Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Kasım '11

 
Kategori
Ben Bildiriyorum
 

10 Kasım'da Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü andık

Gazi Mustafa Kemâl ve ötesi için daha çok yol kat etmemiz gerek.

Bizim üç çeyreklik medeniyetimiz gibi, dönüşümünü tam gerçekleştirememiş ama artık gerçekleştirmeye çalışan ve fakat akıl almaz engellerle de karşılaşan ülkelerde, bazı günler, bazı törenler, bazı töreler, bazı olaylar, bazı meseleler, bazı modalar, düşünerek yaşayan, yaşayarak yazan, yazarak milletine ve insanlığa ulaşmaya çalışan, kalem sahiplerini, ziyadesi ile üzer. Ve bu olayların her tekrarı ile uzayıp giden ümitsizlik zinciri, bu kalem sahiplerinin gülen gözlerinin bebeklerinde, esasen ağlayan dipsiz kuyular yaratır. Bu kişilerin çevresinde var olan tarafların, aynı konuda ama birbirine hiç benzemez bir şekilde, kakafonik ve de falso-koral halde anlattıkları, o anlatılanlar ile yakından uzaktan hiçbir ilgisi olmayan düpedüz gerçeklerin varlığı ile çakışınca, bu çakışma, bu gerçekleri bilenleri, ölümden de beter yaralar.  İşte ben çocuk yaşlarımdan beri, bazı önemli konularda, hep bu yaralı kişilerden biri olarak yaşamaktayım.

Hamidiye zırhlısının 2.Suvari Beyi anne dayın olunca, Rauf Orbay’ın kucağında büyümemek, Mevhibe Hanım halanın arkadaşı olunca, kendisinin sohbetlerine şahit olmamak, çocukluk arkadaşın Afife’nin babası ile yan köşkün sahibi meşhur tarihçilerden Mithat Sertoğlu ile Reşat Ekrem Koçu olunca, canlı tarihin içinde yaşamamak, Bandırma vapuru kaptanı İsmail Hakkı (Durusu) Bir arkadaşının akrabası olunca, emanetin adresine teslimini kavramamak, yüksek devlet ricalinden emekli, nam-ı diğer Ayaklı Kütüphane, Sıddık oğlu Lûtî Talûk evin büyük dedesi olunca, her konuda doğru bilginin içinde kaybolmamak, her iki anne halan gönüllü ilk Türk hemşireleri olmuşlar ise; vicdan ve insanı tanımamak, diğer anne dayın meşhur Sakallı Celâl ise, zaman potasında eriyen bütün meseleleri, Bir filozof penceresinden görmemek, mümkün olamıyor. Bu eşhasın müşterek ve de en önemli tarafı: olayları çarpıtmadan, içinde yaşayarak öğrendikleri biçimde, dürüstçe benim ve herkesin önümde konuşmuş, tartışmış olmalarıdır. Bu sayede tüm Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi için anlatıp söyledikleri, gerçekten yazılmamış esas tarih olarak, çok ciddi Bir değerdedir. Ve bu bilgilerin çoğu da, muhtemelen benimle birlikte mezara gidecektir.

Ancak bu şahıslar ve tabiî annem ile babam, bütün bu konuşulanları okulda yok saymamı, katiyetle bu meselelerden kimseye söz etmememi, hocalar her ne der ise, onların dediklerini doğru bellememi, aksi halde hocalar ve okul idaresi ile başımın derde gireceğini, bana tembihlemişlerdi. Bu tembihlere ve tüm temkinlerime rağmen ilk kapıştığım hoca, tarih hocası olmuştu. Bir ders düşünün ki, baştan sona neredeyse tümü hilâf-ı hakikât. Bir tarih kitabı düşünün ki, yazarı gerçek mi, değil mi bu bile belli değil?!. Bir hoca düşünün ki, tamamen balon olduğunu ezbere bildiği bir dersten, talebeye karşı sorumlu. Bağışlayın ama, O hocanın kendisine bile hayrı dokunmaz. İkinci kapıştığım hoca ise, kendini de Türkçe’yi de bilmeyen, bir Türkçe hocası olmuştu. Ben bu hoca hanıma göre, Türkçe konuşmuyordum. Arapça Farsça Osmanlıca Türkçe karışımı bir dil ile kargaşa içinde yüzüyordum. Ancak diğer bir Türkçe hocama göre, eşsiz bir talebeydim. Netice itibariyle her sene rastladığım sınıfa göre: Bir Türkçe hocasından sürekli: 10 diğer Türkçe hocasından sürekli: 0 alır olmuş, bu rezaleti de aileme anlatamamak gibi, çok garip bir çaresizliğe düşmüştüm. Üçüncü kapıştığım hoca ise, lâikliği devlet için değil de; millet ve insan için adeta bir din gibi var sayan, felsefeciden bozma, Bir din hocası idi. Diyanete rağmen lâik devlet olmayacağını sınıfın ortasında söylediğimde, büyük bir kıyamet kopmuştu. Ancak çok kısa bir sürede, benim için Cumhuriyet hocalarının da maarifinin de niyeti, açıkça belli olmuştu. Gazi Mustafa Kemâl sonrası yaratmak istedikleri Türk insan tipi: millî manevî ve tarihî gerçeklerini bilmeyen, Türkçe’yi de yüzelli kelime ile konuşabilir çaresiz ve de köksüz bir insan tipi olacaktı. Nitekim neticede ve de ciddi bir oranda, böyle de oldu. Şimdilerde bu durum, daha da fenaya doğru gitmekte. Zîra yaratılan birinci tip ikincileri, ikinciler de üçüncüleri yarattı. Bu sayede lise üniversiteye talebe yetiştiremez, üniversite de liseye hoca veremez bir hale dönüştü.

