Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Şubat '15

 
Kategori
Tarih
 

11. Yüzyıldan günümüze…*

Sadece bilmesi gereken bir avuç insanın tanıdığı bir figürüm ben…Hani akademisyenler ve az sayıdaki tarih meraklısı gibi. Oysa her gün yüzlerce kişinin ziyaret ettiği Ayasofya’da, üst galerinin güneydoğu ucundaki mozaikten sürekli bakıyorum sizlere, hem de taa 11.yüzyıldan beri…Osmanlı’nın Hürrem’i kadar ünlü değilim tabii, daha ne bir romana konu olabildim, ne de bir televizyon dizisine. Oysa, ne entrikalarım, ne de çalkantılı hayatım hiç ondan aşağı kalmaz, hatta onu aşar bile …Evet, imparatoriçe Zoe’yim ben; üç koca eskiten, üçünü de evlenerek imparator yapan ve hatta kısa bir süre için kız kardeşiyle birlikte tahta geçerek koca imparatorluğu bizzat yöneten ve Bizans tarihinde tek başına tahta geçen ilk kadın olarak kayıtlara adını yazdıran o ünlü imparatoriçe…Hani her koca değiştirdiğinde Ayasofya mozaiğindeki imparatorun adı ve portresi de kazınıp yenilenen ve bu yüzden sanatçılara illallah dedirten imparatoriçe…Bugün o mozaikte gördüğünüz o kazıma izleri nasıl oldu sanıyordunuz? 

