence tabiî. Birinci ‘olan’, olabilirliği olan ‘olan’dır; yani mümkün ‘olan’dır; yani muhtemel ‘olan’dır; Ama dikkat! muhtemel olan demiyorum; muhtemel ‘olan’ diyorum. Tırnak içindeki ‘olan’ fiil değil, özne konumundadır. Bu yüzden de muhtemel ‘olan’ı, muhtemel olanla karıştırmamamız gerekir; biri fiildir, diğeri özne. Bizi ilgilendiren özne ‘olan’dır.

Gelelim ikinci ‘olan’a. İkinci ‘olan’, mevcut ‘olan’dır; edimsel ya da fiili ‘olan’ da denilebilir. Ama ben gerçek ‘olan’ demek istiyorum. Daha sonra ‘olan’larımın önüne kattığım sıfatlarımın niteliklerini ayrıntılı bir şekilde açıklayacağım. Biliyorum, en geç bu noktada düşüncelerimin bilimselliğinin altını çizebilmek için her şeyden önce kendi kendimi ‘nasıl olur da ‘gerçek’ kelimesinin yerinde, doğru tanımını yaptığımı iddia edebilecek kadar aklı havada olabilirim?’ diye yargılamam gerekir. Dediğim gibi, daha sonra bu yargılamaya tekrar döneceğim.

Üçüncü ve son ‘olan’, zarurî ‘olan’dır; zorunlu ya da mecburî ‘olan’ da denilebilir. Ama ben buna şart ‘olan’ diyorum. Şimdi, ‘olan’dan üç tane olur da, ‘olmayan’dan olmaz mı? Tabiî ki hayır. Aynı ‘olan’da olduğu gibi, ‘olmayan’ da üçtür. Mantık aynı mantık. Birinci ‘olmayan’, olabilirliği olan ‘olmayan’dır; muhtemel olan ‘olmayan’, ya da mümkün olan ‘olmayan’. İkinci ‘olmayan’, gerçek olan ‘olmayan’dır, üçüncü ‘olmayan’, şart olan ‘olmayan’dır.

Bu altı tanımda bütün ‘olan’ ve ‘olmayan’ mevcuttur. Bu tanımlardan biriyle oynadığımda varacağım tanım, mevcut altı tanımdan bir başkasına denktir. Örneğin olabilirliği olmayan ‘olmayan’, şart olan ‘olmayan’dır veya olabilirliği olmayan ‘olan’ şart ‘olan’dır gibi. Şimdi ‘olan’ ve ‘olmayan’ın önüne kattığımız sıfatlarımıza bir bakalım. Yani mümkün, gerçek ve şart sıfatlarını nasıl tanımladığımı açıklayayım. Göreceksiniz ki bildik sözlük anlamlarını aşan sıfatlar bunlar; en azından benim kullandığım bağlamda. Peki neleri ifade ediyor ‘muhtemel’, ‘gerçek’ ve ‘şart’ sıfatlarım?

Zihnî idrakımıza ve kavrayış gücümüze, yani tasarı yetimize ve terimleme metodumuza dayanan tecrübelerimizin formel, biçimsel kayıtlarıyla uyuşan, mümkündür. Zihnî idrakımıza ve kavrayış gücümüze, yani tasarı yetimize ve terimleme metodumuza dayanan tecrübelerimizin, edinimlerimiz de diyebiliriz, materyal koşullarıyla bağlantılı olan, gerçektir ve şayet ‘mümkün’ olanın ‘gerçek’ olanla arasındaki bağlantı, tecrübelerimizin genel koşullarıyla belirlenmişse, o zaman bu kaidenin yerine geldiği şeyler şarttır. Tabiî yaptığım bu tanımlamaların iyice anlaşılması için içeriklerini de iyice açmam gerekir. Yani ‘tecrübelerimizin ‘formel kayıtları’, ‘materyal koşulları’, ‘genel şartları’ ve mevzu bahis ‘uyuşum’ ve ‘bağlantı’yla kast edilen nelerdir’ gibi.

