Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Temmuz '09

 
Kategori
Öykü
 

13. Eon kutsal soy bölüm XIV: göğe yükseliş

13. Eon kutsal soy bölüm XIV: göğe yükseliş
 

Nemrut, Antiochus tümülüsü


Omzunun acısıyla kıvranan Alper duyduğu cümleyle artık bu acı dahil hiçbir şey hissetmemeye başladı. Sanki çevresindeki her şey durmuş gibiydi, ne bir şey duyuyor, ne bir şey görüyor, ne de bir şey düşünebiliyordu. Ailesi ölmüştü, o an gözünde olanlar canlandı; Fay eve girdikten sonra önce evin içine attığı gaz bombası ile hepsini uyutmuş, sonra da evi ateşe verip onları diri diri yakmıştı. Artık tek hissettiği hızla büyüyen bir öfkeydi. İçinde dünyadakinden daha büyük volkanlar patlıyor, bütün benliğini yıkan depremlerle o göçerken öfkesi kat be kat artıyordu. Nefesi hızlanıp düzensizleşiyor, kalbi göğsüne içeriden vuran bir balyoz gibi çarpıyor, gözleri kararıyor, kulaklarını sağır edici bir uğultu kaplıyor, bütün vücudu uyuşuyordu. Birden etrafını bembeyaz bir ışık kapladı, ışık o kadar kuvvetliydi ki bakamıyorlardı bile. Işığın kuvvetiyle Fay metrelerce geri fırladı. Bunu gören çavuş ''holy damn mother of god what the heck'' diyordu çenesi dehşetle aşağı düşmüş olarak. Hepsi gözlerini kısarak bu şiddetli ışığa bakmaya çalışıyordu. Minibüsün arkasında yere düşüp kafasını çarpmış olan Eah'da kendine gelip yerden başını tutarak kalkarken gördüğü manzara karşısında olduğu yerde kaskatı kesildi. Alper bir şeyler bağırarak Fay'in üzerine yürümeye başladı, o yürüdükçe etrafını saran ışık daha da kuvvetleniyordu. Fay yerden kalkmaya çalışırken askerlere bağırıp ateş etmelerini söylüyordu fakat hiçbiri silahını Alper'e doğrultmaya bile cesaret edemiyordu. Düşürdüğü silahını kapan Fay hızla bütün şarjörü Alper'in üzerine boşaltmaya başladı, kurşunlar silahtan çıkıyor fakat hedefi vurmuyor gibiydi. Hala ''Sergeant, this is an order! Shoot him! Take him down!'' diye bağıran Fay, Alper'in anlaşılmaz sözleri arasında acıyla haykırmaya başladı. Yakarışlar içinde ellerini kaldırıp baktı, derisi parça parça bütün vücudundan sıyrılıyor, her sıyrıldığı yer önce kıpkırmızı kızarıyor ve sonra da alev alıyordu. Kısa süre içinde bütün vücudunu saran alevlerin içinden yükselen sesi de zamanla kesildi ve ışık da hızla zayıfladı. Zayıflayan ışığın içinden tekrar görülebilen Alper ise karşısında Fay'in bedeni hala yanarken olduğu yere yığılıverdi.

Eah fırlayıp Alper'in yanına koştu, bayılmıştı ve yarası hala kanıyordu. Hemen kaldırıp Alper'i araca taşırken Nikolai, askerler ve araçların şoförleri ise hala dehşet içinde Fay'in yavaş yavaş sönmeye başlayan kömür olmuş bedenine bakıyorlardı. Etrafı kesif bir yanmış insan eti kokusu sarmıştı ve askerlerin biri dayanamayarak yolun kenarına koşup kusmaya başladı. Bir diğeri ise manzaraya dayamayıp arkasını dönmüştü. Nikolai gözlerini küle dönen bedenden ayıramadan ''So what is it gonna be now sergeant? Are you coming with us or what?'' Çavuşun titreyen ellerinden biriyle artık iyice rahatsız edici olmaya başlayan yanık et kokusundan korunmak için burnunu ve ağzını kapatırken korkudan çatallaşmış sesiyle yanıtladı;

-What's the new destination?

