Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Mayıs '15

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

1 Mayıs...

1 Mayıs...
 

Kaynak: İnternet


Dün, yani 1 Mayıs günü, yaşananları gördükçe içim kararırken bir nefes gibi çocukluğumun 1 Mayıs’ları aklıma düştü...

Bahçeli, müstakil evlerde oturmamıza rağmen çimenlik bir alana pikniğe giderdik, maaile...

Gittiğimiz piknik yeri öyle araba, vapur falan mesefesinde değildi, evden çıktıktan sonra on-on beş dakikalık yürüyüş yeterdi.

Resmi tatildi tabii ki; yoksa babam, dayım aramızda olamazlardı; keza okul çağlarındaki biz çocuklar da... Sahi; başkalarını bilmem ama biz, yani ben, kız kardeşim, yakın akrabaların akran çocukları, bizler okula gitmemeyi hiç düşünmezdik!

Öyle; filmlerdeki gibi karnım ağrıdı diye yalan söyleyip, tebeşir tozu yutup da ateşlenmeye meyletmedik. Bir görev dağılımı vardı sanki; bizim de görevimiz oydu...

******

Çocukluğumun 1 Mayıs’larında piknik yapmaya giderdik, maaile...

O vakitler piknik dendiğinde mangalda et falan muhabbeti yoktu; yumurtalar haşlanır, sarmalar, börekler sarılır, ateş bir tek çay ve kahve için yakılırdı.

Arılar biz çocukların canını sıkar, kelebekler keyiflendiridi; sahi o vakitler irili ufaklı ne çok kelebek dolaşırdı ortalarda... Çiçeklerin de adlarını bilirdik... Evin bahçesinde dolanırken büyüklerden biri mutlaka adını söylemiş olurdu; farkına varmadan öğrenirdik bazı bitkilerin neye yaradıklarını...

Anneannem gül ağaçlarının ölü yaprak ve dallarını ayıklarken eline bir diken batardı ille de; parmağından çıkaramadığı gül dikeni olduğunda domates bağlardı. Domates diken batan yeri öyle bir şişirip, yumuşacık yapardı ki neredeyse diken kendiliğinden pıt diye çıkardı!

Yumurta kabuklarını pirinç havanda döverdi, ahh o pirinç havan ve kahve çekeceği... Neler neler dövülmedi, neler çekilmedi...

Bal ile karıştırılan zerdeçal, çörek otu, havlıcan...

Ezilen yumurta kabuklarını ne ile karıştırıyordu, anımsayamıyorum şimdi, ancak bir şekilde tüketildiği kesin bilgi!

******

Anılarımı yazmayı seviyorum; bazıları güzel bazıları ise kötü; ancak her biri beni “Ben” yapan ögelerden; güzel-çirkin diye ayırd etmek anlamsız...

Yazı yazanların en kolay yazı alanıdır anılar; ancak fazla kullanıldıklarında tükenip giderler. Ya da, yazılarında anılarından sıkça söz eden yazarlara okur sırt da çevirebilir; zira hemen hemen onun yaşadıklarından söz ediliyordur ki ilk başta çok sempatik gelir ama sonrasında “Bildiğim şeyler yaa” diyenlerin isyanına tam ters bir yaklaşım da gelebilir: Sen güzel çocukluk geçirmişsin, ya diğerleri, ya ben?

Bıçak sırtı denilir ya, aynen öyle...

Ancak, bugün bir kez daha ayırdına vardım ki eli kalem tutanların anılarını, gelebilecek tüm olumsuzluklara rağmen, yazmaları gerektiğidir.

O anılar artık sadece kişiye özel anlam ifade etmeyip, siyaset ortamında yanlış ifade edilen durumlara karşı bir örnek teşkil ediyorlar!

Yirmi yaşında birine geçmiş ile ilgili ne söylenirse inanabilir. Partilerin insafına kalmış!

Öyle şeyler söyleniyor ki, bazen, “yok artık!” diyor insan! “Yok artık! Buna da inanan olur mu?”

Olur arkadaş, olur...

Gerçeği bilen için “inanan olmaz” gibi gelse de, gerçekten bi-haber olanlar için “doğru” olabilir.

Siyasi partilerin bu konudaki söylemleri “oy toplama” amaçlıolarak algılandığından ki hakikaten oy toplamak için demediğini bırakmayanlar var, o günleri bizzat yaşayan insanların anılarının en azından karalanmaya çalışılan zamanlara ışık tutması, yirmili yaşlarında olanlara yaşanmış örnekler teşkil etmesi ve dolayısıyla mantık örgüsü, aklı ve vicdanı ile doğru karar verip de oyunu pazarlık malzemesi değil de, şahsi kararı doğrultusunda kullanmasına bir parça da olsa ışık tutmak adına yaşanmış anıları paylaşmak gerekir diye düşünüyorum!

******

Mesela, ille de çocukluk anısı olması gerekmez, tütün sektöründe ihracat müdürüyken, tütün ekimi için şartlar belirlendi. Dünya tütün piyasasında en değerli tütün olan İzmir, Ege, tütünü için ekim sınırlaması getirildi. Yıl, 2004 falan... 

Sonra Tekel iş yapmıyor diye satıldı; satın alanlar yabancılar!

