Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Kasım '07

 
Kategori
Anılar
 

12 Eylül öncesinde öğretmen olmak (2)

12 Eylül öncesinde öğretmen olmak (2)
 

Bu… Bu bizim gözümüzün nuru Abdullah’tı. Yarı baygın. Göğsü ve bacakları kan revan içindeydi…

Derin bıçak darbeleri almıştı... Sesi çıkmıyordu… Yakındaki öğretmen odasına sürükleyerek götürdüm.

Panik içerisinde, boyunbağımı vücuduna doluyordum. Sürekli kan kaybediyordu.

Dışarıdaki çığlık seslerine polis düdükleri karışıyordu.

O sırada, Milli Güvenlik Öğretmeni Yüzbaşı Tekin Bey odaya girmişti…

Zaman su gibi akıyor, bir çocuk, ölümle yaşam arasında gidip geliyordu. Hainler emellerine kavuşmuştu.

Güzide bir eğitim yuvası savaş alanına dönmüştü… Atatürk köşesi de parçalanmış, harabeye dönmüştü...

Abdullah’ı son bir gayretle kucaklayıp yüzbaşıyla birlikte askeri araca yerleştirerek dispansere yetiştirmiştik.

Oradan köhne bir ambulansla vilayet hastanesine yolcu edişimiz, kaşla göz arasında olmuştu.

Abdullah'ın hemşehrisi olan yörenin yerli öğretmenleri de ''Sır '' olmuş, kaybolmuşlardı...

Acil müdahaleyi yapan doktor:

” -Bu da… Bu da... diğer ikisi gibi yaşamaz ya, haydi gönderelim bakalım” diyordu…

Demek ki iki çocuğumuz o günkü anarşiye kurban gitmişlerdi. Dualar ediyordum Abdullah yaşasın diye…

Vilayete de gidemiyorduk ki haber alalım…

Gelen ilk haberde: “-Kaybettik… Zaten yaşamayacağı belliydi…”diyorlardı.

O gece sabaha kadar uyumamıştım... Radyo haberleri o günkü anarşi kayıplarını özetliyordu…

Üç cümleyle okulumuzdaki olay aktarıldı… Geçildi…

Sıradan bir haber gibi bir dakika sürmedi... Oysa ki bizim dünyamız yıkılmıştı...

Okulda öğretime on beş gün ara verildi… Soruşturmalar… Raporlar… Yer değiştirmeler… Müfettişler…

Karakollar derken bir sabah, evime Abdullah’ın velisi geldi ve çocuğun bitkisel hayata girdiğini ağlayarak anlattı…

Bir yandan da minnet duygularını dile getiriyordu. Teşekkür ediyordu… İnsan bitkisel hayata sevinir mi?

Sevinmiştim işte… Herhalde, ölümden iyiydi… ''Allah’tan umut kesilmez.'' diye beklemeye başlamıştım...

Olaylar, hızla vilayet merkezine de sıçramıştı. İnsanlar, ''Demokrasi'' diye diye adeta birbirini yiyorlardı...

İki ay sonra Ankara’nın bir ilçesine atanmıştım… Bir sabah , radyodaki askeri marşlarla uyanmıştık...

Evet... O meşhur 12 Eylül Harekatı olmuştu... Ordu yönetime el koymuştu...

TRT'nin siyah-beyaz televizyonunda, Konsey üyeleri, darbeyle ilgili bildirilerini okuyorlardı...

Ülke, aniden bir sessizliğe bürünmüştü...
............

12 Eylül ‘den sonra Milli Eğitim Bakanlığında , yöneticilik… Arkasından YÖK’ün” icat edilmesine” müteakip üniversite hocalığında, uzun, yirmi yıla yakın bir hizmet arkada kalmıştı.

Geriye baktığımda ilk görev yıllarımdan itibaren tam, yirmi beş yıl geçmişti.

Yaşam koşulları, evlilik… Çocuklarımın uzun okul yılları.. sevinçler… sıkıntılar derken Abdullah, ara sıra aklıma

geliyordu ve çocuğun akıbeti hakkında bilgi edinemiyordum…
...............

