Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Mayıs '08

 
Kategori
Dostluk
 

1 Mayıs yasaklı bayram

1 Mayıs yasaklı bayram
 

Atatürk'e bugünleri anlatmaya gidiyoruz başımız eğik


1.Mayıs.1992

1 MAYIS -YASAKLI BAYRAM
(Öykü)

Dün sabah hiç durmadan çalan telefonun sesi ile uyandım. Bir türlü kalkmak istemiyordum. Başımı yastığımın altına gizledim, yorganla kulaklarımı kapatmaya çalıştım. Ha şimdi durur, şimdi susar diyerek yatakta debelenip durdum.Öylesine ısrarla çalıyordu ki, bir türlü susmak bilmiyordu.
Mecburen kalkıp söylene söylene salona geçtim. Ahizeyi elime alıp isteksiz ve uykulu alo diyene kadar çaldı Allahın cezası. Karşımdaki ses:
Alo, ben Hasan.On beş dakikadır telefonu çaldırıyordum, günaydın.Uyuyordun galiba.dedi.
Yok, hayır uyumuyor dans ediyordum.Tabiî ki uyuyordum birader. Biraz daha geç arayamaz mıydın? Hangi Hasansın dedim.
Sesi yabancı gelmemişti ama, uyku mahmurluğu içinde zaten hiç aklımda olmayan bir adam olduğu için hatırlayamamıştım.
Yahu ben organizatör Hasan. Hani Sapanca'da çalışmıştık ya.
Haa! Senmisin ?Saat kaç yahu? Gece çok geç yatmıştım. Hayrola ne var?
Yarın akşam Adapazarı'nda bir düğün var.Müsait isen atla gel. Ücret dolgun.
Adapazarı'nın neresinde? Sen Adapazarı dersin , bilmem hangi köyüne götürürsün.(Bir iki kez şehir dışı olan yerlere götürmüştü beni. Böyle olunca alacağım para daha çok olmalıydı .Kurnaz herif (aaa bende bilmiyordum) ayaklarına yatmıştı.
-Yok, vallahi doğru söylüyorum bu sefer. "İstasyonun hemen yakınında .Tek jetonum var sen atla hemen gel."dedi.
-Delimisin nesin kardeşim? Nereye atlayıp geliyorum hemen? Henüz paradan konuşmadık.Ne alacağım? Dedim ve sözcükler biter bitmez de adamın jetonu bittiğinden beni duyup duymadığını bile anlayamadan, ahize elimde, sözcükler dilimde kalakalmıştım.Sinir tepeme çıkmıştı bir anda. "Allah kahretsin."Dedim.Beklesem mi, yoksa yatağa girip uyusam mı diye düşündüm. Belki yine arar, uyanmaktansa uyanık kalmak daha iyi.Kendime kahve pişirmek üzere mutfağa yöneldim. On beş, yirmi dakika sonra yeniden aradı.
Ne biçim adamsın kardeşim , iki üç jeton alacak paran yok mu senin ya? Uykumun içine ettin.
Haklısın , sinirlenme. Dedi
Neyse, uzun lâfın kısası, vur aşağı , tut yukarı parada anlaşmıştık.Aslında alacağım paraya göre oralara gidip, gecenin bilmem kaçında geri dönmek pek akıllıca değildi ama, bana ilaç gibi gelecekti. Bakkala , çakkala epey borç yapmıştım. Elimde avucumda beş kuruş kalmamıştı.Ayın 15 şinde aldığım (rahmetli babamdan bağlanan ve de yeni zammı ile 275.000 lira olan) aylık çoktan suyunu çekmişti. Etin 13 bin, zeytinin 10 bin lira olduğu bir zamanda 275 binin ne değeri oluyordu ki zaten. Ara sıra böyle işler (extra) çıkmasa her halde Yeni Camii önünde mendil açıp oturacağım. Sonra kendi kendime gülmeye başladım. (Haydi kızım ne senaryo yazıyorsun be.! Etrafına az yardım et parasız kalma. Her gece gırtlağını patlatıyorsun paraları saçıyorsun.
İçimdeki şeytan böyle derken diğer yandaki meleğim ;
Aferin çok iyi yapıyor ailene yardım ediyorsun. Allah seni görüyor.Diyordu.
İşte böyle bazı çelişkili düşüncelere dalıyordum.Çünkü kendimi hiç düşünmüyordum.Bunun yaşlılığı da olacaktı elbet.
Bunları kafamdan attıktan sonra yine komik bir şey geldi aklıma .
-Eh be! Bende o zaman Semra Özal'ın Türk Kadınını Güçlendirme Vakfı'na giderim.
