Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Kasım '13

 
Kategori
Güncel
 

10 Kasım günü neden bazı istenilenler olamadı

Unutulmaz Takvim Yaprakları

Sabah ezanından sonra yatmama rağmen, hemen bir rûya görmüş olacağım ki; tekrar uyandım. Ve mazi takviminden, düşünce haneme, birkaç yaprak düştü. Aylar sonra kaleme aldığım bu makalemde, Sizlerle bu mes’eleyi paylaşmak istiyorum. Bu gerçekleri isteyen ciddiye alır. İstemeyen de olduğu yerde kalır. Hepimizin malumudur ki; Adem oğlu, nihayetinde kendi niyetinin eseridir.

İlk takvim yaprağı: Bizler bizden öncekiler gibi, erken buluğa eren çocuklardık. Herkesin hatırlayacağı üzre: Tabiî ergenleşmek, bir anlamda cinsini ve cinsiyetini tanımak gibi, sorunlu bir gelişme sürecidir. Her çocuğa bazı hezeyanlar yaşatabilir. Tam bu sürecin ortalarında bir yerlerde ve Yedi sekiz yaşları civarındaydım. Annem ile babam Konya’ya Hz.Mevlâna’yı ziyarete gideceklerdi. Babam beni de götürmek istiyordu. Ve bu sebeple bana, hazırlık yapmamı da söylemişti. Pek büyük bir hevesle hazırlandığımı hatırlıyorum. Sonraki sabah, erken kalkmış olan annem ile babamın sabah kahvaltısı öncesi, konuşmalarını duydum. Babam anneme “- Hanım, Haydar’a hazırlanmasını söyledik. Şimdi Onu götürmeyeceğimizi nasıl söyleriz?. Ben evlâdıma karşı mahçup düşemem.” dediğini duydum. Annem de babama “- İyi de Onun götürülmemesi için verilen emir, madem büyük yerden veriliyor, mes’eleyi kendisine anlatırız. O da bu durumu elbet makul karşılar. Bizimle gelmez.” diyordu. Bendeniz büyük bir terbiyesizlik ile odaya girip, konuşulanları duyduğumu ve neler olduğunu sordum. Babam “-Evlâdım gördüğüm manada,(rûya) Hz.Pir, bu sefer Senin bizlerle Kendisini ziyarete gelmeni istemedi. Mutlaka vardır bir sebeb-i hikmeti. Ama ben sana söz verdiğim için, sana karşı sözümden dönmek istemiyorum.” dedi. Yani peder bey, benim vicdanıma teslim oluyordu. Bugün olsa, bu havadis üzerine yerimden bile kımıldamam. Değil Konya’ya kapıya kadar gitmem. Zîra emri veren Hz.Mevlâna. Emri manasında alan da benim pederimdir. Üstü benim ne haddime?. Tarihçe sabittir ki; Timur’un manasına girip, o manada başından sikkesini çıkartıp, etrafındaki destarı Konya hudutlarına döşeyip, sonra da ucunu Timur’un gırtlağına sarıp, sıkmaya başlayan ve boğularak uyanan Timur’a haddini bildirmiş olan, Hz. mevlâna gibi bir uludan bahis ediyoruz. Cenab-ı Hakk sevgilisi “-Getirmeyin” dediyse, muhtemelen ergenlik sebebiyledir, diye düşündüm. Ve büyük bir gafletle peder beye “-pekiyi ben gelmeyeyim.” diyemeyip, sadece sustum. Annem ise, benim götürülmeme hiç razı değildi. Netekim, Bir sonraki sabah yolculuk için kalktığımızda, benim ateşim 39.7o idi. Kabakulak olmuştum. Hiçbir veçhile babamla da yanyana olmamam elzem hâle gelmişti. Onlar gitti. Ben evde kaldım. İyi de ben kimdim? Kadirî tarikinin başı, yani tarikatın ilk kurucusu Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin torunuydum. Buna rağmen, ana rahmine düştüğüm günden beri, Mevlevî idim. Erken sikke giydiğim için zaten  1001 gün çiledeydim. Pirim, tabiîdir ki, Hz.Mevlâna idi. Buna rağmen engellenmiştim. Zîra, herşeyi yalan olan şimdilerde, artık sanal da olan, bu Dünya’nın kartviziti, diğer Dünya’da, yani Hakîkat Aleminde, hiç de geçerli değildi. O Alemde kim olduğum değil; nice olduğum dikkate değerdi.