Yıllar, yılları kovaladı… Ege’de bir özel okulun yöneticisi olarak görev yaparken Şubat tatillerinde de Antalya’da
güzel bir tatil köyünde düzenlenen eğitim seminerlerine katılıyorduk...

Artan zamanlarda da eğlenip geziyorduk…Herşey yolunda gidiyordu...

Öğle yemeği sonrasında, Türkiye’deki tüm kolejlerimizin yöneticileri ve öğretmenleriyle yaptığımız kahve sohbetlerini karşılıklı anılarımızla, fıkralarımızla renklendiriyorduk.

Gün geçtikçe dostluklarımız daha da perçinleniyordu.

Kalabalık guruplar içerisinde yakışıklı, genç bir yönetici meslektaşımın bana dikkatle bakıp, yanındakilere de göstererek bir şeyler fısıldaşmaları gözümden kaçmamıştı.

Bu kolej yöneticini sanki bir yerlerden tanıyor gibiydim. Bilinçaltımdan gelen bir sezgiydi bu…

Genç yönetici ayağa kalktı… Benim yanıma geldi, kibarca izin isteyerek boş koltuğa oturdu ve yaka kartıma bakıp okumaya başladı…

Aniden “-Hayret gözlerime inanamıyorum” diye seslendi. Tüm arkadaşlar dikkat kesilmişti.

Ben, ” -Hayırdır hocam, bu şaşkınlığınız nedendir ? ''Diye hemen sormuştum...

''-Hocam siz... E…’de çalıştınız mı ? ”... Şaşkınlığım daha da artmıştı...

''-Evet, tanışıyor muyuz?”...Gözüme yaka kartı ilişmişti…

”Abdullah. C , … Koleji, Müdür Yardımcısı”

İçimden bir şeylerin kayıp gittiğini hissettim…

''-Hocam… Benim size '' Bir can’’ borcum var… Hani kötü bir olay, sene 1976…Ben komada...ve siz beni hastaneye taşımışsınız...

Ve ben , '' Bitkiselde…18 ay…’’ Önce Allah , sonra siz hocam…”
.................

Zaman duruyor… Ayağa kalkıyorum… Kucağımı ağır ağır açıyor… Sanki küçük Abdullah’ı kucaklıyorum…

O acılı günlere gidiveriyorum...

Gözleri ışıl ışıl… Mahcup bana evlat gibi bakıyor… Can Abdullah… Okuduğu gazeteleri uzatıyor…

O sırada bir kanlı el… Hançer inip kalkıyor…”
.................

Klimaların yaz sıcağını yok ettiği buz gibi salonda, Abdullah’a öyle bir sarılıyorum ki sırılsıklam olmuştum.

Herkes şaşkın… Duygulu ve bir kısım arkadaşlar benimle ağlıyordu…

Kısa sürede kendimize gelmiştik ve onun yaşam öyküsünü dinlemeye başlamıştık.
...................

Abdullah, kefeni yırtınca, yaşama tüm gücüyle sarılmış, bütün öğrenme hırsıyla fen fakültesini bitirmiş, iyi bir fizik öğretmeni olmuştu.

Bir de yüksek lisans yapınca kolej , onu bünyesine almıştı. Sonra, ver elini hayat…

Abdullah’ın hedefinde, kariyer yapıp üniversite hocalığına terfi etmek de vardı.

Tatil süresince yanımdan ayrılmıyordu... Saunaya girdiğimizde vücudunun nasıl parçalanıp dikildiğine tanık olmuştum.

Acı hatıranın izleri göğsüne neşterle kazınmıştı.

Eski günlerden fazla konuşmuyorduk artık… Hep ileriye bakalım diyorduk…
..............
Yahya Kemal’den şu dizeleri mırıldanıyoruz:

''Üzgün ve kırılmış gibi en ince yerinden,

Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden!’’
............
Bayramlarda eskiden kart atardı… Önceleri mektup… Şimdileri “ mesaj atıyor”…

Olsun...Canı sağolsun , yeter ki YAŞAM HATTIMIZ İPTAL OLMASIN.

 
Toplam blog
: 1521
: 1639
Kayıt tarihi
: 23.06.07
 
 

İnsan yontmakla geçti ömr-ü baharı... Güzel ve canlı heykeller yaptı... Kimisinin içi çabuk boşal..