Arkadaş; dünya tütün sektöründe, özellikle İzmir A grad tütünü bir numarayken niye kota getirdin? Niye üreticiye “Sen üretme artık!” dedin? Niye Tekel’i sattın? Kimlere sattın?

******

Aynı şekilde tohumları ille de İsrailden almamız konusunda yaptırımlar oldu; hep yazdık, bizim tohumlarımıza ne oldu diye; şimdi ne deniliyor, biliyor musunuz? Bize oy verin, ziraat konusunda devrim yaratacağız! Kendi tohumumuzu üretip, kendi tohumumuzu kullanacağız!

Hey yarabbim! Biz zaten kendi tohumlarımızla üretim yapıp, kendi tohumlarımızı işlemelik olarak ayırıyorduk; yasak koyan zaten sizdiniz!

******

İlle de çok uzaklara gitmeye gerek yok; geçenlerde babaannem rahmetli oldu, cenazesine giderken altı-üstü İzmir’den Tire’ye geçtik; yemyeşil alanlarda otlayan kuzular, danalar...

Aynı manzara Karadeniz’de de var; kimbilir şu an görmediğim başka hangi yerlerde...

Biz niye canlı hayvan ithalatı yapıyoruz? Niye saman alıyoruz dış ülkelerden?

Niye Tekel’i yabancılara sattık da, tütün ithal ediyorlar?

Neyse canım, kendi ülkesindeki üretimi yasaklayıp, dış ülkelere pazarlayıp, sonra da kalkıp “Zirai kalkınma yapıyoruz! Kendi tohumumuzu kendimiz üreteceğiz. Müjde!...” diye pazarlayanlara inananlar vardır, mutlaka, ister çocukluk ister iş hayatımızdan bize yansıyan gerçek anıları paylaşmanın tam da zamanıdır diye düşünüyorum...

******

Niye süt, peynir , et, un gibi gerekli gıdalarda yüzde sekizden başlayan ve devam eden KDV varken, pırlanta gibi lüks tüketim maddesinde KDV oranı sıfır?

Sor arkadaş, sor!

Şeyy, amaaa, oğlunun işi falan... diye kekelemeden sor!

Pırlanta sütten, yoğurt, ekmekten, etten daha mı gerekli ki KDV oranı sıfır?

******

Valla, çocuktum, trt yayınına yeni başlamıştı, ilk başlarda bizlerde televizyon yoktu. Üst kattaki komşumuzun çocuklarıyla beraber çocuk programını izlemeye çıkardık. Ardından “Haberler” başlardı, ben ve kız kardeşim oturduğumuz sandalyeden hafifçe iner, iyi geceler dilerdik...

O sıralarda gazeteler pek revaçtaydı; güncel haberleri gazetelerden takip ederdi babamız, annemiz...

Yalnız var ya; hiçbir siyasetçinin koruma ordusuyla gezdiğine, “Bana hakaret ettiler” diye dava açtığına, kendine, partisine karşı duranların “Hükümete karşı darbe girişiminde bulunuyorlar” diye davacı olduğuna şahit olmadım!

******

Eee, şimdi, ben bu yaşadıklarımı anlatmasam, bir başkası anlatmasa... Yirmi yaşındaki genç “Türk tohumunu üretiyoruz” dendiğinde “Yav, maşallah!” demez mi!

Aman hadi inşallah diyerek yaşadığı toprakların çiftçisine destek olmaz mı?

******

O çiftçi kardeş, eli kalem tutsa, aslında var ya... diye anlatmaya başlasa...

İnterneti var mı? Hangi mecrada yazacak, kim dikkate alacak falan derken...

Ben yazacağım, sen yazacaksın!

Uzak geçmiş, yakın geçmiş... Ayırt etmeden gerçek anıları yazacaksın!

Nereye dokunacaksa!

İnsanlığın bir yerine dokunur, mutlaka!...

******

Yumurtaları tokuştururduk; hepsi katı kıvamında pişmişti ama eğlencesiydi işte...  Etraftaki ağaç dalarında çağla bademler ile minik erikler vardı; o vakitler çağla bademin ve minik eriğin kilosu altın ile yarışıyor değildi...

Kiraz da öyleydi... Çilek de...

Ülkemizde yetişiyordu ve bizler zamanı geldiğinde iştahla yiyorduk!

Sahi; kiraz, kayısı, dut, şeftali, erik... Doya doya ne zamandır yiyemedik!

******

Son dönem anılarımız da bunlar; maydanoz olmuş bir lira!

Tuvalete bir milyon lira ile gidiyorduk, şimdi bir liraya diyen cumhurbaşkanımız varken, bizlerin ille ki deneyimlerimizi yazmamız gerek!

Yoksa; yirmili yaşlarında olan ve oy kullanma hakkını elde edenlerin “Çişimizi bir milyona yaparken, bir liraya yapıyoruz! Öyleymiş yani!... diye düşünmeye davet edilenlerin algı yanılsamalarını başka türlü gösteremeyiz!

 

https://twitter.com/Gulgunkaraoglu

gulgun_2006@hotmail.com

 
Toplam blog
: 1269
: 1343
Kayıt tarihi
: 18.09.07
 
 

İzmir, 1963 doğumluyum. Dokuz Eylül Üniversitesi İngilizce bölümü mezunuyum ve özel bir şirkette ..