İkinci takvim yaprağı: Birkaç yıl sonraydı. Ben dergahta misafirdim. Vali telefon ettiği için Hz. Mevlâna müzesi erken ve özel olarak açılmış, vali bey ile misafiri beklenmekteydi. Müzenin dış kapısı vuruldu. Bir zat müzenin önünde, ön lâstiği patlamış otobüsü gösterip. ”-Hep burdan geçerim. İçim yanarak hep Hazreti ziyarete gönül ederim. Ama bir türlü ziyaret nasip olamadı. Acaba şimdi mümkün mü?” dedi. Bu isteği o zamanın müze müdürü Mehmet Önder Beye iletildi. O da bu ziyareti kabul etti. Bu zat içeri girdi. İstediği gibi ziyaretini yaptı. Büyük bir mutlulukla, uçarcasına çıkıp gitti. Oysa halâ vali bey ve misafiri ortalarda yoktu. Derken vali beyden bir telefon geldi. “-Biz geldik kapıları yıktık ama kapı duvar. Neden orada değildiniz?” diyordu, Müze Müdürü Mehmet Önder beye telefonda?.. Oysa herkes avludaydı. Kapıyı duymama ihtimâlimiz söz konusu olamazdı. Zavallı vali ne bilsin ki; kendisi ve misafiri sadece bir aletti. O müze, o gün, sadece o gönül ehli zat, Hz.Pîr’i ziyaret etsin diye açılmıştı. O ön lâstik de, bu sebeple türbenin önünde patlamıştı. Onlar yüzlerce kişiye “- Dur ve gelme.” derken, bir aşık için, Dünya’yı bile seccade ederler de; bunu gafiller nedense hiç anlayamazlar...

Üçüncü takvim yaprağı: Zannımca OnDört yaşımdaydım. İlk adı ile Türk Ticaret Bankası (Türkbank) çalışanlarına mihmandarlık etmem istendiğinden; Bir otobüs ahalisi ile birlikte, Konya’ya gitmiştik. Ağabey olarak kabul ettiğim, Müdür Mehmet Önder Beyden, müze bahçesine Bir saat önce kabulümüzü istirham ettim. O da izin verdi. Grup bahçenin havasını teneffüs ederken, ben de Huzur-u Hazret-i Pir’e girip, kalabalıktan uzak dua ve tefekkür etmek istemiştim. Belli bir süre sonra dışarı çıktığımda, gurup içinden beni gören bir avukat hanım, içeride ağlamış olduğumu fark ederek,  bana çok ciddi bir diskur çekti. Diskurun temelini de, Atatürk ilke ve inkılâpları, cumhuriyet ve lâiklik prensipleri gibi, Mevlevilik ile ilgisi olmayan, ama başka düzeyde tabiî ciddiyetle üzerinde durulması gereken, siyasî konular teşkil ediyordu. Bir Türk genci olarak, bu ülkeyi bu inançlarla temsil edemeyeceğimi de ilâve etmişti. O grup ve o hanım, bana emanet oldukları için, kendisinin bu tezine bir antitez ile edeben cevap vermeyeceğimi söylemekle yetindim, sadece. Biz Konya’da Bir hafta kaldık. Ancak bu avukat hanımefendi, Hz. Mevlâna’nın huzuruna, Bir kerre dahî giremedi. Ne zaman eşikten hangi ayağını içeriye atsa, o taraftaki yumurtalığına  bir  sancı saplandı. Ve dışarıya çıkmak mecburiyetinde kaldı. Onlar, Onları istismar etmeden, kendi yollarında yürüyen erlerin de, aşıkların da, fakirlerin de sahibidirler. Sadece “Muktedir” olana dikkat etmek, Onu arş-ı alâya çıkartmak yetmez. Hatta Onu putlaştırmak, çoğu zaman, çok fena hâlde ters dahî tepebilir. Çünki O varlıkların olduğu kadarından fazlasına hiç ihtiyaçları yoktur. O Ulu her kim ise, Onun önünde gönülden boyun kırana da, hazırolda selâm verene de, hizmetinde bulunana karşı da, çok dikkat etmek gerekir. Ne hazindir ki; bu günlerde bu akıl ve adaba, özellikle siyaset alanında, hiç riayet edilmediğini görmem de, çok ciddi surette ağır abeslerden biridir.

