Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Aralık '09

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

08.15 treni ya da Angelita yalnızlığı

08.15 treni ya da Angelita yalnızlığı
 

O bu insanlardan değildi. Portobello’ya taşınmamın dördüncü ayından itibaren karşılaşmaya başlamıştık. Gruba her yeni katılan gibi önceleri çekinikti. Selamlaşmalarımız, hal hatır sormalarımız sonradan gelmişti.

İlk seyahatini hemen yanımdaki koltukta yapmasını nedense garipsemiştim. Diğerlerine de garip geldiğini tümünün bakışlarından anlıyordum. Tanışmamızın, doğrusu selamlaşmamızın henüz birinci haftasındaki yakınlığımız, grubun diğer üyelerinin de ilgisini çekmişti. Mesela Richard’ın kırık İngilizceme rağmen, neden bilmiyorum, konuşmamıza kulak kabarttığına emindim.

Her sabah aynı trene biniyordum. Aynı saatte, bu duraktan binen bir dolu insanla birlikte…

Başlangıçta sadece birkaç tanıdık sima varken, taşınmamın üzerinden geçen bir ay içinde aşina surat sayısı artmıştı. Sanki aynı yerde buluşmaya sözleşmiş bir grup gibi hareket ediyorduk. Buluşuyorduk. Selamlaşıyorduk. Bazen el sıkışıyorduk. Hal hatır sorduğumuz bile oluyordu. Trene biniyorduk. Tam saat 08.15’te, bir İngiliz dakikliğiyle.

İlk durak olduğu için, genelde pencere kenarları tercih edilmek üzere, herkesin oturacak bir yeri vardı. Hiç kimsenin birbiriyle oturduğunu görmedim. Ayrı oturmak ortak bir karar gibiydi. Ancak sonraki duraklarda bize katılanlar yanlarımıza oturabiliyorlardı. Belki daha az tanıdıklarımızla seyahat etmek bizi yormadığı için bu durumu seçmiştik.

Adı Angelita’ydı.

Vaya con dios puerto rico, her karşılaşmamızda aklıma isminin geçtiği bu şarkı düşüveriyordu.

Wake up Angelita, your mama just turned off the light/Manolo is already waiting by the old water-pipe/Her shoes in one hand she carefully walks down the stairs/Holding her breath 'cause there's danger and love in the air.

Porto Rico’lu olduğunu çok sonra öğrenmiştim, o da benim Türk olduğumu.

Birinci ay dolmadan, birbirimize adreslerimizi çoktan vermiştik. Sonra birlikte yemeler, müzik dinlemeler, gezip tozmalar, barlar, bahçeler. Hatta Richard dâhil gruptan birkaç kişinin katılımıyla partiler bile düzenlemeye, çokça görüşmeye başlamıştık. Zaten her ne olursa olsun hafta sonları hariç, her gün 08.15 treninde birlikteydik.

Geçmiş zaman, tam olarak hatırlamam güç ama sanırım bir Salı’ydı.

Yine 08.05’te istasyondaydım. Herkes 08.10’na kadar neredeyse gelmişti.

Angelita hariç.

Onsuz selamlaştık, şakalaştık.

Tuhaf bir gündü. Dakikalar o değin sıkıntılı geçiyordu ki! Londra yağmuru biraz erken başlamıştı, ancak havanın sıcak olduğunu söyleyebilirdim. 08.11, 12, 13… Yoktu.

14, 15, 16… Ortalıkta tren de yoktu. 17…

Gün olur nehirler bile tersten akar dedirten cinsten, öylesi bir gündü. Sanki yüreğim belli belirsiz peşine düşen kalleş bir mermimin yetişeceği anı kollarmış gibi çılgınca atıyordu. Kimse farkında değildi ama bir şeyler oluyordu. Yutkunamıyordum bile. 18, 19… Angelita halen gelmemişti. Tren de.

Birden ölümü düşünmeye başlamıştım. Sanırım Richard’ın münasebetsiz şakalarından birinden etkilenmiştim. Şaka mıydı? Yarın tren gelmezse anlayın ki, öldüm. Angelita böyle söylemişti ona, gülerek anlatıyordu, içkiliydi ama tam anlamıyla söylediği buydu.

Saat 08.30’u geçmişti. Halen yoktu.