Dünya’da bir kişi çıkıp da “-Yalan söylemek meşru bir iştir.” diyebilir mi? Tabiî  olarak diyememesi lâzımdır. Ancak cumhuriyet tarihini, kendi kafasına göre biçimlendirmek isteyen herkes, herhalde büyük mefkûreler uğrunda, yalan söylemenin doğru olduğunu, hiç utanmadan müdafaa edecektir. Akıl alır gibi değildir ama bu kişiler, hakkında hiç yalan söylemeye ihtiyaç olmayan, ihtiyaç da duyulmayan bir kişi için, Gazi Mustafa Kemâl için, Cumhuriyet tarihinin başından başlayarak, her akla zarar, bütün yalanlarını söylemişlerdir. Meselâ Onlara göre:  Gazi vatan haini padişahtan kaçarak, Samsun’a pusulası ve çarkları bozuk eften püften bir gemi ile tebdil-i kıyafet bir çımacı gibi, gemide saklanarak gitmiştir. Gazi’yi bırakalım bir yana. Kara Deniz’e ayıs ayında, çarkı bozuk, pusulası olmayan, eften püften, çürük çarık bir gemi ile çıkacak ve Samsun’a kadar gidecek, tek bir kaptan yoktur.

Ancak ve artık bilindiği üzre: Gazi, Padişah Vahdeddin tarafından, OnSekiz silâh ve mefkûre arkadaşı ile birlikte, İngiliz komiserinden de izin alınmak suretiyle ve keza  Gazi riyasetindeki bu heyetin muvaffak olması için, Huzur-u Şahanede Sadî tarikatı Şeyhi Raşit Er Beyefendi tarafından da duaları edilerek, Samsun’a istikbâl edilmişlerdir. Sonu muhtemelen İstiklâl Savaşına kadar sürecek olan, bu geniş görev harekâtı için de, çok ciddi maddi destekle birlikte, bu eşhas vazifelerine tayin edilmiş olarak, Samsun’a aynı gemi ile hareket etmişlerdir.

Keza, Halife olması için ısrarla baskı gören Gazi, TBMM’nde gayet veciz ve İslâm tarihinin büyük  gerçeklerine ışık tutan, mükemmel bir konuşma yaparak, Hilâfet makamına Mecit Efendiyi geçirmiştir. Bu gerçeğe “-Hayır yalandır.” diyebilecek kimse varsa, TBMM kayıtları ortadadır. Ancak o güne kadar, İstanbul’dan olduğu kadar Ankara’dan fazla nemalanamadığı için, her herzeye çarpık bir akılla maydanoz olan Cağaloğlu camiası, Cumhuriyet gerçeklerinden pek de haberdar olmayan, Mecit Efendinin kanına girerek, padişahlığını ilân etmesi için, kendisini kandırınca: Gazi Mustafa Kemâl, gayet haklı olarak, Mecit Efendinin şahsında, sadece Halifeyi değil; esasen Cağaloğlu’nu ılga etmiştir. Bu sebeple de, Gazi karşısında haddini ve boyunun ölçüsünü anlayan o Cağaloğlu, Hürriyet gazetesi ile Türkiye’de renkli basın tavrı ve ahlâkı başlayana kadar, pek ya da hiç basın disiplininin dışına çıkamamıştır.