Dördüncü takvim yaprağı: Bursa Çalı Köyünün meşhur simalarından Paşa Hüseyin ile bir reklâm çekimi sebebi ile tanışmıştık. Koç’un sevilen müdürlerinden Sabahaddin Arcan, “-Paşa Hüseyin’in traktörü vitrindeki sıfır traktörden daha sıfırdır.” diye gıyaben bana, kendisini takdim etmişti. Çalı köyünde Paşa’yı bulduğum zaman, araziden gelen traktörün lâstikleri, daha fabrikadan vitrine bile çıkmamış kadar temizdi. İki yıllık traktörünün motor boyası bile yanmamış bir manzara arz etmekteydi. Belli ki; Paşa Hüseyin çok ayrı, Dünya nizamı dışından bir pîr-i fanî idi. Netekim, arazide çekim için yer bakarken, Uzaktan duyduğumuz ezan sesi üzerine, O köylü zannedilen adam dönüp bana “- Haydar Bey, Şu gördüğün Mükevvenat-ı Alemi hâlk eden Cenab-ı Hakk’a, borcumu eda etme zamanıdır. Ona borcumu eda ederken, Sana borçlu kalmayacaksam ve izin verirsen, hakkını da helâl edersen, vakit namazını bir eda edeyim.” dedi. Benden huzur bulacağı cevabı aldıktan sonra da, dere kenarındaki ağacı önüne alıp, Kıble’ye yönelip, namaza başlaması ile bütün arazi ve dere yatağı bir anda Paşa Hüseyin’in ardında namaza duranlarla, mahşeri bir kalabalık haline dönüştü. Amerikalı eşim o süreye kadar dere yatağında ilginç taşlar aramış ve bulmuş olmakla birlikte, taşları elinden fırlattığı gibi koşarak yanıma geldi ve endişeden büyümüş gözleri titreyen sesi ile “- Haydar neler oluyor? Burası çok kalabalık. Bu görünmez ama var olan insanlar da ne?“ diye sordu. Eşime “- Onlar bu milletin aslî unsurları...” dediğimi hatırlıyorum. Evet Onların kimler oldukları belliydi. Paşa Hüseyin’in de kim olduğu, açıkça anlaşılmıştı. Hatta Paşa Hüseyin, onca zevat imamsız kalmasın diye, kendisi için değil; muhtemelen cemaati için benden namaz izini almıştı. Ancak, sonraki günlerde, köyde yaptığımız çekimler esnasında, fark ettim ki; hiç kimse sürekli temiz duran lâstiklerin, yıkanmasa da gıcırgıcır traktörün, farkında bile değildi. Motor boyasının yanmamış olduğunu da kimse görmüyordu. Takmışlardı, Paşa Hüseyin’in sabah namazından akşam namazına kadar durmadan  çalışmasına. Ve sebepsiz yere, kimse sevmiyordu Paşa Hüseyin’i. Hatta kendisiyle, inceden alay dahî ediyorlardı. O zaman anladım; bizim halkın bir kesiminin açıkça ve kasıtla, bakar kör olduğunu...

Beşinci takvim yaprağı:Gazi Mustafa Kemâl’in Samsun’a Sultan Vahdeddin tarafından malum heyyet ile birlikte saraydan istikbâl edilmesi (yolcu edilmesi) esnasında, padişah huzurunda dua eden, Sadî Şeyhi Rahmetli Raşit Er Beyefendi ile sıkca zuhur eden sohbetlerimizden birinde, kendisi esefle ve fevkalâde üzülerek bana. “-Haydar Beyefendi evlâdım, millet olarak bizler öyle büyük hatalar yaptık, hakk, halk, hukuk ve adaletten o denli uzaklaştık ki; Bugün hiçbir evliya kendi makamında değil; buraları terk etmiş haldedirler.” demişti. O konuşma üzerine ve birdenbire kendime geldim ki; nicedir o tür yer zaviye ve türbelerde, eski hazzı alamadığım, sanki aradığımı bulamadığım, acı gerçeğinin sebebini anlamıştım. Ancak, daha önemle anladığım: Evliyasını embiyasını yerinden eden bir milletin, yarınlarının hiç de iyi olmayacağı gerçeği idi. Ne tekim seneler hep felâketlerle geçti.