-Adıyaman, just tell the driver to follow us.

Çavuş başıyla onaylayarak tekrar araca dönerken Nikolai tekrar seslendi;

-Hey sergeant, turn of the GPS and every communication device. You've got jammer in your ride?

-No agent we don't.

-Then stay in ours' range, we wouldn't want an army on our tail would we?

-Yes agent.

Böylece ikisi de araçlarına gidip şoförlere planların değiştiğini söylemek üzere ayrıldılar. Nikolai aracın yanında bekleyen şoföre de önce bütün iletişim aygıtlarını ve GPSi kapatmasını, jammer sistemini aktive etmesini söyledi. Daha sonra da yeni istikametlerinin Adıyaman olduğunu duyan şoför GPS yol bulucu olmadan Adıyaman'a gitmesinin zor olduğunu söyleyince Nikolai ön tarafa dalıp torpido gözünden bir Ortadoğu haritası çıkarıp açtı zaten Adıyaman'a gitmeyeceğini söyledi ve parmağını sınır üzerine bir noktaya koyup ''This is your GPS wayfinder and this is the destination! Now hit the gas and take us here!'' dedi ve haritayı şoförün eline tutuşturup beklemesini söyledi. Aceleyle arka tarafa geçip Alper'in yarasını tekrar sarmaya uğraşan Eah'a ''Nasıl? İyi mi?'' diye sordu. Eah ''İyi olacak.'' diyerek onayladıktan sonra da arka kapıları kapatarak ön tarafa geçip şoförün yanına oturdu ve gaza basmasını söyledi.

Araçlar hareket edip öncekinin aksi yöne giderken yolun kenarında kül olan Fay'in cesedinden hala dumanlar tütüyordu. Bu sırada beklendikleri askeri hava alanında ise kendileri ile bağlantının kesildiği üstlere rapor edilmişti bile ve hemen bir çatışma veya saldırı ihtimaline karşı arama kurtarma timi gönderildi ve kaçma ihtimaline karşı da ana geçiş yolları ve sınır giriş çıkışlarının tutulması emri verildi. Bağlantı kaybından önce bir süre sabit konumda durmaları bir çatışma sonrası iletişimin kesilmiş olduğu düşüncesinin ağır basmasını sağlıyordu fakat yine de eğer bir çatışma çıktı ise neden destek istenmediği sorusu da şüpheye neden oluyordu. Nikolai durumu tahmin edebilecek kadar zekiydi ve şoföre tutulan ana yollardan uzak durmasını söyledi. Arka tarafta ise arazide sallanarak ilerleyen aracın etkisiyle başında Eah'ın olduğu Alper araç zeminine yatırıldığı yerde acı içinde inliyor, kızarmış gözlerinden yaş döküyordu. Asıl canını yakan ise omzundaki değil yüreğindeki yaraydı. Eah ne kadar müsterih olmasını telkin etse de işe yaramayacağını bildiğinden bir şey söylemiyordu. Aradaki açık camdan ise ön tarafta Nikolai ve şoförün konuşmaları duyuluyordu. Fay'in başına gelenden hala şaşkınlıkla bahsediyordu şoför ve Nikolai da aynı şoku yaşadığını söylüyordu. ''Peki neler söylediğini duydunuz mu?'' diyordu şoför heyecanla, Nikolai duyduğunu fakat tek kelimesini bile anlamadığını söylüyordu. Daha önce hiç duymadığı bir dildi. Eah arkadan ''ben ne dediğini biliyorum'' diye seslendi ''çok eski bir dilde konuşuyordu. Yazı bulunmadan önce kullanılan bir dilde, Babil'de diller bölünmeden önce konuşulan lisanda.'' ''Peki ne diyordu'' diye sordu şoför merakla. Eah sözlerin ağır şeyler olduğunu söyledi; ''Pek çok küfür, pek çok hakaret ve şöyle diyordu; Şimdi cehennemi sen göreceksin! Şimdi onlar değil sen yanacaksın!''