Maalesef lâikliği bir din gibi bellemişler tarafından, Gazi’ye yapılan en büyük kötülük, Onun bazı çevrelere dinsizmiş gibi takdim edilmesidir. Oysa Gazi, çok küçük yaşlarından beri, Selânik’te yetişmesi esnasında, dergâh terbiyesi almış, hem dîn ilmini hem de tasavvuf ilmini bilen bir insan-ı kâmil olarak yetişmiştir. Bu sebeple de: İslâm’ın insana karşı, içinde bulunduğu anlam ve anlayış ve yorum kargaşasından kurtulması için, Elmalılı Hamdi Merhuma, Kuran-ı Kerim’in şerhini yazdırmıştır. Ve bu sayede, o zamana değin ortalarda dolaşan, zındık sıfatlı zirzop yobazlar, giderek ortalıktan kalkmıştır.

Keza, kendince gayet haklı sebepler muvacehesinde Gazi, tekke, zaviye ve mason localarını tek kanunla kapatmıştır. Yıllarca sonra bu konuda sohbet ettiğim ve Gazi ile arkadaşlarının Samsun’a gitmesi için, Padişah huzurunda dua eden Sadî Şeyhi Raşit Er Beyefendi, en başta kendi tekkesi de kapanmış olduğu halde, bu tedbirinden dolayı Gazi’yi fevkalâde haklı bulduğunu, çünkü o sıralarda her şeyin şiarından çıkmış,  tefessüh etmiş bulunduğunu söylemiştir.  Ve fakat Gazi’nin ölümü ile mason locaları, İsmet İnönü tarafından tekrar açılmış olmakla birlikte, açılmayı hak eden tekke ve zaviyeler, bu iltifata mazhar olamamış, bu şekilde de terazinin diğer kefesi zamanımıza kadar eksi tartmaya devam etmiştir. 

Gazi hakkında, tamamen hilâf-ı hakikat olarak, sebepli sebepsiz ama küçük yaşlarından beri halka yutturulmuş, birçok  olay sayabilirim. Yukarıdaki olayların bu doğru şeilleri, ne Atatürk’ü ne Cumhuriyeti ne de esasen olmayan ama var kabul edilen lâikliği zedeler. Tam aksine, hepsi de gerçek olduğu için, bizleri çok daha bilgili, temkinli, akıllı, güvenli ve güçlü kılar. Osmanlı İmparatorluğu’nun padişahı bir hain değil; ama ekonomik olarak çökertilmiş bir imparatorluğun çaresiz hakimidir. Gördüğü doğru çare de, Mustafa Kemâl ve mefkûre arkadaşları olmuştur. Bu yaklaşımlarda, Türk’e her zaman ümit var demektir. Ezcümle Türk, kendi tarihindeki onca devleti, bu sağ duyu ve akıl ile Bir önceki devletinin küllerinden kurmayı başarmış bir millettin adıdır. Bu sefer de yapılmış olan yeni bir şey değildir. Türk’ün alışık olduğunun tekrarıdır. Sadece bu gerçeği görmemiz, dün ile günü ve de yarını mukayese ederek, gerçeği anlamamız, içinde bulunduğumuz çağdaş demokrasi dönüşümüne, uyum sağlamamız yeterlidir.

Ancak, uzun zaman zarfında yaptığım tetkikler neticesinde, yukarıda da işaret ettiğim üzre: Hedefleri konusunda çok iddialı olan fazla ciddi  birileri, bu milletin gerçeği ve doğruyu anlamasını, Gazi’ye rağmen asla istememiştir, asla istememektedir, asla istemeyecektir.. Bu birilerinin çıkarları her ne ise; Cumhuriyet tarihinin en başından beri, yaydıkları yalan bilgilerle, kandırdıkları ciddi insan kitleleri ile pek de müspet olmayan, hatta oldukça musibet olan gayelerine, zaman zaman vardıkları gibi, her an da varabilecekleri kesindir. Bu noktada beni esas üzen ve endişeye düşüren husus, bu musibet gaye sahiplerinin dolabına, büyük bir hüsn-ü niyet ile su taşıyan ve ilk okuldan beri  kandırılmış olan saf, temiz millet fertlerinin, gerçeği anladıkları zaman, ne yapacaklarıdır?!. İtiraf edeyim ki; benim Üç yaşımda bildiğim gerçeği, birilerinin YetmişÜç yaşında anlaması ve de kabul etmesi, hiç de kolay olmayacaktır. Ancak, yıllardır Mustafa Kemâl adına uydurulmuş, hiç de Ona lâik olmayan, bildik yalanlar üzerindeki ısrarları, bunu yapanlar adına bir kemâlât mertebesine işaret etmediği gibi, karşıt tarafın da gerçekleri ortaya çıkartması ve açıklaması ile ciddi anlamda, Gazi^ye zarar verir bir durum arz eder hale gelmiştir. Bu hâl de, musibet odaklarının fazlası ile işine gelmektedir.