Altıncı takvim yaprağı: Kadim dostum Rahmetli Ömür çağlar,eşi Neyran ve Rahmetli eşim ile Çanakkale ve çevresine birkaç günlüğüne turistik bir seyyahat yapmıştık. Gelibolu yarım adasını, Abideden başlayıp, Kemâl yerine doğru karış karış gezmeye koyulduk. Daha önce de şahsen yaşadığım üzre: Belli bir noktadan sonra, hiçbirimiz kendimizi tutamayıp, avaz avaz ağlamaya başladık. Ve de çevremizdeki Türk ya da ecnebi herkesin hıçkırıklarla ağlamakta olduğuna da elbet şahit olduk. Ezcümle eskiden Gelibolu bu hâl içre, gözyaşları içinde, hıçkıra hıçkıra ağlayarak gezilirdi. Sanki orada savaşanların tümü ölmemiş ve hepsi düğün dernek yapmak için, tekrardan toplanmışlar gibi, hep orada olurlardı. Hep bir arada hareket ederlerdi. Düşman askeri ya da Türk askeri artık yok, hepsi kolkola girmiş, semavî bir alemin erleri gibi görünürlerdi. Akıl almaz bir herc-ü merç ve akıl almaz bir uhrevî kalabalık halinde bulunurlardı. Siperler harp yerimidir, düğün yerimidir, bunu anlamak, mümkün dahî olamazdı. O gün orada karar verdim. Çok değişik Bir “Çanakkale” belgeseli yapmaya. Ve birkaç yıl sonra ekibimi toplayıp, masa başında Gelibolu ile ilgili mütekerrir hatıratımı da ekip elemanlarına anlattıktan sonra, pilot çekimler yapmak üzere, ekiple birlikte yola çıktım. Gelibolu ve sonraki tüm etaplara vardığımızda, ne acıdır ki, oralarda kimselerin kalmamış olduğuna şahit olduk. Ben tüm ekibe yalan söylemiş olmakla, rezil bir hale düşmüştüm. Ancak, bu durum üzüntümün Milyarda Biri bile değildi. Esas üzüntüm: Şimdi Onların  nerede olduğuydu? Biz kim bilir, Onların anısına karşı, nasıl bir haksızlık, nasıl bir terbiyesizlik ve nasıl bir haddini bilmezlik yapmıştık da; Onları da kırıp, küstürüp, incitip, terk ettirmiştik, uğrunda toprağa düştükleri o yerleri?.. Biz nasıl bir millettik?!.

Yedinci takvim yaprağı: Bazı tanıdıklarımın, 10 Kasım dolayısı ile şu ya da bu tur ile ya da bir program tahdında ya da şahsî imkânları ile Yunanistan’a gideceğini öğrendim. “Ah keşke ben de gidebilseydim.” diye düşündüm. Lâkin, “-Birkaç gün sonra, gitmelerinin bir neticeye ulaşmayacağını veya gidemeyeceklerini ya da gitseler de çok gecikeceklerini, belki yarı yoldan geri döneceklerini, ezcümle çocukluğumda benim engellendiğim şekilde, Onların da engelleneceğini, tanıdık tanımadık herkese söylemek istedim. Ancak, söyleyecek olsam, ilk takvim yaprağında da anlattığım gibi, yine de herkes, kendince haklı bir sebebe mebnî, gitmek üzre şansını deneyecekti. Beni dinleyip gitmese, belki de aklı kalacaktı. Ve de Ben, hatta kötü kişi ve ukalâ olmaktan ileriye geçemeyecektim. Tüm benzeri ahvâllerde yaşandığı üzre. Ne beklendiktir ki; bu seyyahate çıkanlar için, akla gelmedik her tür imkânsızlık yaşandı. Ve insanlar menzillerine ulaşamadılar. Ulaşanlar ise, geç kalmışlardı. Bazıları yarı yoldan geri döndürülmüşlerdi. Kısacası amaçlananlar ile hayâl edilenler ile yaşananlar, hiç birbirini tutmamıştı. Bu gibi durumlarda mes’elenin kısacası şudur ki; muhatap alınan mercî, ziyaretçilerini kabul etmeyecekse, akla gelen her türlü aksilik, zuhur edecektir. Burada devreye girmesi gereken asıl akıl, bu durumun yaşanması sonrasında, mes’eleyi iyi analiz edip, varsa tüm mevcut hatalardan, vaz geçmekten ve alenen muhatap merciiden, özür dilemekten ibarettir. Ben annem ile babamın ardından, çocuk aklım ve hasta hâlim ile hemen bu analizi yapmıştım. Tabiî ciddi bir neticeye de varmıştım. Bu seyyahate katılan katılmayan, tüm Atatürk”çü” kesimin de, mutlaka bu analizi yapmaları gereği vardır. Hatta bu analizi yapmakta çok geç de kalmışlardır. Aksi hâlde bu tür durumlar, çok daha fazla yaşanacaktır.

