Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Ocak '12

 
Kategori
Sinema
 

12 filmde aşkın farklı halleri

12 filmde aşkın farklı halleri
 

DECCAL-GAINSBOURG VE DEFOE


Aşkın farklı hallerini anlatan filmler seyirciyle farklı ilişkiler kurar. Mutluluğun insanın içini dolduran tatlı titreşimleri yerini gizemli düşüncelerin uyandırdığı gerçek aşk hangisi sorusuna bırakabilir. “Venedik’te Ölüm” ü ilk seyrettiğimde yaşlı Aschenbach’ın genç ergen Tadzio’ya karşı hissettikleri doğanın yarattığı eşsiz güzelliğe hayranlığı mı, yoksa tutkulu bir aşkın yarattığı bağımlılık mıydı? Yoksa başarı ve çalışma üzerine kurmuş olduğu yaşamında tüm baskıladıklarının kendisinden aldığı intikam mıydı ? Yanıtlayamadım. ”Bulutların Üstünde-Wolke 9” 60 yaşındaki Inge’nin 76 yaşındaki Karl’a aşık olması Can Yücel’in “yaş 70 e bile gelse hayat daha bitmemiş, sen mi biteceksin?/ çekeceksen bile bayrağı, yaşadım ulan dibine kadar diyemeyecek misin?” dizelerini anımsatmıyor mu? Gerçekten aşk nasıl bir şeydir ? Bunun yanıtını arayan filmler –kız ve oğlan tanışır, birbirlerini severler araya birileri veya ters olaylar girer ayrılırlar, sonunda tekrar bir araya gelirler- şablonunu etkileyici veya gerçekçi bulmadıkları için uygulamazlar. Ne yaparlar? Tayvanlı yönetmen Ang Lee gibi iki kovboyun yıllara yayılan aşk öyküsünü anlattığı “Brokeback Dağı”nda, eşcınselliği standart yaşama bir başkaldırı olarak görselleştirir. Veya Doris Dörrie’nin “Keiner Liebt Mich-Kimse Beni Sevmiyor” da otuzlu yaşlardaki Fannie Fink ile ekzantrik Afrikalı Orfeo de Altamar arasındaki imkansız aşkı anlatır. Bu sıradışı aşkları anlatan filmlerden on örneği anımsayalım.

AŞKIN BEŞ YÜZ GÜNÜ-500 DAYS OF SUMMER (2009)-Yön: MARCUS WEBB

Oğlan ve kız tanışır, oğlan sırılsıklam aşık olur, kızda bir takım tereddütler vardır, aşka bir sarılır, bir bırakır, oğlanın kafası karışır. Aşk hikayesinden çok, aşk hakkında bir hikaye anlatan filmlerden. İlişkinin beş yüz gününü zamanda bir ileri, bir geri atlayarak anlatırken sonuçta ne olacağı önemsiz bir detay olarak kalıyor. Önemli olan o noktaya nasıl gelindiği diyor. Yönetmen Marcus Webb hikayesini anlatırken genç oyuncular Zooey Deschanel ve Joseph Gordon Levitt’in yarattığı karakterlerden sonuna kadar faydalanıyor. Şapşalımsı duruşuna rağmen umulmadık bir özgüvene sahip Summer ile oda yaşamını seven romantik ruhlu Tom arasındaki ilişki bu günün aşklarına ayna tutuyor.

BULUTLARIN ÜSTÜNDE –WOLKE 9 (2008)-Yön: ANDREAS DRESEN

Yönetmen Andreas Dresen 65 yaşındaki Inge ile 76 yaşındaki Karl arasındaki yasak aşkı anlatırken kamerasını doğal, katkısız bir şekilde bedenlerde, odalarda dolaştırıyor. Yüzlere, vücutlara yaptığı yakın çekimler ile yaşlılığın tüm çizgilerini, fiziksel deformasyonlarını yansıtırken sadece aşkın ilahi gücünü duyumsatmaya çalışıyor. İlerleyen yaşın ruhu öldürmediğini, aşkın her yaşta insanın ayaklarını yerden kestiğini gösteriyor. Yaş kaç olursa olsun yasak bir ilişkide kurallar değişmiyor; mutluluk, vicdan azabı, mutsuzluk iç içe geçiyor.