Uykum açılmış neşem yerine gelmişti. Henüz gençtim ve güzeldim. Üstelik çok güzel isimli gazinolarda çalışıyordum.Yaşlanmaya daha çok vardı. Pikaba bir plak koydum kapıcının kapıma bıraktığı gazetemi aldım ve okumak üzere yatağıma uzandım.
Hasan'a sabah beni onda uyandırmasını söylemiştim. Hangi tren ile saat kaçta orada olacağımı söyleyecektim. Saat 11 olmuştu ama adamdan henüz tel gelmemişti. Hay Allah cezanı varmesin be adam. Bende kabahat ki seninle iş yapıyorum diye başladım söylenmeye. Beklemek beni deli ediyordu. Ne bekletmeyi ne de beklemeyi asla sevmiyorum. Bu sefer aklıma çeşit çeşit düşünceler gelmeye başladı. Acaba düğün iptal mi oldu? Yoksa bu herif daha az paraya gidecek birisini mi buldu? Acaba? Acaba? Hay Allah acabalar götürsün seni Hasan gibi. Zaten oralara gitmek içimden pek de gelmiyordu ya. Neredeyse üzerimdekileri çıkartıp eşofmanlarımı giymek üzereydim ki,
Zırrr.Zırrr telefon çalmaya başladı. Of be! Sıkıntıdan patlamak üzereydim. Atmaca gibi beklemiştim zaten telefonun başında. Hemen ahizeyi elime alıp alo yu patlatıverdim. Saat 15.30 treni ile gideceğimi söyledim.
Tamam ben seni karşılarım .Dedi.
Evden çıkıp kuaförüme koşturdum. Döndüğümde acıktığımı fark ettim. Mutfakta ayak üstü bir şeyler atıştırdım. Akşama giyeceğim sahne tuvaletimi seçtim gardıroptan. Onu muntazam bir şekilde küçük valize yerleştirdiğim sırada telefon çaldı. Arayan Suna ablaydı.(Suna abla partiden arkadaşım) Taksim'e gidip gitmeyeceğimi soruyordu. Merak etmiş .
"Ah pardon ! Bugün 1 Mayıs.Bahar ve İşçi Bayramı. Dün İlçede karar alınmıştı gidilmeyecekti.Ben biraz fazla atak olduğumdan giderim diye merak etmiş kadıncağız."
Bu gün dünyanın her yerinde sokaklarda, alanlarda, salonlarda emek konuşulacak. Bayram kutlanacak. Çocukluğumdaki bayramlar gelivermişti birden aklıma.Yeni giysiler el öpmeler.(Hoş benim yeni giysilerim pek olmamıştı ya.) Bayram yerleri, kayık salıncaklar , dönme dolaplar. Bir kaç bayram arifesinde alınan yeni giysilerimi yatağımın bir kenarına yerleştirip onlarla uyuduğumu hatırladım. Ne güzeldi o günler. Ne yazık ki yakınlarımın çoğu bu dünyadan göçmüşlerdi o bilinmeyen meçhule.Geride kalanlar sağ olsunlar ama onları da bayramlarda evde bulmak mümkün değil. Bayramlarda herkes bir tarafa gidiyor. Şehirler boşalıyor adeta. O eski bayramların tadı yok artık. Kanımca bayramlar niteliğini kaybetmişler, sadece tatil olduğu için seviliyor.Usumdaki düşüncelerden sıyrılıp ;
-Alooo! Aloooo! Huuuu! Orda mısın Tünay? Diye avaz avaz bağıran Suna ablanın sesine kulak verdim.
Ah, özür dilerim ablacığım. Dalmışım bir an. Dedim.
Aşk olsun. Bir saattir boşuna mı konuştum yani ben?Diyerek sitem etti bana.
Kafam biraz karışık abla. Ekstra bir işe gideceğim Adapazarı'na. Dedim.
-Aman isabet olmuş, Taksim'e gitmemen için uyarıyordum seni.
Ona neden bu kadar telaşlı olduğunu sordum.
-Kızım, ben eski partiliyim. Neler gördüm geçirdim. Coplanır yerlerde sürünürsün. Kurşunlanır, içeri atılırsın. Sokağa çıkarken rozetini takma.Parti ile ilişkili bir evrak, sol içerikli bir kitap filan sakın ha, yanına alma….Diye tembihledi bana.
Vaktim kısıtlı olduğundan alakasına teşekkür edip telefonu kapattım. Bir adım uzaklaşmıştım ki, telefon tekrar çaldı. Bu sefer arayan annemdi.