Ölüm mü? Kokusunu almıştım. İstasyonun isli havasına karışmış, uzaklardaki gölgelerle birlikte büyüyerek yakınlaşıyordu. Ölüm, bedeli bir türlü ödenmemiş bir senet gibi ardımızdaydı. Sanki hayat kıvamında, bir kadının iki dudağı arasından döküldü dökülecek, öylesiydi.

Vaya con dios puerto rico, önce şarkının yankılandığını duymuştum. Richard ve Anna’nın şaşkın bakışları henüz bu resimde yer almamıştı. Düşlerimin ormanında, bir balta sertliğinde ama bir ustura kadar keskin bakışlara yakalandığımda, karşılığı bir türlü alınamayan o sesin kulağıma mırıldamaya çalıştığı kelimeyi yakalamaya çalıştığımı yine hissetmiştim. 08.39.

Diğerleri başka araçlarla işlerine gitmek üzere birer ikişer istasyonu terk etmeye başlamışlardı. Bir siren sesi duymuştum. Richard ve Anna’nın suratıma bakışlarını bu an fark etmiştim. Ne zamandır bu durumda olduklarını kestirmeye çalışıyordum. Siren sesi yaklaşıyordu. Siren sesinin soğuk bir nefes gibi yanağımı yalayarak nerden geldiği bilinmez bir sıcaklığa karıştığını hissettim, beklenen atlının yanımdan hızla geçip gittiğini, ardında bıraktığı toz bulutundan anladım. Burnum kanıyordu.

Ayakta fazla kalamayacağımı düşündüm. Bacaklarım titriyordu.

Bir an Angelita’yı görür gibi oldum. Hayali bir trenin içinde…Yanındaki koltukta oturuyordum.Hemen arkamızda, sağ pencerenin yanındaki koltukta Richard, sol taraftaki pencerenin yanındaki koltukta Anna oturuyorlardı.Görüntü hızla geçip, gitti. Ardından yine geldi ve kayboldu. Kaç kez gelip gittiğini artık sayamıyordum. Geliyordu, gidiyordu, sürekli geliş gidişler arasında kayboluyordum.

Anna’nın sol koluma girdiğini düşündüm. Richard arkamda kalmıştı. Nefesindeki alkol kokusunu halen alabiliyordum. Birilerinin koşuşturduğunu gördüm, belki de koşuşturduklarını düşündüm. Angelita’ya koşuyorlardı. Herhalde böyleydi. Saat 08.41’di. Tren sesi geliyordu. Kulağımda Türkiye’den klasik hüzzam makamında notalar… Sirenler… Trenin keskin düdüğü… Gara girişi… Saat 08.43.

Angelita koltuğumuzda, bizim koltuğumuzda oturuyordu. Richard ve Anna arkamızdaki koltukta bir arada. Gözlerimi açtığımda önce mavi duvarlarla karşılaşmıştım, oldukça kalabalık olduğumuzu anlamam için uzun bir sürenin geçmesi gerekmişti.

Bütün istasyon bir arada, bir odadaydık.

***

Angelita bir şey olup olmadığını sordu. Herkes kendi yerine geçti. Sende bir tuhaflık var dedi, suratımın sararmış olduğunu söyledi.

Sekiz on beş treni yeniden hareket etti. Ona olanları, doğrusu bana olanları anlatacaktım ama bir sesle irkildik. Birbirimize korunmak üzere sarıldığımızda, irkildiğimiz ses çoktan gök gürültüsüne dönüşmüştü. Richard arkamdaydı, Anna sol koluma girmişti, Angelita’yı bir daha göremedim.

Angelita’yı, o melez güzelliği hiç unutamadım.

Londra’daki metro kazası haberini veren haber kupürünü kaç yıldır sakladığımı çoktan unutmama rağmen, bazı zamanlar gözlerimi kapattığımda kendimi Portobello sokağında değil ama onun konuşmalarına kapılmış yakalıyorum. İşte o zaman bugün bile kendimi çok yalnız hissediyorum.

Böyledir ömür.

Sonradan bin türlü terapiyle temizlemeye çalışılan bir urdur aslında, bir dolu hayalin umutsuzca atıldığı, bir o kadar karalamanın kırıştırılıp fırlatıldığı mezbeleliktir, sirenlerini artık duyamadığın bir aracın içinde geri dönülmez yalnızlıktır.

Belki ölüm de aynı şeydir.

 
Toplam blog
: 340
: 1591
Kayıt tarihi
: 10.03.08
 
 

Basınla ilgili bir kuruluşda çalışmaktayım. Uzun yıllar basınla ilgili konularda danışmanlık yapt..