Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Haziran '07

 
Kategori
Sinema
 

"Yeni Dünya"da aşk var...

"Yeni Dünya"da aşk var...
 

Dört filmle efsane yönetmenler kategorisine giren Terrence Malick son filmi "Yeni Dünya" (The New World) ile yine bildiği sularda ustaca gezinmeye devam ediyor... 1967 yılında 103 adamın bulunduğu İngiliz kaptan John Smith kumandasında 3 gemi, Virjinya kıyılarına yanaşır. Amaçları el değmemiş kıyılardan yeni bir dünya yaratmaktır. Koloniciler önceleri onları dostça karşılayan Kızılderililer ile dengeli bir ilişki kurmayı başarırlar. Fakat zaman ilerledikçe her şey değişmeye başlar. Koloniciler için belki burası Yeni bir Dünya olabilir fakat yerliler için çok eski bir dünya – hatta tek bildikleri dünyadır. İngilizler bilmedikleri bu yerde bir başlangıç için çabalarken İngiliz Kaptan John Smith, kabile üyelerinden ona rehberlik edecek birini aramaktadır ve tesadüfen Powhatan’ın en çok sevilen çocuğu Pocahontas’a rastlar. İşte bu an 400 yıldır bilinen bir Amerikan efsanesinin başlangıcıdır. İngilizler ve yerli Amerikan halkı arasındaki vahşi savaş, bir yandan da Kaptan Smith ile Kızılderili prenses Pocahontas’ın aşkına sahne olur...

Malick işte bize bu çok bildiğimiz aşk hikayesini anlatmakta ancak tarzı her zamanki gibi biraz "ilginç". Ustalıkla kurduğu görsel dünyada yeni dünyayı keşfeden koloniciler gibi şaşkınlık içerisinde izliyoruz. Aşkı tanımlarken kullandığı “bizi ziyaret ettiğinde onu red mi edeceğiz? Bize verdiği hediyeyi almayacak mıyız?” gibi cümleler ve yoğun iç seslerle donatılmış olan film birçok sinema izleyicisine sıradan gelmekle birlikte, Malick dünyasını bilenler için büyük bir hediye olarak düşünülebilir. Yeni Dünya, görselliği iyi bilen, doğanın sinemada kullanılması konusunda neredeyse mükemmelliği yakalamış bir yönetmenden adeta ders niteliğinde bir sinematografi ile desteklenen durgun ama yer yer şiirsel bir film.

Filmde aşk hikayesinin sürekli iç ses ile sunulmasından dolayı çevrenin önemi artıyor. Kuş sürülerinin dağılmasından tutun da rüzgar eşliğinde otlar arasında gezen kamera filme durgun bir şiirsellik katıyor.

Filmlerinin kendi kendine konuşması gerektiğini düşündüğünden olsa gerek hiç röportaj vermeyen Terrence Malick'in yapımlarındaki genel bir temadan bahsetmeyi göze alırsak, muhtemelen insanın aklına ilk gelen doğa ve medeniyet arasındaki çatışma olur. Yönetmenin ilk filmi 'Badlands'de azılı katil (Martin Sheen) ve sevgilisinin (Sissy Spacek) medeniyetten uzak ağaç evleri veya 'İnce Kırmızı Hat'ta Er Witt'in (James Caviezel) Güney Pasifik adalarından birinde ordudan uzak yaşadığı günleri düşünün. Ketum yönetmen, huşu içinde hareket eden kamerası ve sadece ona nasip olan hipnotize edici müziği eşliğinde doğa içinde kaybolmuş insan manzaraları sunar. Baş karakterler, içinde bulundukları doğal ortamı keşfettikçe Malick de kendi tarzını ortaya çıkartır. "The New World/Yeni Bir Dünya": Amerika'nın Keşfi'nin konu edindiği Pocahontas hikâyesi, Malick'in filmografisine tam oturacak bir halka. [*]

Anlaşılmaz yerlice dialoglar filmdeki boşlukta kalma durumunu pekiştirmekte başarılılar. Aşkı uğruna evlatlıktan reddedilme gibi diğer yönetmenlerin elinde duygusal enkaza dönüşebilecek sahneler olabildiğince sıradan çekilmiş. Zaten tarz olarak diğer Malick filmlerinin etkileri hissedilmekte.

Sonuç olarak kategori tanımlanması oldukça güç olan ama temelde bir aşk hikayesini anlatan The New World sadece eşsiz görüntüler sunuyor.

"Hayatın birinci yarısı, mutluluğa karşı duyulan yorulmak bilmez bir özlem olduğu halde, ikinci bölümü acı dolu bir korku duygusuyla kaplıdır...

Çünkü, mutluluk denilen her şeyin kuruntu olduğu ve acıdan başka gerçeğin bulunmadığı fark edilmiştir artık...

Aklı başında insanların, yakıcı zevklerden çok acısız bir hayata yönelmeleri bundan ötürüdür...

Gençliğimde, kapımın zilinin her çalınışında, gönlüm sevinçle doluyor ve kendi kendime, “Oh ne iyi... İşte yeni bir olay...” diyordum.

Ama yıllar geçip de, olgunlaştığım zaman, her zil sesinden sonra şöyle düşündüm: “Yine ne var?...”

İnsan yaşlandıkça, tutkuların ve isteklerin nesnesi farksızlaştıkça; bu isteklerin ve tutkuların bir bir ortadan kayboldukları, duyarlığın güdükleştiği, hayat gücünün zayıfladığı, görüntülerin solduğu, izlenimlerin etki yapmadan gelip geçtiği, günlerin gittikçe daha hızlı aktığı, olayların önemlerini kaybettiği ve her şeyin renksizleştiği görülür... [**] diyor Arthur Schopenhauer.

Belki de bu yüzden dünyanızı hep yeni tutmalı ya da yeni bir dünyanın kapılarını aralamalısınız, keşfetmelisiniz her gün...

[*] http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=5594
[**] Arthur Schopenhauer

 
Toplam blog
: 353
: 3712
Kayıt tarihi
: 28.02.07
 
 

"29 Temmuz 1980’de İstanbul’da doğdu. Celal Bayar Üniversitesi, İşletme mezunu. Şiir, deneme, öykü, ..