"Hah! Şimdi o da vaaza başlayacak diye geçirdim içimden. Zira daha birkaç gün önceden başlamıştı.Kafamın etini yiyordu.Bu günlerde çeşitli yerlerde bombalar patlıyormuş, ortalık karışıkmış. Bizim partiyi de bombalayabilirlermiş, oraya gitmemeliymişim. Toplantılara katılma-malıymışım..Bir yığın mişim ile mışım lardan oluşan öğütleri sıralıyordu. Benim yüzümden tansiyonu çıkıyormuş, sağlığı bozuluyormuş. Offf of! Kaçıncıdır dinliyordum bunları. Sözlerinde elbette çok haklılık payı vardı. Ben ise tüm bu nasihatlere karşın kapatılmış olan CHP nin yerine açılan partimi seviyor kendimi 6 ilkeye adamış ve SHP li olmaktan da gurur duyuyordum."
Efendim anneciğim dedim.
Aman kızım, partiye filan sakın gitmeyesin ha. İstasyonu sabah beri polisler sardı. Ortalık kum gibi polis kaynıyor.(Evi Söğütlüçeşme Tren İstasyonuna paraleldir.)Bir çatışma filan çıkabilir Bomba ihbarı mı ne yapılmış, serseri bir kurşuna hedef olabilirsin.Vallahi kızım sen bir gün benim yüreğime indireceksin. Diyerek bir dolu lâftan sonra nihayet nefes almak için sustuğunda ben de fırsattan istifade ile ona Adapazarı'na gideceğimi merak etmemesini bir solukta anlatıp onu rahatlatıp konuşmayı noktaladım.
Annem yemin verdirdiği için acele ile parti kimliğimi, hatıra olarak sakladığım delege kartımı yakamdaki rozetimi cüzdanımdan, yolda okumak üzere yanıma aldığım iki kitaptan Ömer Nida'nın yarın biz konuşacağız (Türkiye İşçi Partisi ve Anılar ) isimli kitapçığı küçük valizimden çıkarttım. Sevdiğim yazar, can arkadaşım İsmet Kemal Karadayı'nın Ve İyi Gülnar Hepinize adlı adıma imzalı son kitabını ikinci kez okumak üzere yanıma alıp evden telaşla fırladım. Tren saatine yarım saat kalmıştı ve ben istasyona kadar yürüyecektim.
Yolda hem yürüyor hem de düşünüyordum. İşçi Bayramının 100. cü yıl dönümü olan bu gün şu saatte dünyanın her yerinde yürüyüşler, kutlamalar başlamış olmalıydı. Bizde ise yasaklanmıştı.Bunu dünkü yazınsal basından, başbakanın TV deki demecinden öğrenmiştim.Yasal olmayan hiçbir gösteriye, toplantıya izin yoktu. Bu demekti ki, hiç kimse bu anlamlı günü kutlayamayacaktı. Kırlara, parklara deniz kıyılarına bile topluca çıkamayacaklardı. Haksızlılar arasında hak arayan işçi kardeşlerim bir gün olsun seslerini duyuramayacaklar yürüyüş dahi yapamayacaklardı.Yasal olan bu muydu? İlahi adalet dedikleri, demokrasi denilen şey bu muydu?İnsanların özgürlüklerini kısıtlama hangi demokrasiye sığardı acaba?Acaba, bu gün 1977 deki gibi arabalar yakılacak, insanlar ölecek, korkunç bir şeyler mi olacaktı.Annemin ve diğer annelerin korkuları daha kaç yıl sürecekti?
Oysa ki biz SHP liler bu gün İl binamızda toplanıp, Kazancı Yokuşundan Taksim'e kadar yürüyüp 1977 de kana bulanan bu yokuşa ölenlerin anılarına kırmızı karanfiller bırakacaktık.1 Mayısın içeriğini anlatan bir konuşma yapılacaktı il binamızda sonra da birkaç işçi sendikasını ziyaret edecektik. (İl Başkanlığı yasağa karşın yürüme kararı almıştı.) Bunda ne gibi bir kötülük veya amaç olabilirdi ki?
Ben renk, dil din, mezhep gözetmeksizin insana insan olduğu için değer veren, önce insan ilkesinden yola çıkan, toplumun refahını birlik ve beraberliğini ön plana çıkartmak isteyen yasal bir partinin üyesiydim. Özal sık sık çağ atlamaktan bahseder durur. Böyle mi çağ atlıyoruz acaba?Bu gün sokakta olmam dahi suç mu sayılacaktı.