JANE EYRE (2011)-Yön : CARY FUGUNAKA

Charlotte Bronte’nin 1847’de yazdığı roman kadının gücünü edebiyat tarihinde ilk vurgulayan eserlerden birisi olarak anılır. Kadının adının olmadığı erkeklerin lord, dük, asilzade gibi ünvanların ardına sığınıp, toplumu ve kadınları baskıladıkları yıllarda, genç bir kadının sadece kendisine inanarak şekillendirdiği yaşamını anlatır Bronte. Dönem için en büyük devrimin, böyle bir hikayeyi kadın kahramanın öznelleşerek, kendi ağzından anlatması olduğu kabul edilir. Bronte bunu yaparken takma erkek adı kullanıyor. Jane büyük bir aşkla bağlandığı Lord Rochester’den köleleşmemek için kaçar. Finaldeki birleşme ise güçlü bir kadının, eril iktidarını kaybetmiş bir erkekle birleşmesidir. 24 kez sinemaya uyarlanan romanın bu yeni versiyonunda Japon asıllı genç yönetmen Cary Fukunaga ürperten gotik bir atmosfer kuruyor.

AŞK VE KÜLLER-BLUE VALENTİNE (2009)-Yön: DEREK CIANFRANKE

Aşkın modern hallerini anlatırken romantizm yerini mutsuzluğa, uyumsuzluğa terk ediyor. İsteksiz dokunuşlar, acıtan sözcükler artık can çekişen bir aşkı tanımlıyor. Dean her ne kadar kabul etmese de Cindy’i ile aralarındaki son bağ neyse, o da kopmuş gitmiştir. Israr eder, aşkı zorlamak ister. Bir şeyi görememektedir Dean, karısı ile arasındaki sosyal sınıf farkının aşk bitince olanca gerçeği ile ortaya çıktığını. Ryan Gosling ve Michelle Williams arasındaki müthiş düello ve yönetmen Derek Cıanfranke’nin sade fakat hiçbir anı boş geçmeyen anlatımı sarsıcı ve gerçek.

BROCKEBACK DAĞI-BROCKEBACK MOUNTAIN (2005)-Yön: ANG LEE

Tayvanlı yönetmen Ang Lee büyük bir cesaretle, erkekliğin timsali kovboyların eşcinsel ilişkilerini anlattığı filmle 2005’de Oscar kazandı. Kazandığı ödülden çok böylesine yıkılmaz bir erkek imajına getirdiği cesaretli yorum alkışlandı. Çoluk çocuk sahibi iki kovboyun yıllara yayılan aşkını epik ve şiirsel bir anlatımla görselleştiren Lee toplumun sıkıcı standartlarına başkaldıran bir metni de alttan yumuşak bir şekilde verdi. Aile, sıradan işlerden bunalmış modern yaşam erkeğinin bir portresini kovboy kıyafetlerinin altında sakladı.

ÜÇ-3 (2011)-Yön: TOM TWYKER

Alman kökenli Tom Twyker bir kadın ve iki erkek arasındaki bir ilişkiyi anlatırken sinema tarihinde bu temayı ilk işleyen François Truffaut’nun başyapıtı “Jules ve Jim”e modern bir cila atıyor. Günümüz yaşantısının tek düze akışı içine sıkışmış bireylerin cinsel özgürlük ile çıkış aradıkları dünyalarını anlatırken, karakter derinliğinden çok, biçimci görselliği ve kurgusu ile dikkat çekmeyi tercih ediyor. Heteroseksüalite, biseksüalite gibi çetrefil ilişkileri en uca nasıl giderim düşüncesi ile yorumlamak istiyor. Her şey bir yana aşkın farklı yönlerini cesaretle işliyor.