Günün takvim yaprağı: Biz zannımca ümmet olmaya, Fatih’i şehit ederek başladık. Mecit Efendiye kadar asıp kesmediğimiz, halletmediğimiz, neredeyse A’dan Z’ye devlet adamı kalmadı. Asmadıklarımızı sürdük ve Onları aileleri ile birlikte, kuruşa mahkûm halde, yabancı ellerde, kaderleri ile başbaşa bıraktık ve ölüme terk ettik. Hatta yıllarca olmadık ülke ve yerlerde cenazelerini süründürdük. Bu hâl, hangi ümmete, hangi millete ve hangi devlete yaraşır bir hâldir? Bu süre zarfında, İstiklâl mahkemelerini yaşadık. Tam düzgün “-Bir Nefes alıyoruz.” derken, Gazi’yi alenen ve tıbbın dozajı çok aşılan civalı ilâçlar sayesinde, taammüden öldürdük. Cenaze namazını bile, bir camide kılmadık. Sarayda kılınan o namazda, silâh arkadaşlarını bile bulundurmadık. Cenazesi Dolmabahçeden çıkar çıkmaz, saraydaki mevcut heykelini de alel acele üstüne para ödeyerek, hurdacıya sattık. Sonra Onu öldürenlerle birlikte “Atatürk”çü” olduk. Anıtkabiri dahî yıllarca yaptıramadık. Ancak bu vesile ile de millet olmayı öğrendik. Ardından Yatsı Adayı yaşadık. Alenen suçsuz Bir başbakanı, tüm hukuk sistemini yok sayarak, adaleti kökten silerek, uluorta astık. Sonra birkaç değerimizi daha, zehirleyerek yok ettik. Bu arada aklımıza galen, dişe uygun her kim varsa, askermiş, sivilmiş, gazeteciymiş, siyasetçiymiş, yararlı ya da zararlıymış, hiçbir hallerine bakmadan, sırf ses getirsin diye, hepsini hallettik. Hatta bu cinayetleri, darbeleri meşru göstermek için yaptık. Devlet eli ile terör örgütü kurup, Otuz yılda 40.000 ile 50.000 kişinin ölümüne sebep olduk. Uluorta 17.500 kişinin kaybına göz yumduk. Sürekli şehit cenazeleri üzerinden, utanmadan siyaset yaptık. Anadolu’dan yükselen anne feryatlarını, kadınlı erkekli bir sürü olarak, nedense duymazdan geldik. Sonra bazılarımız, tarifinden bile aciz olduğumuz bir tarafa geçtik. Daha kendimiz henüz tam adam değilken, başkalaştırdığımız kitleleri, adam yerine koymamaya kalktık. Baştan sona yalan ve düzmece tarihî bilgilerle, genç nesillerimizi aldattık. Ne Fatih’in vasiyetini yerine getirdik, ne de Gazi’nin çoktan açılması gereken vasiyetini açabildik. Maarif sistemimizi Dünya’daki en sondan 2. noktasına kadar düşürebildik. Bu rezil eğitim öğretim şekli düzelmesin, halk iyice cahil kalsın diye de, elimizden gelen muhalefeti yaptık. Esasen muhalefet olmayan, berbat muhalefet tarzımızı, muhataplara yediremedikçe, askeri tahrik edemedikçe, eski yollardan gizli iktidar olamadıkça, statiko ellerimizinden gittikçe, bahaneler ihdas edip; Gezi parkı  için Taksim’i ve Kızılay’ı günlerce birbirine kattık. Tencereler taslar tavalar kornalar çalıp, halk ihtilâli çıkartmaya kalktık. Ülkenin gelişmesi için gerekli olan tüm yapıların durdurulmasını, utanmadan hükümetten isteyebildik. Şu aralar Cumhuriyetin içi demokrasi ve barışla doldurulmasın diye, ısrar ve azimle didinip  uğraşıyoruz. Bu uğurda, inanılmaz yalanlarla, iftiralarla, nifaklarla, evhamlarla, hakikat dışı masallarla, olması mümkün olamayacak saçmalıklarla, kendi kendimize kaşınıyor ve bunu yapmakla, müthiş bir iş başardığımızı zannediyoruz. Kendimizi iyice monte ettiğimiz cep telefonlarımız, hastası halinde bağlandığımız, internetimiz ile yaşıyoruz. O internette yalanlarla dolanla, akla gelmedik işler becerdiğimizi düşünüyoruz. Bizi tamamen asosyâl ve zavallı, hatta iptilâ sahibi yaparak, ahmak bir duruma sokan, sosyâl ağlarımız ile mecelleşiyoruz.. Elinden telefonunu alsak, bir gencin evinin yolunu bile bulamayacağı günlerin, maalesef çok yakın olduğu gerçeğini halâ göremiyoruz. Sabah yediğimizi öğlen unutuyoruz. Tüm gerçekler ortada durmasına rağmen, gerçeği bile utanmadan inkâr ediyoruz. Çoğumuz robot ve klinik bir vak’a halindeyiz. En acısı bunun dahî farkında değiliz. İsmimizin başına TC yazmayı veya kendi fotografımızın yerine, gazi’nin fotografını koymayı, Türk Bayrağını fon olarak kullanmayı, kanunen yasak olsa dahî, ağır aczimiz dolayısı ile biz büyük bir marifet zannediyoruz.