Şayet örgütüm ile birlikte Taksimde olsaydım vatan haini, anarşist, terörist mi sayılacaktım?
Annem neden bu kadar tasalıydı ?
Suna abla neden bu kadar çekiniyordu?
Cadde neden bu kadar tenhaydı?
Usumda istifamlar, isyanlar, İl binamızda arkadaşlarımla birlikte olamayışımın ezikliği ….Nihayet İstasyona ulaştım.
İstasyon annemin dediği gibi polis kordonu altına alınmıştı. Arka kapıda üç , dört polis otosu vardı. Polislerin ve otolarının yanından kendimden emin, vakur bir halde geçip kapıdan içeriye girdim. Aman yarabbi! Ne çok polis var. Ellerinde copları, telsizleri oradan buraya gidip geliyorlardı. Bir kaç gurup oturma mahallerinde oturmuşlar, lâflıyorlar. Bazılarının bakışlarını üzerimde hissedince bir an ürperdim. Bugün İstanbul'da 18.000 polisin görev yapacağını gazetelerden okumuştum okumasına da, burada bu kadar çok polisin bulunacağı hiç aklıma gelmemişti. Kısa bir şaşkınlıktan sonra elimde küçük valizim, omzumda askılı çantam ve şemsiyem gişeye gidip biletimi aldım. Kimse üstümü başımı aramamıştı. Buna da şaşırmıştım. Saat 15.15 di. Henüz 15 dakika buralarda oyalanmam gerekiyordu. Gişeden sonra yine ona buna sürtünerek büfeye yönelip bir paket bisküvi aldım. Benden başka sivil giyimli pek az insan vardı. Belli ki herkes tırsmış, dışarıya çıkmamayı yeğlemişti. Yine polislerin arasından geçip kendime oturacak bir yer aradım. İlerideki bankta 10 kadar polisin oturmuş olduğu yere yönelip hemen yanlarına oturdum. İstemeyerek konuşmalarına kulak misafiri oldum. Karınlarının acıkmış olduğundan söz ediyorlardı. Biraz ilerimde yaşlıca iki bayan da havadan sudan bağıra bağıra konuşuyorlardı. Kafamı ne tarafa çevirsem bir polisle göz göze geliyordum. Acaba beni arayacaklar mı diye düşündüm bir an. Sonra yine içimden konuşmaya devam ettim. İstasyonda polislerden uzakta olan boş banklar da vardı. Neden buraya oturmuştum ki?
Korunmak amacı ile mi?
Korkuyorsam neden korkuyordum?
Çantamdaki kitaptan ötürü beni tutuklarlar diye mi?
Korunmak içinse hangi düşmandan korunacaktım?
Sorunlar, sorular. Offf, of.! Başım çatlarcasına ağrımaya başladı birden. Etrafımı tetkike başladım. Ara sıra istasyondan gelip geçenler, oturanlar, hatta polislerde bariz bir tedirginlik gözleniyordu. Her zamanki uğultu yoktu burada. Bir sessizlik, bir gariplik vardı. Sanki olağan üstü bir şeyler olmuş veya olacaktı. Bir an tüm bugün ile bağlantımın koptuğunu, zaman tünelinden geçip 1940 yılların Almanya'sına gittiğimi hissettim.(Seyrettiğim filmler dışında, harp, işgal görmemiştim bu güne dek)Elleri coplu polisler birden Nazi Es Es ler oluverdiler. Ben ise dışarıya kaçmaya çalışan, can pazarına düşmüş bir Yahudi. Sonra sis dağıldı Naziler yok oluverdiler. Bu sefer İtalyanlar , İngilizler, başka Almanlar meydanda beliriverdiler. Ben öz be öz Türk'tüm. Vatanımı işgal altına almışlardı. Yüce Atatürk'ün beni, vatanı kurtaracağını biliyordum. Bunların arasından geçip cepheye ulaşmaya, askerlerime yardımcı olmaya çalışıyordum. Küçük çantamda barut silahlar vardı. Trenin geliş anonsu ile sihir bozulmuş bugüne dönmüştüm yine. Yerimden kalkıp merdivenlerden yukarıya çıktım. Yukarıda Çamlıca'dan esen sert rüzgâr berberin bir saat uğraşıp şekil verdiği saçlarımın aralarından geçip saçlarımı harmanladı. Yukarısı aşağıdan