CİRCUMTANCES (2011)- Yön: MARYAM KESHVAREZ

Amerikalı yönetmen Maryam Keshvarez doğduğu İran’dan bireysel özgürlüklerin ne denli kısıtlandığını etkileyici bir dille anlatıyor. Ergen yaşlardaki iki genç kız Atafeh ve Shireen’in özgürce yaşam istekleri ülkedeki baskı rejimi karşısında çaresizliğe mahkumdur. Erkeklerin dini kullanarak kadınları baskıladığı, ahlak polisinin genç kızları yolda çevirerek bekaret kontrolüne gönderdiği toplum yapısı içinde birbirlerinden cinsel olarak da hoşlanan iki genç kız için tek hedef, özgürce yaşabileceklerine inandıkları Dubai’e kaçmaktır. Kadınların aile içinde şarkı söylemesinin bile kısıtlandığı toplum yapısını bireysel dramlar ile etkileyici bir biçimde harmanlayan Keshvarez stilize görüntüler, iyi seçilmiş müzikler eşliğinde hikayesini anlatıyor.

ÇARPIŞMA-CRASH (1996)- Yön: DAVID CRONENBERG

Sinema tarihinin en kışkırtıcı aşk filmlerinden birisi olan “Çarpışma” David Cronenberg’in provakatif sinematografisinin ilginç örneklerinden oldu. J.C. Ballard’ın romanından yaptığı uyarlamada otomobil kazası yaparak veya seyrederek tahrik olan bir grup insanı anlatır. Etin ve metalin iç içe geçerek yeni bir beden oluşturduğunu vurgulayan alt metni yoğun sevişme sahneleri ile görselleştiren Cronenberg tuhaf bir aşk filmine imza atar. James Spader’ın Rosanne Arquette’in kalçasındaki yara izinden tahrik olarak sevişmeleri bu tuhaflığın en unutulmaz sahnelerinden olur.

DECCAL-ANTICHRİST (2009) – Yön: LARS VON TRIER

Son yirmi yılın en şaşırtıcı yönetmenlerinden olan Danimarka doğumlu Lars Von Trier kadın karakterlerini yaşamın acımasızlığı içinde çeşitli sınavlardan geçirdi. Dalgaları Aşmak’ta Bess (Emily Watson)kaybettiği mutluluğu ararken seks ve tanrı arasında sıkışıp kaldı, Karanlıkta Dans’da Selma Jezgova(Björk) tüm geleceğini çalan insanların kötülüğü karşısında çaresiz bir kurban oldu, Dogville’de Grace (Nicole Kidmann) kendisini acımasızca sömüren insanlardan intikamını alan bir meleğe dönüşür. Von Trier filmlerinde genelde kurban olan kadını Deccal’de kötülüğün anası şeytan ile eş değer tuttu. Çocuğunun ölümünden sonra depresyona giren annenin terapisini kocası üstlenir. Trier’de filmde eleştirisel yaklaştığı bilişsel terapiyi görmüş. Sakin ve kontrollü bir koca karşısında dengesiz, kendine zarar verebilecek bir kadın profili vardır. Doğada bir kulübeye giderek, medeniyetten uzak yaşam içinde benliği onarmaya çalışırlar. Baştaki sevişmeye davet eden pastoral doğa bir süre sonra yok edici, kaotik ortama dönüşmeye başlar.Doğanın özündeki kaos ortaya çıkmıştır. Paralel değişimi kadında da benliğinde yaşamaya başlar. Kötüleşir, kocasına zulmetmeye, öldürmeye çalışan kontrolsüz bir kadına dönüşür. Aşkın ürkütücü yüzünü gösterir Trier.

ZAMAN YOLCUSUNUN KARISI-TIME TRAVELLER’S WIFE(2009)- Yön: ROBERT SCHWENTKE

Erkek, genetik olduğu düşünülen bir hastalığın yaşamını alt üst etmesine engel olamıyor. Kendi kontrolü dışında epilepsi nöbeti yaşar gibi, zaman içinde yolculuğa çıkıyor, bilmediği yerlere veya kendi geçmişine gidebiliyor. Her seferinde yeniden doğarcasına, çıplak olarak düşüyor bir kara parçasına. Geçmişteki olaylara müdahale edebilme gücü yok. Kendi geleceğini de göremiyor. Döndüğünde ise her şeyi unutuyor. İlişkinin kız tarafı bu durumdan hiç mutlu değil. Nasıl olsun? Yaşanacak en mutlu anda aniden ortadan kaybolan bir sevgiliyi kim ister ki? İkiliyi kozmik güç gibi birleştiren aşk olmasa, olmayacak bir birliktelik. Doğacak çocuğun bilinmeyen bu gene sahip olup, aynı yolculuklara çıkma olasılığı çiftin arasında büyük bir soru işareti olarak durmaktadır.