970’li yılların sonunda dünyaya geldiğimde, Bizans tahtında Makedonya Hanedanı’ndan amcam II.Basileus vardı. İmparatorun kardeşi VIII.Konstantinos’un üç kızından biriydim. Ve tabii ki en güzeli… 23 yaşındayken, Batı ile ilişkileri sağlamlaştırmak için amcam ve babamın ortak isteği ile Kutsal Roma İmparatoru III.Otto ile nişanlandım. Ancak düğün için yola çıkıp Bari’ye vardığımızda müstakbel eşim Otto’nun ölüm haberini aldım ve gemiden hiç inmeden gerisin geriye Konstantinopolis’e dönmek zorunda kaldım…Amcam yeğenlerinin Bizans tahtına yeni bir varis çıkmaması için saray çevresinden biriyle evlenmesine izin vermeyince ablam rahibe olmayı tercih etti, kız kardeşim Theodora ve benim de saraydaki o  kapalı ve boğucu yaşantım başladı. Tam yirmi küsür yıl, öylece bekledim…1025 yılında amcam çocuksuz olarak ölünce yerine babam VIII.Konstantinos geçti ve böylece rutin hayatımda ufak kıpırdanmalar başladı.Örneğin, bu uzun bekleyişten sonraki ilk kısmetim 1028 yılında, 50’li yaşlarıma merdiven dayadığımda çıktı. Kutsal Roma İmparatorluğu’ndan gelen bir elçi heyeti bu kez beni kral II.Conrad’ın 10 yaşındaki oğlu Henry’e istedi. İlerleyen yıllardaki evliliklerim yüzünden, her ne kadar tarihe “çıtır düşkünü imparatoriçe”  olarak geçecek olsam da, bu kadar da sapıtmış biri değildim ve hemen reddettim. Ancak, taht adayı bir erkek kardeşimiz olmadığı için bu iş için kendini feda edebilecek bir damat illa ki gerekliydi. Ablam rahibeliği seçtiği için aday olarak geriye kız kardeşim Theodora ve ben kalıyorduk. Babam öncelikle Theodora’yı düşündü, çünkü benden daha gençti ve çocuk doğurma olasılığı daha yüksekti. Eş olarak ise sarayın ileri gelenlerinden olan üçüncü dereceden kuzenimiz Romanos Argyros’ta karar kıldı. Ama Theodora akraba olduğumuz için bu evliliğe yanaşmayınca ibre bana çevrildi. Ben de hemen kabul ettim. Ancak Romanos evliydi. Koskoca imparator karşısına dikilip “Ya boşanıp kızımla evlenir imparator olursun ya da karınla seni manastıra kapatırım, ölene kadar dört duvar arasında Tanrı’ya hizmet edersiniz” deyince, tabii ki ilk seçenek daha cazip geldi ve o çok sevdiği karısını boşadı. Kadıncağız kurallar gereği saçları kazınıp rahibe olarak manastıra yollandı. Ve biz 10 Kasım 1028’de evlendik. Üç gün sonra babam ölünce de Romanos tahta geçerek imparator oldu. İmparatoriçe olunca ilk işim, neredeyse iktidar şansını elimden alacak olan kız kardeşim Theodora’yı da manastıra kapatmak oldu. Sonunda bir koca bulmuştum, fakat iş bununla bitmiyordu ki…Tahta varis lazımdı, herkes bizden Makedonya Hanedanlığı’nın soyunu devam ettirecek asil kana sahip bir erkek çocuk bekliyordu. Oysa ben artık 50 yaşındaydım, eşim ise benden on yaş büyüktü. Yine de yılmadım…Konstantinopolis’in en iyi hekimlerini, şifacılarını, bitki uzmanlarını topladım. Hamile kalmamı sağlayacak özel ilaçlar, bitkisel karışımlar, iksirler hazırlattım…Hiçbiri fayda etmeyince daha da ileri giderek büyücülere, falcılara başvurdum. Vücuduma küçük çakıl taşları asıldı, nazarlıklar takıldı, zincirler bağlandı. Muskalar, büyüler derken tüm sarayın alay konusu oldum, ama Makedonya Hanedanlığı’nın devamını sağlamak benim için bir saplantı halini almıştı, kimseyi umursamadan devam ettim. Hem bunlar için yaptığım masraf, hem de Romanos’a çekici görünmek adına harcadığım paralar artınca kocam imparatorluk hazinesini kullanmamı sınırladı. Daha da kötüsü bir türlü hamile kalamadığım için benden uzaklaşmaya başladı. Sonunda bu iş odalarımızı ayırmaya kadar varınca yine yapayalnız kaldım…O dönemde tek dert ortağım, beni anlayan tek kişi saraydaki hizmetkarlarımdan hadım Ioannes Orfanotrofos’tu. Oysa geçmişte nasıl da nefret ederdim ondan. Ama işte, o yalnızlık ve boşluk girdabında kaybolmuşken, bir tek onu kendime dost bilmiştim ve sadece ona güvenir oldum. Etrafım yüzüme gülüp arkamdan atıp tutan, dahası evlenip de imparator olmasını sağladığım, yani kısacası her şeyini bana borçlu olan kocama artık bana ihtiyacı kalmadığı için beni boşayıp kendisine çocuk verebilecek genç bir kadın bulmasını tavsiye eden, hatta bunun için adaylar bulan ikiyüzlülerle doluydu. Yaşı ilerlemiş, doğurganlığı olmayan bir kadın olarak kenara itilmişliğimi, kendimi nasıl eksik ve kusurlu hissettiğimi bir tek o hadım anlıyordu sanki. Kendisi de eksik bırakılmış olduğu için belki de, kimbilir…Bu kadim dostum bir gün beni  kardeşi Mikhail ile tanıştırdı ve bu tanışma benim için kaderimin döndüğü nokta oldu. Karşımda duran o uzun boylu, yakışıklı, yeşil gözlü gence ilk bakışta vuruldum. Ne aramızdaki 32 yaş farkı, ne imparatoriçe olarak konumumu, ne de evli olduğum gerçeğini gördü gözüm…O tanışmadan sonra benim için hayatın anlamı Mikhail oldu. Bu sırada kocamın da sağlığı gitgide bozulmaktaydı. Ayaklarından rahatsızdı ve yürüyemez olmuştu. Mikhail’in beni sık sık ziyaret etmesi göze batmaya başlayınca da, onu imparatorun ayaklarını ovup ağrılarını azaltmakla görevli hizmetkar olarak saraya soktum ki rahatça görüşebileyim. Ancak dedikodu kazanı kaynamaya başlamıştı bir kez ve ilişkimiz kocamın kulağına kadar gitmişti. Bu yüzden o beni bertaraf etmeden ben ondan kurtulmaya karar verdim. Ioannes Orfanotrofos’un da telkinleriyle güzel bir plan hazırladık. Kocam “kutsal Cuma” yapılacak tören için hazırlanmak üzere hamama gittiğinde planı uygulamaya koyduk…Ayakları için aldığı ilaçların arasına karıştırdığımız yatıştırıcılar ve “helleborein” adlı zehir yüzünde zaten iyice sersemlemiş ve vücut direnci düşmüştü…Bu yüzden hamamın havuzunda yıkanırken onu boğmak hiç de zor olmadı. Ertesi gün de ona bir imparatora yakışır bir cenaze töreni hazırlayarak bu işi bitirdik.