beterdi. Burada polis ordusu vardı adeta. Gelen trene kendimi atıp boş bir yer aradım. Aramama pek gerek yoktu ya, aslında her taraf boştu sanki.Tren hareket ettiğinde balkonda beni bekleyen anneme el salladım ve içime dolan rahatlıkla yerime oturdum.Tren Bostancı'yı geçiyordu. İçimde birisi ile konuşmak, dertleşmek, sığınmak isteği doğuverdi birden. Oysa ki yanımda kimse yoktu. Birden benliğimi bir sevinç kapladı. Aradığım çantamdaydı. Çantamdan kitabı çıkarttığımda bir dosta kavuşmanın hazzını duydum. Daha önce sanatsal, hukuksal yazılarını severek okuduğum yazar arkadaşımın bu değerli kitabını başladım yeniden okumaya.
Yazar yaşamın günlük kesintilerini ele alarak, kimi yerde masal öğelerinden, kimi yerlerde de bizzat yaşadığı hukuki olaylardan yararlanmıştı. Kahramanlarını kendi ruhsal bunalımları içine kapamadan dış dünya ile ilişkilerini koparmadan duru bir şekilde anlatımı , kitabı baştan sona ara vermeden okumaya sürüklüyordu insanı. Tıpkı diğer yapıtları gibi. Bu ikinci okuyuşumda çok beğendiğim sözlerin altını çizmeye başladım. Karadayı bazı ozan ve yazarları da konuk etmişti kitabında.
Quarls'ten: Ve elbette ki insanı bilmeyen tanrıyı da bilemez.
Şirazi'den: Kendisini beğenen bir alçağın evinin damı, başkalarının damından yüksekse, aşağı damlara işer, süprüntü atar.
H.J.Laski: İktidarı ellerinde tutanlar, kendi iktidarlarını tehlikeye sokabilecek düşünce besleyen topluluklara işkence ediyorlarsa, onların bazı şeyleri sakladıkları düşünülebilinir.
Karadayı aynı kitapta BİR SORUŞTURMANIN İÇİNDEN adlı öyküsünde bir dergiye yazdığı yazıdan ötürü, çağrı kâğıdı gönderilen yazarla çağrıyı yapan görevlinin (ki bu kendisidir) aralarında geçen sohbet niteliğindeki soruşturmadan görevlinin sözlerinde şöyle diyor.
- İnsanın ve düşüncenin tarihine dikkatlice bakılınca, oralarda ders alınacak çok deneyin bulunduğu kolaylıkla görülür. Düşünce suçlarını yaratan yapay tutumlar, ayrıca bu dikkat ve bilinci göstermemekten, çare arama yorgunluğunu bilimselliğine katlanamamaktan ileri gelmektedir. Özgürlükler kullanılırken öyle bir serbestlik başkalarının haklarına sataşma , ülkeyi ve bütünlüğü yıkma anlamında sınırsızlığında kuşkusuz ele alınmamalı, ama toplumların üretici olarak ve yapılarını, çatışmalarını olağana , olumluya götürmek, eşitsizlik ve haksızlıkları gidermek için öneri, eleştiri hakkını isteme ve alma, düşünce belirtme olduğunu savunma, çağdaş uygarlık düzeyinin ne olduğunu bilen ülkelerde anayasalarla ve öncelikle herkes tanımalıdır.Bu hak dağıtımlarını yeterince getirebilmiş güçlü devletler ve yöneticilerin hem kendilerine ulus gerçeğine güvenmeleri , saygı duymaları demektir. MAVİNİN ÖLÜMÜ başlıklı öyküsünde ise:
Nicedir durup geçer , alıp götürür dolu dizgin trenler. Eğer kahır yıllarından uzanıp gelmişsek ve günün ilk sıcaklığı vurmuşsa başımıza, sessizlik eğrilen çiledir.Yaşayalım gel. İnsanları bölünmeyen çağ, çağları düğümleyen insanlar. Evler, makineler sokaklar. Yaşıyor muyuz? Yaşatabiliyor muyuz? Dünya ancak böyle güzel.
Sağ olasın İsmet Kemal Karadayı . Mutlu günler sensiz ve senin gibilersiz olmaz. Ve bende diyorum ki İYİ GÜNLER BİRLİKTE HEPİMİZE.
Tren durmuş herkeste pür telaş. Trene binenler, .trenden inenler..Bir de baktım ki.Adapazarı'na gelmişiz. Hayret ettim. Ne çabuk gelmiştik.