Mustafa’yı saymak, Kemâl’i anlamak, Gazi’yi hissetmek, Atatürk’ü sevmek dipsiz kile boş ambar şeklinde olabilecek ve papağan gibi ezberlenmişleri sürekli tekrar ederek varılabilecek bir hedef, asla değildir. Çok kereler yazdığım gibi, ben Atatürk”çü”lüğe karşıyım. Kemâlist de değilim. Ben liberalim. Ancak, Gazi, hepimizin Gazi’sidir. Onun için Onun haklarını müdafaa etmeyi de, Onun hakkında daha pek çok şeyi bilmeyen, dünkü çocuklara bırakacak değilim. Öncelikle Türkçe mantığı açısından bu “çü” takısına karşıyım. Çünkü çü,çu,çi,çı, vbg. takılar, kullanılanın üzerinden satılan,  geçinilen veya istismar edilen konularla ilgili takılardır. Kullanıcı kullanır. Boyacı boyar. Körükçü körükler. Meyhaneci serhoş eder. Limoncu satar. Falcı atar. Dalgacı sallar, Üfürükçü istismar eder, Futbolcunun ne yapacağı belli olmaz, Kemancı icra eder. Buyurun arkasını Siz getirin. Bu Türkçe mantığına göre: Atatürk”çü” olanların düşünmesi gereken husus, neye ve hangi kalıba göre, Atatürk”çü” olduklarıdır?!.  Bu fikir de, mutlaka kasıt ettiğim ama hangi mercii ve kimlerden oluştuğunu bilmediğim, musibet ve şer merkezi tarafından, işin en başında ortaya atılmış, iyi niyetliler tarafından da düşünülmeden kapılmış bir düzmece fikirdir..  Ve tabiî o musibet şer merkezi, bu duruma iyi niyetleri sayesinde düşenlere, için için gülmektedir de. Ben o gülücüğe de, O masum insanların, evlât, ana, dede, babaların kullanılmasına da tamamen karşıyım. Bu oyuna düşenlerin de karşı olmalarını temenni ederim.

Ancak bundan başka ve bu kişilere özel bir husus daha var. Atatürk”çü” olmalarına ve maalesef Gazi’yi ileri derecede bayrak edinmiş bulunmalarına rağmen, neredeyse hiç birinin, Tekin Alp’in 1936 yılında derlediği, Cumhuriyet gazetesi matbaasında basılan, KEMALİZM adlı 347 sayfalık kitap ile 15 ile 20.Teşrinievvel.1927 tarihleri arasında CHP İkinci Büyük Kongresinde, Atatürk tarafından irad olunan ve sonradan da bastırılan 658 sayfalık orijinâl NUTUK’u bile, halâ okumamış olmalarıdır.  Toplamı Bin sayfa tutan bu eserlerin hergün Bir sayfasını okumuş olsalardı, Üç sene sonra, belki Atatürk’ün yanında olması gerektiği gibi durmayı, Kemâlist  felsefeleri  gereği olarak da “- Biz Kemâlistiz.“ demeyi, tabiatı ile daha saygıya değer bir şekilde izah edebilirlerdi.  Zira, Atatürk”çü”lüğün Türkçe mantığı ile izah edilebilir hiçbir yanı yoktur. Bundan daha da garip olan Bir durum ise; Kemâlistler ile Atatürk”çü”lerin birbirlerine karşı olmalarıdır. Benim uzun zamanımı alan, etraflı gözlemlerime göre: Kemâlist kesim, Gazi’yi araştırmış, söylediğim eserlerden daha ziyadesini de okumuş ve çoğunlukla da Gazi’yi, hakkında söylenen yalanlardan iyice arındırmış, Atatürk’ü anlamış  kişilerden oluşan ciddi bir kesimdir.  Atatürk”çü” kısım ise, Ata’sını ilk okuldan beri, dinlediği tüm yalanlarla sevmiş. Hatta bu sebepler herkesi silmiş. Onun hakkında ciddi bir araştırmada bile bulunmamış. Ancak her fırsatta kendini öne atan, iyi niyetli ve ateşin bir kısım insandır.