Böylece beni sevmeyen kocamdan kurtulmuş oldum. Yasalar gereği dul bir kadının yeniden evlenmesi için bir yıl beklemesi gerekiyordu. Ama ben Romanos’un ölü bulunmasından sadece bir gün sonra Mikhail ile evlendim ve bu evliliği onaylamak istemeyen patrik Aleksius’u altınlarla susturarak yeni kocamı imparator ilan ettirdim. İlk birkaç ay her şey rüya gibiydi. İmparatorluk hazinesini yeniden istediğim gibi kullanabilir olmuştum. Genç kocama güzel görünebilmek için saraya kurdurduğum atölyelerde kremler, kokulu yağlar, parfümler ürettiriyor, bunların üretim aşamasıyla bizzat ilgileniyordum. Laf aramızda, yeni kocama da çok düşkündüm. 50 yaşıma kadar süren yalnızlığım ve sonrasında da yaşlı, hasta Romanos ile hayal kırıklığı ile sonuçlanan evliliğim göz önüne alınırsa aslında bu düşkünlüğüm normaldi, fakat gel gör ki Mikhail bir süre sonra bu yaşlı kadının ilgisinden sıkılmaya başladı. Daha da kötüsü, eski kocamı gözümü kırpmadan öldürdüğüm için kendisine de her an bir şey yapabileceğimi düşünüp benden korkuyordu. Bu yüzden önce imparatorluk hazinesini kullanmamı yasakladı, sonra da saraydan çıkmamı. Sarayın kadınlar bölümüne kapatıldım ve bütün sadık kadın hizmetkarlarım benden uzaklaştırıldı, yerlerine imparatorun kendi ailesinden kişiler getirildi. Attığım her adım imparatora haber verilir oldu. Öyle ki, vaktiyle  çok sevdiğim o hadım Ioannes’in müsaadesi olmadan banyo bile yapamaz hale geldim. Herkes isyan edip ortalığı birbirine katmamı beklerken ben sustum…Yaşadığım aşk acısı ve hayal kırıklığı öylesine büyüktü ki içime kapanmayı ve her şeyi kabullenmeyi seçtim…Ama işte ilahi adalet diye bir şey vardı ve kocamın bana yaptıkları yanına kar kalmayacaktı…Çocukluğundan beri sara hastasıydı, hastalığı gitgide ilerleyip dayanılmaz bir hal alıyordu. Ölüm korkusu ile kendini dine vermişti. Evlenmeden önce yaşadığımız yasak ilişki, tahta çıkabilmek için yaptığı kötülükler ve sonrasında da ona bugünkü konumunu sağlayan bana yaptığı haksızlıklar yüzünden vicdan azabı duyuyordu. Sara krizleri çok sıklaşınca bundan utanır oldu, benimle görüşmekten ve halkın huzuruna çıkmaktan kaçınmaya başladı. Bir gün at sırtında dereden geçerken krizi tuttu ve halkın gözü önünde atından yuvarlandı, yerde debelenmeye başlayınca muhafızlar hemen müdahale edip onu saraya taşıdılar. Herkes haline acımıştı ama bir yandan da yakında “imparator ölecek, çocuğu olmadığı için tahtın yasal varisi de yok” diye tahtta gözü olanların ayaklanma teşebbüsleri başlamıştı. Hadım Ioannes işte tam bu aşamada yine sahneye çıktı. Mikhail’in yeğenini evlat edinerek onu tahtın yasal varisi yapmamı önerdi. Kocamın adaşı olan bu çocuk henüz çok küçüktü, tecrübesizdi. Zaten Ioannes de beni onun sadece ismen imparator olacağını, tüm yetkinin yine benim elimde bulunacağını söylüyordu. Bu nedenle onu rahatça yönlendirip iktidarı yeniden ele alabileceğimi düşünüp öneriyi kabul ettim. Resmi merasim için duyuru yapıldı, kentin tüm ileri gelenleri Blakhernai Kilisesi’nde toplandı ve genç Mikhail’i evlat edindiğim duyuruldu. Böylece taht sorunu da şimdilik çözülmüş oldu…