Nasıl olur da ‘olan’ ve ‘olmayan’ bu kadar karmaşık olabilir? Yani bir şey ya ‘var’dır, ya da ‘yok’tur, değil mi?

Bence aslında karmaşık olan ‘olan’ ve ‘olmayan’ın kendileri (yani tanımları, anlamları, içerikleri) değil, bunlarla aklımızın erdiği bir şekilde ilişkiye girme çabamızdır. Bir de ne zorluklarla kendi hayatımıza geçirmeyi becerebildiğimiz bu ilişkiden başka birine söz etmek istemeye görelim; vay hâlimize; kimseye aklımızı erdiremeyeceğimizi düşünürüz; ama vazgeçemeyiz de; bu tür ilişkiler başka bin türlü ilişkiye girişte gümrük kapısı gibidir; kimliğimizdeki resim, bu ilişkiyi ne derecede sindirmiş olduğumuzu gözler önüne serer; ya giriş izni alırız, ya da zaten gelmediğimiz, gelemediğimiz yere tekrar gönderiliriz. Öyle ya, ilişki nedir ki?! Komünikasyon değil midir?! Kendini anlayamayanın ilişkiye girdiğini anlaması mümkün değildir. Yani insanın kimliği düşüncelerinin anlaşıldığı yargısına varmadan tam anlamıyla ‘bütün’ bir ilişki sürdürebilmesi mümkün değildir. Yaşadığımız dünyanın herhangi bir ücra köşesinde bizimle bütün bir ilişkiye girmeyi bekleyen, aslında aklımızın ücra bir köşesinde düşünülmeyi bekliyor zaten. Anlayacağın, pes etmeyeceksin... bırak başkalarını, Bazen kendimizin bile anlamadığı şeyleri düşünüp, günün birinde düşündüklerimizi bir başkasının anlayacağını ümit ederek yaşamak, bence belki de hayata asırlardır vermediğimiz ona yakışır yerinde değeri nihayet vermek demektir.

Evet, üç çeşit ‘olan’ ve ‘olmayan’ vardır. Mümkün ‘olan’, gerçek ‘olan’, şart ‘olan’ ve mümkün olan ‘olmayan’, gerçek olan ‘olmayan’, şart olan ‘olmayan’. Hayatında bir kez olsun Kant’ın ‘Arı Usun Eleştirisi’ adlı eseriyle haşır neşir olmuş biri, düşünce sistemimin temelinin, yani ‘olan’ ve ‘olmayan’ı kategorilediğim mevzubahis üç çesidin Kant’ın ‘bilimsel (deneysel) düşüncenin üç temeli’ne benzediğini görecektir. Kant’a göre de her deneysel düşüncenin kategorisel varlık adresi bu üç gruptan (mümkün, gerçek, şart) birine aittir.

Şimdi, zor olan, ‘olan’ ve ‘olmayan’ terimlerinin önüne eklediğim sıfatlar ve bu sıfatların tanımından sonra dinleyenlerin aklında oluşmasını beklediklerim. Düşündüğüm anlamda mümkün ‘olan’, mümkün olan ‘olmayan’, gerçek ‘olan’, gerçek olan ‘olmayan’, vesayire, vesayire bu konuya ilk kez kulak kabartan biri için ne anlama geliyor? Yani ilk önce ‘mümkün’ sıfatında olduğu gibi insanın idrakına ve kavrayış gücüne, bir başka deyimle, tasarı yetisi ve terimleme metoduna dayanan tecrübelerinin biçimsel kayıtlarıyla uyuşan, örtüşen ‘olan’, mümkündür de ne demek? Ya insanın tecrübelerinin biçimsel kayıtları? Neydi bu kayıtlar? Yani aslında benim ‘olan’a neden <ı>mümkün dediğimi anlatabilmem için bu ‘olan’ın, insanın tecrübelerinin biçimsel kayıtlarıyla uyuştuğu, örtüştüğü delilini en basit şekle indirgeyebilmem gerekir. Bir bakıma en zor iki konuyu en basite indirgemem gerekir, çünkü insanın tecrübelerinin bildik biçimsel kayıtlarının en vazgeçilmez öğeleri önce ‘zaman’ sonra da ‘mekân’dır. Tabiî bu iki öğeyle de kalmıyor, ama en önemlileri şüphesiz bu ikisi. Yani insan insan oluşuyla ne düşünürse düşünsün, düşündüklerinin ‘zaman’ın ve ‘mekân’ın kaidelerine aykırı olmaması gerekir. İnsanın zamandan ve mekândan soyutlanabilir hiçbir gerçeği, yani hiçbir tecrübesi yoktur. Olsa olsa şüpheleri, spekülasyonları, hipotezleri, teorileri, hatta vizyonları vardır. Ama kendi aklıyla tanımladığı anlamda zamandan ve mekândan soyutlanabilir hiçbir gerçeği yoktur. Her şey mekândadır ve zamanın güdümündedir. Yani insanın ‘zaman’dan ve ‘mekân’dan sıyrılabilmiş düşünceler üretebilmesi mümkün değildir. Tabiî düşündüklerinin belli bir ciddiyet derecesine ulaşmış olması gerektiği koşulunu göz önünde bulundurmak şartıyla.