Sevgili dostlarım ;Bu öykü eski tarihli günlüğümden bir yazı. O tarihlerde bunları yazmışım. Yazılarımı karıştırırken elime geçti ve hoşuma gitti sizlerle paylaşmak istedim. O tarihlerden bu güne ne değişmiş? Koca bir hiç. Sadece değerli bir yazar olan İ.Kemal Karadayı aramızdan öteye göçüp gitmiş.( 29 Temmuz 2006 Cumartesi günü) Yasaklar yine devam ediyor, Türkiye o yıllardan bu güne çok şeyler kaybetmiş bir adım ileri gidememiş ve halen karanlıklarla üzerine çökmüş kara bulutları def etmeye çalışan yoksul bir ülke olmuş. Söğütlüçeşme Tren İstasyonunda hayal ettiğim memleketimin işgal durumu bugün aynen olmadı mı?Topraklarımızın büyük bir bölümü satılmadı mı? Ekonomimiz bir çöküş altında emperyalizmin emrine girmedi mi?
Belki gördüğüm silahlı askerler yok ama işkembesi şişkin , parası bol adamlar özelleştirme adında bir çok değerlerimizi işgal etmediler mi? 1992 den bu güne iktidarda olan partiler ve muhalefet partileri ne yapabildiler? Koca bir hiiiiçççç. Başbakan Erdoğan Muhalefet partilerini eleştirirken kafaları halen 90 yıl öncesinde kalmış. Dünya değişti, değişiyor diyerek bir çeşit Atatürk yıllarını küçümsüyor. Oysa 90 yıl öncesi Türkiye ulusal değerleri için kenetlenmişti. Günümüzde ise cumhuriyetimizin olmazsa olmaz değerleri, ulusal ve evrensel kavramların içi boşaltılmaya çalışılıyor. Eğitim sistemi Atatürk'ün manevi mirası olan aklın ve bilimin değil, bir takım gerici inançların akışına bırakılmak isteniyor. Cumhuriyetimizin temel değerleri ise bir bir yok edilmeye çalışılıyor. Atatürk bulunduğu çağın çok ilerisinde düşünen, harpten çıkmış yoksul bir Türkiye'ye uygarlığı, bilimi ve ileriye gitme ufkunu açmış bir deha idi. Günümüze dek olan süreçte Atatürk'ün gösterdiği çağdaşlaşma hedefleri doğrultusunda maalesef gidilmemiş başa geçenler kendi egoları doğrultusunda Türkiye'yi bu duruma getirmişlerdir. Atatürk Türkiye'si olabilmek için mutlaka yeni bir oluşum ve iktidar gereklidir. Bunu yapacak olanda yine bizleriz. O zaman bıkmadan, usanmadan, cesaretle yolumuza devam etmeliyiz.

Tünay Süer

 
Toplam blog
: 375
: 801
Kayıt tarihi
: 30.04.08
 
 

İstanbul Kadıköy doğumluyum. Herhangi bir menfaat grubuna bağlanmadan, açık fikirli, dürüst, önya..