Sevgili kocamın da içi rahattı. Ölümünden sonra tahta kendi soyundan olan biri geçecekti…Hadım Ioannes de ferahlamıştı, artık ailesinin geleceğini güvence altına aldığına inanıyordu. Ancak kader ağlarını beklenmedik bir biçimde ördü. Mikhail’in hastalığı iyice ilerleyince kendini tamamen dine adayıp keşiş oldu. Amma velakin, bunun vicdani rahatlığının keyfini süremeden, keşişliğe kabul edildiği ilk gün vefat etti. Böylece sayemde rüyasında bile göremeyeceği imparatorluk mertebesine yükselen bu köylü çocuğunun yedi yıllık saltanatı sona erdi…Bana yaşattıkları arasında en acı olan da, son anlarında o kadar yalvardığım halde beni odasına sokmaması ve kendisini görmeme izin vermemesiydi…

Böylece Bizans tahtına V.Mikhail Kalafates geçmiş oldu…Bizans İmparatorluğu’nda taht sizin Osmanlı’da olduğu gibi babadan oğula geçmediği için, ne zaman bir imparator ölse bir kaos yaşanmasına ve kentte ayaklanma çıkmasına alışmıştık. Bu nedenle bu seferki sorunsuz geçiş hepimizi çok memnun etti. Başlangıçta her şey anlaştığımız gibiydi. Sevgili oğlum “imparatoriçem”, “hanımım” gibi hitapları ağzından eksik etmiyor, sürekli benim kulum, kölem olduğunu ve ben ne karar verirsem ona uyacağını söylüyordu. Onu bugünlere getiren dayısı Ioannes’e de saygıda kusur etmiyordu. Denetim tamamen benim ve Ioannes’in elindeydi…Ancak iktidar hırsı ve ego öyle bir şeydir ki en iyi niyetli insanı bile kısa sürede çılgına çevirebilir…Hele de o insan kısa sürede yükselmiş cahil ve hazımsız biriyse…Mikhail de bir süre sonra bu “kukla imparator” imajından sıkılmış olmalı ki idareyi tamamen ele geçirmek için saman altından su yürütmeye başladı. Önce diğer dayısı Konstantinos’u yüksek bir göreve getirerek yanına çekti. Daha sonra da Ioannes ile her konuda zıtlaşmaya ve onu dışlamaya başladı. Bu çocuğun aklını fazla küçümsemiş olduğumuz için Ioannes de, ben de neler yapabileceğini hesaplayamadık; ta ki Ioannes’i bir komplo ile Boğaz’ın ötesindeki Monobatai adasına sürgüne gönderene kadar…Onun gidişiyle ben, gözünü iktidar hırsı bürümüş o yeni yetmenin karşısında yapayalnız ve savunmasız kaldım. Yine odamdan çıkmam yasaklandı, saray hazinesini kullanma hakkım elimden alındı. Attığım her adım saray görevlileri tarafından imparatora bildirilir oldu. Bu kısıtlamalar bile imparatorun iştahını tatmin etmedi tabii ve sonunda beni kendisini zehirlemekle suçlayarak saraydan kovdu. Geceyarısı gizlice bir gemiye bindirilerek Prinkipo Adası’na gönderildim…Oradaki manastıra kapatıldım, zorla saçlarım kazındı, bir rahibe elbisesi giydirildi…Ben de son yıllarımı Tanrı’ya hizmet etmekle geçireceğimi düşünüp avunmaya çalışarak yeni yaşamımı kabullenmeyi seçtim.