Bence ‘zaman’ ve ‘mekân’ ayrı iki değil, tek bir öğedir; yani ‘zaman’ bir bakıma mekânsal mesafenin yoldaşı, ‘mekân’ ise zamanın sabitleşmeye yakın yavaşlamasıyla varlığını açığa vuran, zamanın en ufak diliminde bile mevcut, bu yüzden ister istemez uğranılan, istasyonlar, duraklar zinciri gibidir. Yani mekân zamanın, zaman da mekânın bağrıdır. Birini deşmeye kalkışmak, diğerini kanatmak demektir.

‘Zaman’ ve ‘mekân’ terimlerini herkesin işine yarar bir biçimde basite indirgemek hiç de öyle kolay bir iş değildir. Zorluğu da şundandır: ‘zaman’ ve ‘mekân’ terimleri, felsefede kaplumbağa, fizikte de tavşan hızıyla özellik değiştiren fenomenlerdir. Ama sonuçta birinde yavaş, diğerinde hızlı da olsa özellik değiştiriyorlar. Yani bir yerde ‘tanımsal esneklik’le karşı karşıya kalmaktan kaçınılamıyor. Bu tanımsal esnekliğin derecesini belirleyen etken ise geliştirilen teorilerin geçerliliğidir. Eski teoriler yenilendikçe, geliştirildikçe, yenileri ortaya atıldıktan sonra kabul gördükçe, insanın tecrübelerinin biçimsel kayıtlarının vazgeçilmez öğeleri ‘zaman’ ve ‘mekân’ da kılık değiştiriyor. Bir başka deyimle, insanın idrakının ve kavrayış gücünün, yani tasarı yetisinin ve terimleme metodunun temeli sarsılıyor, hatta kimi zaman tamamen yıkılıyor. Bununla da kalmıyor, tecrübelerinin biçimsel kayıtlarıyla birlikte idrakının ve kavrayış gücünün, yani tasarı yetisinin ve terimleme metodunun etkisel çapı da büyüyor, genişliyor. Hep daha karmaşık manzaraları tasarlamaya aklı eriyor, daha komplex fenomenlere kafası yatıyor, bunun akabinde de daha zor terimleri zihninin diline tercüme edebilme yeteneğine kavuşuyor, konuştuğu dilin zorluk derecesi arttıkça, zihninin ufku detaylara doğru daha da derinleşiyor, genellemelere doğru daha da genişliyor. Kısacası her şey değişim ve gelişim halinde. Yani yenilenip duruyor. Duran hiçbir fenomen yok. Bu durumda insanın ‘zaman’ı ve ‘mekân’ı kapalı bir sistemin deşifrelenmiş fenomenleri olarak ele alması mümkün değildir; hele hele içeriklerinin anlamı sonuçlandırılmış iki terim olarak düşüncelerinin yarınına aktarması ilmî suç bile sayılabilir. ‘Zaman’ ve ‘mekân’ ile ilgili tanımlar insanın idrakına ve kavrayış gücüne, yani tasarı yetisine ve terimleme metoduna dayanan tecrübelerinin bugününden, bu iki fenomenin daha neleri kapsayabilecekleri göz önünde tutulduğunda, komik bile denilebilecek kadar kısa olan yarınına uzayan köprü taşları görevini aşamamaktadır; kaldı ki köprünün öbür yakasındakilerine akıl ve dil uzatması ne haddine. Ancak hiçbir gelişim, ne kadar yavaş, ne kadar kayda değmez küçüklükte olursa olsun, şayet bu gelişimin özünde devamlılık yatıyorsa, küçümsenmemelidir. Gelişimin besini devamlılıktır. Devamlılığın besini ise sonsuzluktur. Sonsuzluğu şart koşmadan devamlılıktan söz etmek mümkün değildir. Bunun tersi durumda ‘devamlılık’tan değil yalnızca ve yalnızca ‘geçicilik’ten