Hikaye insanlığın en büyük hayallerinden olan zaman içinde yolculuğun getirebileceği mutsuzlulukları, muhteşem bir aşk zarfı içinde sunuyor. Henry De Tamble (Eric Bana) zaman içinde yaptığı yolculuklar sırasında önce sevgilisi ve sonra karısı olan Clare ile karşılaştığında kendisi kırk, o ise altı yaşındadır. Sonrasında defalarca karşılaşırlar, zamanla onun eğitmeni, arkadaşı ve sevgilisi olur. Şimdiki zamanda karşılaştıklarında ise kendisi yirmi sekiz, Clare ise yirmi yaşındadır. Audrey Niffenegger’in çok satan ve bol katmanlı romanından uyarlanan filmde öykü çok daha basit ve aşkı ön plana çıkaran bir senaryoya çevrilmiş. Yoksa romandaki onca detay ile başa çıkmanın ve anlaşılır bir senaryoya dönüştürmenin yolu çok zor olurdu.

KİMSE BENİ SEVMİYOR-KEINER LIEBT MICH (1995)- Yön :DORRIS DÖRRIE

Otuzunda bir kadının başına atom bombası isabet etme şansının erkek bulmasından daha yüksek olduğuna inanan Fannie artık umudunu falcılara, üfürükçülere bağlamıştır. Karşı kapısında oturan Afrika kökenli Orfeo Fannie’yi umutlandırmak için iyi ödeme karşılığı her türlü büyüyü yapar. Ekzantrik büyüleri ve dansları ile Fannie’yi etkileyen homoseksüel ekzantrik Orfeo gerçekte büyük bir yaşam savaşının içindedir. Zamanla her ikisi arasında az rastlanır bir aşk doğar. Dörrie muhteşem duygusallığı fantastik öğeler ile harmanlayarak seyircinin yüreğine ışınlar.

 

JUNO (2008)- Yön : JASON REITMAN

Erkek arkadaşı ile bir kez olan birlikteliği sonrası hamile kalan Juno ilk kertede kürtaj düşüncesini kafasından atar. Çocuğunu doğurmaya kararlıdır. Tek zorluk çocuğu büyütmek ve bu genç yaşta sorumluluğunu almaktır. Bunu da kıvrak zekası ile halleder. Çocuğu olamayan hali vakti yerinde iyi bir aile gibi gözüken genç bir çift ile anlaşır. Çocuğunu doğurup her hangi bir bedel istemeden aileye verecektir. Zamanla bu aile de karı koca ilişkisinin mükemmel olmadığını görür. Üvey babası ve annesi ise büyük bir olgunlukla Juno’ya yardımcıdır. Her şeyden önce filmin seks özgürlüğü, kürtaj ve mahalle baskısı üzerine açmak istediği konular var. Seksin her yaşta insan bedeninin bir özgürlüğü olduğu, kimsenin bunu yargılamaya hakkı olmadığını vurguluyor. Filmin en hoş sahnelerinden olan ve Juno’nun ilk kez ebeveynlerine hamile olduğunu açıkladığı sekans bunun en güzel örneği. Büyük bir hoşgörü ve olgunluk içinde karşılayan anne ve üvey baba sakince ne yapmayı düşündüğünü, babasının kim olduğunu soruyor. Büyük çoğunluğun kürtajı öncelikle düşüneceği bu durumda Juno kabul etmiyor, içine sindiremiyor. Pek çok yerde kürtaj çılgınlığının yaşandığı bir dünyada Juno sıra dışı ve çoğunluğa karşı bir karar veriyor.

 
Toplam blog
: 223
: 1093
Kayıt tarihi
: 12.01.11
 
 

İzmir’de doğdu. Viyana Tıp fakültesini bitirip doktor ünvanını aldıktan sonra Genel Cerrahi ihtis..