Böylece Mikhail de sonunda istediğine kavuşmuş oldu. Artık iktidarın tek hakimiydi. Herkes önünde saygıyla eğiliyor, bir dediği iki edilmiyor, lüks içinde ihtişamlı bir yaşam sürüyordu. Beni artık ölmüş sayıyordu. Manastıra kapatıldığım gerçeği de halktan gizlenmişti. Karşısında ona hesap soracak kimse kalmamıştı. Ancak nasıl olduysa bu manastır hikayesi bir süre sonra halka sızdırıldı. Ve o güne kadar beni bu kadar çok sevdiklerini bilmediğim o insanlar birden ayaklanıverdiler. “Haçı ayaklar altın alan Kalafates’i değil, soyun esas temsilcisi ve tahtın varisi olan annemiz Zoe’yi görmek isteriz” diye bağıran insanlar imparatorluk sarayının kapısına dayandılar. Başta ufak kitlelerin saldırılarıyla başlayan kargaşa kısa sürede imparator ve etrafındakilerin hayatını tehdit edecek büyük bir başkaldırıya dönüştü. Mikhail olayın kontrolden çıkıp bir iç savaşa dönüştüğünü görünce tutuştu ve aynı götürüldüğüm gibi, bir geceyarısı apar topar saraya geri getirildim. Büyük tiyatronun balkonundan halkı selamlayıp onları yatıştırmaya çalıştım. Fakat ok yaydan çıkmıştı bir kez…Halk imparatordan nefret ediyordu.  Daha da kötüsü artık çok yaşlı ve güçsüz olduğumu düşünüp bana da tam olarak itimat edemiyorlardı…Bu nedenle tuhaf bir karar ile kız kardeşim Theodora’yı manastırdan çıkardılar ve zafer alayı ile kente getirerek benimle birlikte taç giydirdiler. Yıllardır rahibe hayatı süren kardeşim ile benim birkaç sürecek ortak saltanatımız başlarken, Mikhail ve dayısı Konstantinos da yakalanarak gözlerine mil çekildi ve bu zavallı iki kör bir manastıra sürgüne gönderildiler.