İyi de bu tavırda bir yanlışlık olabilir mi ya da bir yanlışlık var mıdır? Saygısız her sevgide mutlaka yanlışlıklar vardır. Gazi Mustafa Kemâl, ismi Ata olan bir sıra imamına çok kızdığı için, kendisine “Ata” denilmesini hiç istemezdi. Keza yine kendisine “Atam” denilmesini de istemezdi. İnsana ait olan sıfatların dışında, İlâha ait olan bir ün veya unvan ile meselâ “Ulu Önder” şeklinde, taltif ve tavzif edilmek de istemezdi. Resmi kurumlarda veya devlet pulu, devlet parası üzerinde vbg. durumlar haricinde, putlaştırılmaktan da hiç hoşlanmazdı. “-Beni hatırlayın.” demesi, beni her yerde afişe edin anlamına tabiî hiç gelmezdi. Gelmemelidir de... Onun en sevdiği ün ya da unvanı, Ona hem Cenab-ı Allah’ın lûtfu olan, hem de milletinin resmen tanıdığı “Gazi” unvanıydı. Oysa, şu aralar bazılarımız çok azametli bir hata yapıyorlar. Umuma açık yerlerde, kendi fotografının yerine, Gazi’nin fotografını koyuyorlar. Ve işin en berbat tarafı da; bu hatayı siyasî sebeplerle sürekli tekrar ediyorlar. Bu işin ruhunda ne yazıktır ki; “Tayyip’e karşı Gazi” fikr-i garabeti yatıyor. Bu vahim manzara, İki sebepten dolayı çok elim, çok ayıp bir hatadır. Zira Birincisi, şimdiye kadar, hiç kimse, Ecevit’e, Baykal’a, Özal’a ya da Demirel’e karşı Atatürk fotografı kullanan, geniş bir toplum kesitini tedavülde görmemiştir.  İkincisi ise, tartıldığı karşı ağırlık, zımnen Recep Tayyip Erdoğan’ın gücüne işaret eder ki; bu Atatük”çü” zümrenin millet huzurunda, Gazi’ye karşı, böyle bir hata ve haksızlık yapma hak ve hukukunu bu kişilere kimse tanımamıştır. Kimse de tanıyamaz.

Ancak bu insanların bazıları, hiçbir sebep olmamasına rağmen, hat safhada paranoyaları sebebi ile demek mümkün olsa; resmî kimliklerine de Atatürk fotografları koyduracak duruma gelmişlerdir. Onlar bir millet ve önderine karşı, bu sorumsuz eylemlerinden her manâda mutlu ve müstefit olabilirler.  Ancak bir de Atatürk’e ve bu sebeplerle çıkartılmış olan, Onu koruma kanunlarına sormak gerek “-Acaba mutlu ve müstefitler mi?!.” diye.. Dahasını da ilâve edeyim. Aklı başında olan hiçbir kimse, Gazi Mustafa Kemâl Atatürk ile Recep Tayyip Erdoğan’ın bir terazinin iki ayrı kefesinde tartılmasına asla razı olmaz. Böyle akıl dışı bir iş Fatih ile Gazi arasında bile söz konusu olamaz. Hepsi yerinde ve döneminde yaptıkları ile baş tacımızdır. Bu işe de ilk önce Recep Tayyip Erdoğan, sonra da AKP ve AKP seçmeni karşı çıkar.

Çünkü, Türk İslâm kültürüne göre: Ne bir din büyüğü, ne bir millet büyüğü, ne şehid-i şüheda, ne ana, ne hoca, ne bacı, ne avrat, ne evlât, ne baba, ne bayrak, ne sancak, ne de kitap, herkesin öz malı, mülkü, şerefi, edebi, canı, cananı, sevgisi, sevdası, sevdalısı, dini, îmanı olmakla birlikte / olsa bile, asla bu denli ortada dolaşmaz. Dolaşamaz.. Dolaştırılamaz... Bu durum her türlü ahkâma, adaba, erkâna, edebe ve izana terstir. Lûtfen hanımefendiler ve beyefendiler, yapmakta olduğunuz abes işin, artık farkına varın. Gazi’yi kendi şahsiyeti ile baş başa bırakın. Zîra herkes kendisi olduğunda çok güzeldir.

Haydar Volkan

Çiftehavızlar:12.11.2011

 
Toplam blog
: 148
: 492
Kayıt tarihi
: 04.02.09
 
 

Haydar Volkan: 21.05.944 Rebabi bestekar Sabahaddin Volkan ve Piyanist Mukadder Volkanın oğlu olar..