Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Kasım '07

 
Kategori
Gelenekler
 

"YANGIN" ve "3919"

"YANGIN"  ve "3919"
 

Çocukken bayramın gelişi heyecanla beklediğimiz güzelliklerle dolu olurdu. Şeker Bayramından sonra günleri sayardık. Malum ya iki ay on gün sonra Kurban Bayramı. Acaba terzi Alis yeni elbiselerimizi yani bayramlık giysilerimizi arife gününe kadar yetiştirebilecek mi? Bu nedenle Alis'in bizi tabureye çıkartıp da canlı manken olarak, iki dudağı arasına sıkıştırdığı iğneleri derimize saplaya saplaya en kısası bir saat süren provalarına bile eyvallah eder hiç sesimizi soluğumuzu çıkarmazdık baygınlık geçirinceye kadar. İğneleri ha ha yutacak diye vehme kapılır ve derime batmalarına aldırış etmezdim. Terzi Alis Beşiktaş'ın en iyi terzisiydi. Başka terzileri bilmem ya annem her şeyin en iyisini bulmada çok mahirdi. O zamanlar hazır konfeksiyon giysiler yoktu. Önce uzun uğraşlar ve ayaklara karasular ininceye kadar Beyoğlu, Nişantaşı orada bulunmazsa da Mahmutpaşa'da Kürkçü Hanın kumaşçıları dolaşılır ve içimize sinen hoşumuza giden kumaşlar seçilirdi. Hele ayakkabılar için dolanmamız. Sırf o konuda bir kaç blog yazabilirim.

Daha geçen yıla kadar tüm Bayram tanıklarımız o yılların faal insanları, kartalları, teyzeler, dayılar bir köşeye çekilmiş, hareket yetileri azalmış bile olsalar hayattaydılar. Geçen yılları düşününce ölümsüz olduklarına inanmaya başlamıştım. Söyleyeceklerim, soracaklarım, anlatacaklarım olurdu hep ya bayramın yoğunluğu, rastlanılan diğer ziyaretçiler fazla derinlere dalmamıza olanak bırakmazdı. "Bir başka bayrama..." derdim. Metropolün bizi getirdiği duruma bakar mısınız...

Ortanca teyzem adı üzerinde annemden büyüktü. Üç kardeşin ortada olanıydı. Pembe ve köküne çivitsuyu döküldüğü önyargısından kurtulamadığım masmavi ortanca çiçeklerini aklıma getiren lakabı çok hoşuma giderdi. Beşiktaş'ta en yükseği üç katlı ve pencerelerine gaz tenekelerine dikili rengarenk çiçeklerin; ortancaların, küpelerin ve fesleğenlerin olduğu mutlaka da kırmızı kiremitli evlerin dizildiği bir yokuşun tepesinde otururlardı. Çoğunlukla anneannemle birlikte ben de orada kalırdım. İşte yokuşun o biçimsiz arnavut kaldırımı taşlarında ayakları kaydı kayacak, ince bilekli cılız saka atlarını, vapur düdüğünü taklit ederek kalın ve içten gelen bir sesle çığıran yoğurçuları, yandaki arsaya kamp kurarak kap kacağı parlatan kalaycıları, sırtlarında küfe ile dolanıp ve o korkunç yokuşu tırmanarak radika ve hindibağ satan yaşlı çingen kadınları, omuzuna devirdiği pasaklı çuvalda neler olduğunu hep merak ettiğim ama üç taşlı altın bileziğimyüzünden beni torbaya atıp kaçıracakları korkusuyla hep uzak durduğum o "eskurbacıları" ve "tabakçıları" hep o sokakta görüp tanımıştım.

Bayram günü gelmeden sokakta bir şenliktir başlardı. Aşağı Beşiktaş pazarı ya da Ihlamur'un oralarda kurulmuş kurban pazarlarına gidilirdi ailecek. Uzun pazarlıklar sonucunda alınan koç binbir itina ile eve taşınırdı. Şimdi eve nasıl getirdiğimizi anımsdayamadım bakın. Sanırım küçük kamyonetler vardı. Bayramdan bir kaç gün önce yapılırdı bu alış veriş. Satıcı ile uzun toklaşmaları da anlayamazdım ama sormazdım da. Aklım fikrim koçta olurdu. Eve gelince yandaki bahçeye, erik ağacına bağlanırdı. Önüne de saman konurdu bir yerlerden bulunup. Sonra teyzemle bir koşu gider yukarıdan renkli saten kurdeleler , gelinlik çiçeğinden teller kopararak gelirdik yanına koçun. Boynuzlarına o kurdeleleri bağlar gelin telleri ile kafasını süslerdik zavallının. Sırtına da kına mı yakarlardı yoksa kınalı olanları mı alırdık hatırlayamayacağım. Teyzemin o kıpkırmızı rujuyla yüzünü gözünü de boyar zavallı koçu bir geline çevirirdik. Sesinden melemesinden hep bir elem şarkısı kalırdı rüyalarıma sızan. Bayram gelip de o gelin koç kurban olacağı için nasıl da üzülürdüm.

Kesilme faslında hep uzaklarda olur yine de gizli gizli gözlerken ağlardım. İki günlük arkadaşımı kaybetmiş olurdum. Bayramların bu tarafı canımı sıkardı. Neden kesiliyor hayvancıklar diye günlerce üzülürdüm. Normal zamanlarda yediğimiz etlerin nereden geldiğini pek düşünemezdim zahir. Üç ya da dört yaşlarındaydım o zamanlar. Evi saran o koyun kokusundan, yedikçe ağzıma gelen beyaz yağ parçacıkları yüzünden uzun zaman pirinç pilavından nefret etmiştim.

Zavallının yüzülmüş derisi orada beklerdi. Sonra arabayla dolaşan yetkililer gelince deriyi onlara büyük bir sevinç ve mutlulukla verirdi anneannem. Gururla göğsü kabararak. "Türk Hava Kurumu" derdi. "Uçak alacaklarmış bu deri onlara gerekli." Türk Hava Kurumu o zamanlar da çok saygın bir kuruluştu. Onların ardı sıra başkaları da gelirdi derileri toplamaya ama anneannem gururla " Biz hava Kurumuna verdik!" derken sesindeki mutluluğu sezerdim.

İnönü gezimizde Talip Bey anlattı. Aslında THK isteyenin yerine kurban da kesiyormuş şimdilerde. Sonra o etleri kavurarak ya da şoklayarak ikişer kiloluk paketler halinde ihtiyaç sahiplerine zaman zaman veriyorlarmış.

Zaten artık kurbanlık koyunları süsleyen teyzeler de kalmadı çocuklar da büyüdü bambaşka teyzeler olarak, MSN de yeğenleriyle mesajlaşan teyzeler olarak.... Kurban keseceklerin THK bağışta bulunması iyi bir olanak diye düşünüyorum.

Bir hatırlatma daha sevgili dostlar.Kısa mesaj yazmayı unutmadınız değil mi?

YANGIN yazıp 3919 a kısa mesaj çekmeyi.

Böylece alınacak yangın uçağına da bir katkı da bizden Milliyet Blogçulardan demeyi unutmadık değil mi? O gölde bizden de bir damla olmasını unutmadık değil mi?

 
Toplam blog
: 566
: 1338
Kayıt tarihi
: 11.07.06
 
 

Edebiyatla ilgileniyorum. Ayrıca amatörce belgesel film çalışmaları yapıyorum ve kültürel etkinlikle..