Sevgili kız kardeşim ile hüküm sürdüğümüz o birkaç ay bizim için çok güzeldi. Bulunduğumuz mevkide gelebileceğimiz en üst nokta buydu. Elçileri dinlemek, sarayda kararlar almak ve yargıda bulunmak gibi bütün hükümet işlerini birlikte yürüttük. Genel olarak saltanatımız adil ve eşitlikçi bulunsa da, kadın olarak askeri meseleler konusunda tecrübesizdik ve hem sarayın ileri gelenleri, hem de halk güçlü bir erkek yöneticiyi tercih ediyordu. Ayrıca her tarafı düşmanla sarılı bir imparatorluğun iki kadının elinde olması da bizi her türlü saldırıya açık hale getiriyordu. Böylece yine imparatorluğun geleceği için yeniden koca arayışına girmek zorunda kaldım. Bu kez adayım yıllardır tanıdığım, bir zamanlar ilk kocam Romanos’un hizmetinde çalışmış; ikinci kocam Mikhail’e karşı komplo hazırladığı gerekçesi ile Konstantinopolis’ten sürülmüş olan Konstantinos Monomakhos’tu…Soylu bir aileden gelen ve başarılı bir asker olan bu adam ile 1042 yılında evlenerek onu yeni imparator ilan ettim. Yeni kocam bana ve kız kardeşime karşı çok anlayışlı ve eli açıktı. Bize saygıda hiç kusur etmedi. Amma velakin benim için artık yaş yetmiş, iş bitmişti…Ve benden yaklaşık 10 yaş genç olan Konstantinos’un da taa o sürgün yıllarından beri devam eden bir gönül ilişkisi vardı. İsmi Maria Sklerena olan bu kadın Konstantinos’un ikinci eşinin kuzeniydi ve ilişkileri daha o evlilik sürerken başlamıştı. İkinci eşi öldüğünde, bu hanımla evlenmek istemişti; ancak o zamanlar henüz sıradan bir vatandaş olduğu için üçüncü kez evlenmesi kanunen yasaktı ve bu yüzden ilişki yine gizli-saklı sürmüştü. Benimle evlenip imparator olduktan sonra da ondan vazgeçmedi. Hatta bir ara kanunları değiştirip benden ayrılıp onunla evlenmeyi bile düşündü; ama tabii beni gözden çıkarırsa V.Mikhail gibi halkın tepkisini çekeceğinden korkup vazgeçti. Ancak kadından tamamen vazgeçemedi ve benimle açıkça konuşarak metresi ile birlikte oturmayı kabul etmemi istedi. Artık aşk, cinsellik, kıskançlık, rekabet gibi kadınsı duygularım tükenmişti. Tek derdim iktidarı kaybetmeden imparatoriçe olarak ölmek ve gömülmekti. Ömrü sürekli mücadele ve hırsla geçmiş biri olarak artık kimseyle didişecek halim de kalmamıştı. Teklifi hiç ikiletmeden kabul ettim. Maria Sklerena da saraya taşındı ve Konstantinos ile benim odam arasındaki odaya yerleşti. Sebaste unvanını alarak bizimle birlikte yaşamaya başlayan bu kadın, 20’li yaşlarının sonlarındaydı ve çok etkileyiciydi. Tüm resmi törenlere bizimle birlikte katıldı, halk ondan nefret etse de saray erkanından hep büyük saygı gördü. Benimle ve kız kardeşimle de arası çok iyiydi. Tabii, her ne kadar yüzümüze gülse de, bu iki yaşlı imparatoriçenin yakında ölüp iktidar sırasının kendisine geleceğini ve Konstantinos ile evlenip onun resmen eşi olacağını hayal ettiğini bilirdik. Ancak hiçbirimize istediğimizi vermeyen hayat ona da adil davranmadı ve kader ağlarını bambaşka şekilde ördü. Dört gözle benim ölümümü bekleyen bu genç kadın 1045 yılında beklenmedik şekilde ölüverdi…Onun ölümü ile yıkılan kocam ise aylarca benim omzumda ağladı. Sevgilisini Mangana manastırına defnettik; tam 11 yıl sonra kocam da vasiyeti üzerine onun yanına gömülecekti.

Benim açımdan ise artık hiçbir şeyin fazlaca önemi yoktu…Ömrünü sarayın duvarları arasında tüketmiş, erkeklerin iktidar oyununda oyuncak olmuş ve onlar tarafından hiçbir zaman gerçekten sevilmeyip sadece imparator olmak için kullandıkları bir basamak görevi gören bir kadın olarak kalan ömrümü zevklerime ve eğlenceye adadım. Dünya yansa umurumda olmadı. Ülkede arka arkaya çıkan isyanlar, başarısız savaşlar, Ortodoks ve Katolik kiliseler arasındaki çekişmeler ve bütün bu olumsuzlukların imparatorluğu çöküşe sürüklediği 11.yüzyılda, tarihe adımı “50 yaşından sonra üç koca eskiten fettan imparatoriçe” ve “Bizans tarihinde tek başına hüküm süren ilk kadın” olarak yazdırmayı başarmak benim için kafi oldu. 18 Haziran 1050’de sıcak bir yaz günü sessizce ayrıldım bu dünyadan; aynı doğduğum gibi, erguvanlar içinde soylu bir imparatoriçe olarak…Bir sonraki Ayasofya ziyaretinizde, üşenmeden başınızı kaldırıp bakın bana, son kocam Konstantinos ile birlikte taa 11.yüzyıldan beri oradan bakıp gözlerimdeki derin hüzne rağmen gülümsüyorum size…Görebildiniz mi?

*Yazı, Kirpi Edebiyat Dergisi'nin (e-dergi) Kasım 2014 sayısında yayınlanmıştır

 
Toplam blog
: 13
: 551
Kayıt tarihi
: 02.01.14
 
 

27 Kasım 1981 tarihinde Bursa'da dünyaya geldim. 1984 yılından beri Ankara'da yaşıyorum.1998 yılınd..