bahsedilebilir. Devamlılığa bir vade koyma cürretinde bulunma teşebbüsüne yenik düşenlerin de her şeyden önce zamanın hatta mekânın mutlak tanımını yapmış olduklarını kanıtlayabilmeleri gerekir. İnsanın kendisinin de kendisine insan dediği sürece bu kanıtı getirebilmesi imkânsızdır, çünkü insan aklıyla sonsuzluk bir yerde yine aynı akılla ardına varılan devamlılığın insanın kendi aklının özü mantığının işleyiş kaidelerine sorgusuz sualsiz dayatısıdır. Devamlılığı izlemekten bıkan insan aklının hayallerinin doruklarında sonsuzlukla buluşacağına inanması kendi aklını aşan doğasının kaidelerindendir. Sonsuzluğu ulaşılamaz uzaklıklara iten insanın aklının kısıtlılığından çok doğasının cilvesinin kompleksliğindendir. İnsanın aklını aşan bu doğa da bilir, yarattığı insan aklını karıştırdığı sürece <ı>master planı gelişiminde ve gerçekleşişinde özgür kalacaktır. İnsan aklıyla kendi aklını aşan doğayı izliyor da, doğa kendi yarattığı insan aklını izlemiyor mu?! Hem de öyle bir izliyor ki! Bu yüzden de insan aklının belki de bir hamleden ibaret master planına gereğinden fazla iyiliği dokunsun istemiyor. Doğanın, yarattığı insan aklını izleyip, izlediklerine rağmen ona güvenmesi mümkün değildir! Bu yüzden de doğa, kendi parçası ‘insan’ın kurtuluşunu kendi ‘parçası’ insanda bildiği için, peşinde olduğu sonsuzluğun sonuna sonunda çaylak bir aklın dahi neden olabileceğini bilir; bu yüzden doğa, insanın bugünden fazla uzak yarınlara, hatta sonsuzluğa uzanabilme müptelâlığının gayri doğal, ya da doğaüstü, yani insanüstü, yani ilahî, yani tanrısal bir kadermiş gibi aklında kalmasını ister. İnsanın aklıyla ulaşabileceği en uç nokta yarındır sonsuzluk. Bu bağlamda sonsuzluk, doğanın imana gelmek bilmeyen şımarık bebeği insanlarına nerede ve ne zaman gerçekleşeceğini bilmediğimiz şeker sözü gibidir. İnsan ‘hadi hadi!’ derken, doğa ‘sözüm söz, vereceğim dedim ya, sabret!’ diyor. Sonunda biri avunuyor, diğeri avutuyor. Her şeyin sonunda ya doğa elini cebine atıp şekerini insanlarına uzatacaktır ya da insan doğasının cebinde söz verdiği gibi bir şekerin olup olmadığını öğrenmek için binbir yola başvuracaktır; başardığında ise cebin dolu ya da boş olduğu haberinden öte bir edinim gerçekleşmeyecektir. Doluysa oh ne ala! Boş olabileceği ihtimaline ruhumuzu şimdiden hazırlamak için, geçerliliğini kayıtsız şartsız bildiğimiz alternatif sonsuzluk terimi geliştirmemiz gerekir. Bu bağlamda tanımını kayıtsız şartsız bildiklerimizle doldurabileceğmiz tek alternatif sonsuzluk, devamlılığımıza ‘DNA’ik bağlarla bağlanmamız gerektiği gerçeğine dayanan ilk adım sonsuzluktur. Sonsuzluk (dünün bugüne) bugünün yarına ebedi gebeliğidir. Şayet bir gün devamlılığın sonunun, yani sonsuzluğun ortadan kalkışının mutlaklılığının ispatına insanın aklı erecek olsa bile, geriye kalacak olan ‘yok’ ömür billah yok olacaktır. Sonsuza kadar yok olacaktır. Devamlı yok olacaktır.