Yukarıda çizdiğim bu hazin resme göre: Hedef koyduğumuz AB’de, hangi millet Doksan yıldır bu hâlde? Biz millet olarak, henüz ergenlik çağının başında bile değiliz.. Birileri ergenleşmeyi hedef bellerken, bir başkaları sayesinde, bu elzem başarıyı, halâ önlemek için, cehtle uğraşır haldeyiz. Sıkı Bir aksilik olsa da, Türkiye batsa da, içinde bulunduğumuz bu ümitvar durumdan kurtulsak diye çırpınmaktayız!?! Biz ergen olana kadar, hiç zahmet buyurmayın. Ki; bizi bu sıra dışı hâlimizle, değil Gazi Mustafa Kemâl, Ruhu ile mevcut olduğu yere, yani esas huzuruna, eskinin “Mahalle Bekçileri” bile kabul etmez!!!Buna rağmen, bu milletin “Asli Unsurları’ndan” olan: Şehid-i şüheda, bayraktaran, mehteran, cümle muzaffer kumandan, bilcümle sultan ve han, cihangirler, fatihler, atalar, gaziler, serdengeçtiler, evliyalar, aşıklar, kâşifler, hakimler, hekimler, maktuller, ulemalar, san’atkârlar ve Onları eriştirenler ile doyuranlar ve de okutanlar, bizleri huzurlarına neye göre, hangi aklî ruhî ve insanî kıstasa istinaden, kabul buyuracaklardır?!.  Unutmayın ki; hiçbir ihanet “O Asli Unsurlar indinde” kabul görmez!.. Kabul göremez!.. Bence herkesin durumunu baştan sona, tarih de okuyarak, gerçekleri de öğrenerek, gözden geçirme zamanıdır.

Haydar Volkan

Kozyatağı: 15.11.2013

 
Toplam blog
: 148
: 492
Kayıt tarihi
: 04.02.09
 
 

Haydar Volkan: 21.05.944 Rebabi bestekar Sabahaddin Volkan ve Piyanist Mukadder Volkanın oğlu olar..