Demek ki mümkün ‘olan’ı insana ispiyonlayacak tecrübelerinin biçimsel şartları, yani ‘zaman’ ve ‘mekân’, öyle bugünden her zaman ve her mekân için geçerli sayılabilecek mutlak bir temele sahip değil; hatta insanın bunlara dayattırdığı olgusallık dahi mutlak bir temele sahip değil. Kabul edilen mutlaklıkları da en fazla anlık. Yani ulaşabildiğimiz en aktüel tanımlarıyla ‘zaman’ ve ‘mekân’ bir yerde tecrübelerimizin biçimsel şartlarının sadece aktüel etki kapsamını dile getirmekte.

İnsanın tecrübelerinin biçimsel şartları zaman ve mekânın kuralları ile sağlaması yapılabilir her şey ‘mümkün’dür. Yani mümkün ‘olan’dır. Peki ya gerçek ‘olan’? Bunun için yerine gelmesi gereken şartın ya da şartların açılımı nasıldır? Yani gerçek ‘olan’dan bahsedebilmek için yerine gelmesi gereken kaide, yani ‘olan’ın insanın tecrübelerinin materyal koşullarıyla bağlantılı olması ilkesi ne demektir? İnsanın tecrübelerinin mümkün ‘olan’da olduğu gibi biçimsel kayıtlarının, yani zamanın ve mekânın yanısıra gerçek ‘olan’da gözönünde bulundurulması gereken materyal koşulları nelerdir?

İnsanın tecrübelerinin materyal koşullarını belirleyen mercii ‘algısal duyum sistemi’dir! Yani insanın algılama yetisinin etkisel alanı kapsamına girenlerdir. Yani zamanda ve mekânda, bunların tanımları nasıl olursa olsun, ne kadar değişirse değişsin, algılama yetisi aracılığıyla onunla ilişkiye girebilen, ya da onun ilişkiye girebildiği, ya da böyle bir ilişkinin varoluş kurallarına aykırı olmayan, bir başka deyimle zamanda ve mekânda lokalize edilebilirlik ilkesinin gerçekleştiğinin kanıtlanabilirliğine dayanan tecrübelerinden kaynaklanan her şey <ı>gerçek ‘olan’dır. Kısacası gerçek ‘olan’, mevzubahis ‘olan’ın insanın duyularına hitabı sonucu onda ‘haa, tamam!’ (görüyorum, duyuyorum, dokunabiliyorum, tadabiliyorum, koklayabiliyorum vesayire, vesayire) etkisi yaratarak varlığını ortaya koyabilendir. Daha doğrusu insanın bunun böyle olduğunu algılayışı, duyumsayışıdır. Buna bir tür ‘algısal alış veriş’ de denilebilir. Her alış veriş de bir yerde bin ilişkidir. Her ilişki de bin yerde bir kaostur. Her kaosun düzeni ise inanılmaz karmaşıktır. Bu karmaşıklıkta da kimin ne ‘algıladığına’ iyi bakmak gerekir. Bu yüzden de <ı>gerçek ‘olan’ın gerçekten gerçek ‘olan’ olduğunu iddia edebilmek için mevzubahis ilişkinin özündeki kaosun aşıldığı önkoşulmalıdır. Bunun da öyle kolay kolay iddia edilebilir bir edinim olmadığını bilenler, gerçek ‘olan’la ilişkiye giren insanın gerçek ‘olan’ın kendisini değil, ‘algısal duyum sistemi’nin işleyiş prensiplerine göre, yalnızca ve yalnızca ‘kendi’ gerçek ‘olan’ını algıladığını savunur. Bir olguya kim gerçek ‘olan’ diyorsa o olgu onun gerçek ‘olan’ıdır. İnsan bir olguya gerçek ‘olan’ diyorsa o olgu yalnızca ve yalnızca insanın gerçek ‘olan’ıdır. Demek ki gerçek ‘olan’ın tanımını bağlayan en önemli öğe ‘olan’la girilen ‘algısal alış veriş’in niteliğidir. Bu niteliğin son şekli ‘kaosüstü algısal alış veriş’in yolunun sonunu getirmekle uğraşıldığı sürece gerçek ‘olan’ın mutlaklılığının da sürekli ‘değişen ve gelişen’ özellikte olduğunu kocaman harflerle bir kenara yazmak gerekir. İnsan gerçek ‘olan’ı objektif bir şekilde değil, ‘algısal duyum sistemi’nin kendisine dayattırdığı, ne kadar katî gibi algılansalar da taşıyıcısı ve uygulayıcısı insan gibi gelişen ve değişen, ilişkisel kanunların bazen herkesin ezbere bildiği hükümler bazen ise yalnızca zihni kadar gözü de açıkların bildiği gizli saklıymış gibi görünseler de kitabın bir yerinde yazılı duran fıkralar doğrultusunda, dolaysıyla da subjektif bir şekilde belirlemektedir. Son durum bunun tersinin gerçek olduğunu ortaya çıkaracak, yani subjektif denilenin objektif olduğunu insana dayattıracak olsa dahi, böyle bir ‘iddia’nın geçerliliğini kanıtlamak mümkün değildir. Yani asıl olan ‘iddia’dan öte böylesine bir iddianın yaşatılmaya çalışıldığı zamanın yerindeliği ya da yersizliğidir. Bu doğacak çocuğa doğmadan önce isim takmaktan öte, doğacak çocuğa anne baba olacakların, daha bu role varamadıkları için, bulundukları vitaminsel devreden yola çıkarak, karakterlerinin çocuğa ne denli yararlı ya da yararsız olacağını, kısacası çocuk mutlu bir çocukluk geçirecek mi geçirmeyecek mi sorusunu yanıtlayama çalışmak gibidir. Oysa bin insana göre kayda değmez bir olayın bir insanı nasıl etkileyebildiği detaysal gerçeğini hepimiz biliriz. Demek ki bir yerde gerçek ‘olan’, bin yerde gerçek ‘olan’ın daha binlerce bin kez başka bir gerçek ‘olan’ olabileceği ihtimali, hatta olacağı ‘gerçeğidir’. Demek ki gerçek ‘olan’ın kendisi kadar <ı>gerçek olması gereken gerçek ‘olan’ın karakteridir. Belki insanın gerçek ‘olan’la olduğu gibi bir ilişkiye girmesi mümkün değildir; ancak gerçek ‘olan’ın perde arkası varlığının perde önüne taşan eyleminin ya da eyleminin doğal devamı etkisinin insana uzantısındakilerden ileri çıkılarak gerçek ‘olan’ın karakterinin nasıl olması gerektiğinin çözülebilineceğine inanmak da şarlatanlık değildir. Bundan öte, böylesine bir gözlemin ya da beklentinin sonunda, ne zamandır gerçek ‘olan’ olarak kabul edilenin aslında sürekli değiştiği ve geliştiği dolaysıyla hiç de mutlak olmadığı gerçeği ile akıl akıla kalınabilir; dolaysıyla böyle bir ihtimalin, yani gerçek ‘olan’ın insandaki anlamının zaman zaman mutasyona uğradığı, hatta sürekli evrim geçirdiği, hiç de sonuna kadar yazılıp bitirilmiş, dürülmüş, kapatılmış bir kitap olmadığı, aksine her sayfası sonuna kadar açık, sonuna kadar açık her sayfanın binbir köşesi karalamalarla dolu, ustalığı mutlaklılığının acemiliği esnekliğinde gizli, oluşumu bitmeyecek bir yapıtmış gibi düşünmenin, akla yatar bir düşünce olabileceği de şimdiden göz önünde bulundurulmalıdır. Bu bağlamda, tabiî yalnızca ve yalnızca bu bağlamda, insanın ağzına alabileceği en mutlak ‘gerçek’ de ‘ne bileyim yahu!’ olmalıdır.

Demek ki gerçek ‘olan’ insanın etrafıyla girdiği ‘algısal alış veriş’ sonucu gözünde, kulağında, elinde, dilinde, burnunda, vesayire vesayire, kalandır. Peki ya son olarak şart ‘olan’da bütün bu düşüncelerin yeri nedir? Yani insanın <ı>mümkün ‘olan’ ile <ı>gerçek ‘olan’ arasında bir bağlantının olduğundan bahsetmesi ve bu bağlantının tecrübelerinin genel koşullarıyla belirlendiğini iddia ederek bir olguya <ı>şart ‘olan’ diyebilmesi ne demektir? Mümkün ‘olan’ ile gerçek ‘olan’ arasındaki bu bağlantıyı nasıl düşünmek gerekir? Hem insanın tecrübelerinin genel koşulları da ne demek?

Her şeyden önce şart ‘olan’ın, hem mümkün ‘olan’ın hem gerçek ‘olan’ın tanımlarını kapsar, hem de bu iki tanımı aşar özellikte olması gerekir. Yani insanın tecrübelerinin hem biçimsel kayıtlarını, hem tecrübelerinin formel koşullarını kapsaması, hem de bunları aşması gerekir; bu durumda ‘insanın tecrübelerinin genel koşulları’ndan söz edilmektedir. İnsanın tecrübelerinin genel koşullarını belirleyen öğe(ler) de tüm ilkeleriyle ‘nedensellik’tir. Sebep-etki-sonuç üçlü prensibinin eleğinden geçirerek edindiklerimiz, tecrübelerimizin <ı>şart ‘olan’ hanesine yazılanlardır. Yani insanın zamanda ve mekânda algısal sistemiyle kendisiyle olmasa da etkisiyle ilişkiye girip muhtemel sebebine ve muhtemel sonucuna varabildiği her şey şart ‘olan’dır. Şart ‘olan’ın mümkün ve gerçek ‘olan’ı aşar özelliği de şudur: şart ‘olan’ın kendisi bildik tanımıyla zamanın ve mekânın, yaşadık şekliyle insanın algısal sisteminin dışında var olabilir; ancak etkisi zamanda ve mekânda ve insanın algısal sisteminin etkisel alanının kapsamındaysa o zaman varlığının olasılığı ‘şart’tır. Yani ‘nedensellik’ ilkesinin geçerliliği sebep-etki-sonuç prensibi zinciri boyunca hiçbir halka atlamadan ileriye geriye katettiğimiz ilmi mesafe süresince rastladığımız her şey şart ‘olan’dır. Kısacası varlığı ‘nedensellik’ ilkesinin prensipleriyle uyuşan, yani varlığına ‘nedensellik’ ilkesinin şart koştuğu ilmî metodla ulaştığımız her şey şart ‘olan’dır.

Toparlayalım: ‘olan’ın kategorisel açılımı ile ‘olmayan’ın kategorisel açılımı strüktürel olarak aynıdır. Yani nitelik bazında ikisi de hemen hemen aynı, nicelik bazında biraz farklı özelliktedirler. Yani ikisinin de ‘nasıl’ına varan metod aynı, ‘ne’sine cevap veren sorular farklı özellikte olabiliyor.

Yazımı kısa bir ‘baba-oğul diyaloğu’yla bitirmek istiyorum:

(Ön bilgi: baba 28 yaşındadır, oğul 14 aylıktır...)

Sabır nedir bilmediği için aklı centilmenliğe de ermeyen oğlu sorusuyla babasının aklına dayanıverdi.

- ‘Babaaa...?’ dedi bebecik.

- ‘Efendim, ’ dedi baba.

- ‘Babaaa, öcü var mı?’ dedi bebecik.

- ‘Ne bileyim oğlum!’ dedi baba. ‘Sen önce bir öcünü tarif et, ben de sana var mı yok mu söyleyeyim’.

- ‘Ne bileyim, öcü işte!’

- ‘Bak oğlum, eğer öcün gulyabani gibi, kocaman, koca kafalı, koca gözlü bir şeyse, mümkündür derim’ dedi baba. ‘Lakin bu böyle bir öcünün var olduğu anlamına gelmez. Ben böyle bir öcüyü yalnızca masallardan ve filmlerden bilirim; ne kendi gözlerimle gördüm, ne kendi ellerimle dokundum’.

- ‘Babaaa...?’

- ‘Efendim.’

- ‘Ama ben rüyamda kaç kere öcü gördüm.’

- ‘Ama güzel oğlum, rüya başka bir şey, gerçek başka bir şeydir; ne kadar birbirlerini etkileseler de.’

- ‘Nasıl yani?’

- ‘Rüya, insanın düşündükleriyle bildiklerini hiçbir imkânsızlık tanımadan yaşayabildiği, kimi zaman kendi yarının ön habercisi, gününe gece, uyanıklılığına da uyku kadar uzak hem güzel hem korkunç bir dünyadır. Rüyanın güzeli insanın umudundandır. Günlerden bir gün gerçekleşsin ister. Rüyanın kötüsü ise, aynı senin rüyanda da olduğu gibi, yani kâbus, insanın bıkmadan usanmadan yakasından düşmesi için debelenip durduğu korkusundandır. Bu yüzden de herkesin gerçekleşmesini istediği bir rüyası, bir de bir daha hiç görmek istemediği kâbusu vardır ya.’

- ‘Anladım.’

- ‘Ama eğer senin öcün de benimki gibi bir noktada kesişen birbirine paralel iki doğruysa, o zaman bildiğimiz kadarıyla mümkün değil, böyle bir öcüden şimdilik korkmana gerek yok derim.’

Memnun memnun kafa sallayan oğlunu gören baba aklının kulaklarını ona doğru çevirdi. Kısık gözlerle sorusunu bekledi. Oğlu biraz düşündükten sonra ‘biz beraber olacak mıyız?’ dedi.

Baba kendini bildi bileli korktuğu, her aklına takıldığında vijdanını göbeğine bıçak saplanmış gibi sızlatan, kanatan soruyu sormuyordur inşallah ümidiyle ‘anlamadım, ’ dedi.

Kelimeler boğazında kaldığı için kekeleyerek ‘Yani ‘ondan’ sonra biz beraber olacak mıyız?’ dedi bebecik.

Baba oğluyla konuşmaktan vazgeçti. Kendi aklıyla bile oğlunun ağzına bırakamadığı kelime ‘ölüm’dü. Bebecik babasından ölümden sonra olup olmayacaklarını, beraber olup olmayacaklarını öğrenmek istiyordu. Bu sorunun cevabında babanın tek bir fenomen olarak düşündüğü ‘zaman’ın ‘mekân’a çelme taktığı ortaya çıkıyordu, çünkü böyle bir birliğin ‘nerede’si ne kadar önemsizse, ‘ne zaman’ı da o kadar önemlileşiyordu.

İçi cııız etti. Korktu. Her korktuğunda olduğu gibi bu seferde baba usulca oğluna sığındı. Kendisine kapalı, uykuya açık gözlerinin içine baka baka ‘şimdilik hayır, şimdilik hayır!’ dedi.

 
Toplam blog
: 47
: 537
Kayıt tarihi
: 09.04.08
 
 

Freiburg Üniversitesi Nörolengüistik ve Felsefe bölümü mezunuyum. H..