Nikolai o sahneyi gözünün önüne tekrar getirdi, daha önce ceset de görmüştü, ölenler de ve hatta öldürmüştü de fakat böyle bir şey görmemişti ve ömrü boyu ne o görüntüyü, ne o yakarışı, ne de o ağır kokuyu unutabileceğini sanmıyordu. O kadar gerilmişti ki uzun süredir ağzına sürmediği halde yanındaki şoförden bir sigara isteyip yaktı. Derin bir nefes çektikten sonra. ''Peki bu dili nasıl biliyor?'' diye sordu Eah'a.

-Bu atalarının konuştuğu bir dil, o yüksek konsantrasyon anında bir şekilde bilinçaltından ortaya çıkmış olmalı.

-Ya o ışık?

-Sana enerji beden ve kütle beden oranından bahsetmiştim. O gördüğümüz enerji bedeninin iyice yoğunlaşıp kütle bedeninin ona karşın zayıflamış haliydi. Yüksek enerjili daha eterik bir yapı, yeni eon'a girildiğinde ona adapte olabilen pek çok insan da bu formu alacak...

Onlar konuşurken Alper hala uzandığı yerde iki acıyla birden boğuşuyordu. Belki de bütün bunların arasında tek iyi sayabilecekleri ise kurşunun sadece sıyırıp geçmesi ve Eah'ın kanamayı durdurabilmiş olmasıydı. Fakat kaybettiği kanın ve mental durumunun da etkisiyle üzerine çöken halsizlik ve ona ninni gibi gelen motorun da uğultusuyla kan çanağına dönmüş gözlerini uzun süre açık tutamadı.

Gördüğü rüyadan uyanmayı hiç istememişti. Rüyasında ne karanlık vardı, ne acı içinde haykıranlar, ne de onu arayan dünya dışı tanrılar. Tam bakkala tekrar gitmek üzere bahçeden dışarı çıkacakken kapı çalıyor ve açtığında Kerim elinde ekmek olan torba ile içeri giriyordu. Sonra da yukarı çıkıp hazırlanan sofraya beraber oturuyorlardı. Açık olan televizyonda felaket haberleri değil Kerim'in de onun da nefret ettiği saçma bir şarkı yarışması vardı. Kamil ve Mehmet onu izlerken Kerim ile ikisi de diğer kanaldaki filmi açmaları için kavga ediyorlardı babaları ile fakat bu tatlı kavgadan bile mutlu oluyordu. Merve hayranı olduğu yakışıklı yarışmacıyı televizyona kilitlenmiş gözünü kırpmadan izliyor Semiha ve Aysel de dedikodu yapıp birbirlerine başkalarını çekiştirip gülüşüyorlardı. Alper artık bu sıradan gibi görünen manzaraya farklı gözle bakıyordu. Sanki zaman çok daha yavaş akıyordu ve özlediği bu sıradan anın tadını sonuna kadar çıkarıyor, annesinin attığı her kahkahayı bir şarkı gibi dinliyordu, babasına sanki doğuştan buna programlanmış gibi ettiği muhalefeti artık onunla zıtlaşmak için değil sadece dikkatini televizyondan kendisine çekip olabildiğince fazla konuşmak, konuşturmak içindi. Çünkü bu mutlu anın uzun sürmeyeceğini biliyordu ve sürmedi de. Uyandığında sarp bir yamacın yanında akan suyun şırıltılarını duyuyordu. Neler olduğunu sormaya yeltenirken onu omzuna almış olan asker ağzını kapatıp sessiz olmasını söyledi. Yüzüne vuran serin rüzgar onu kendine getirdiğinde gecenin karanlığında iki dağın arasında hızla akan bir nehri geçmeye çalıştıklarını fark etti. Kendi ülkesine bir terörist gibi giriyordu. Nikolai sınır giriş çıkışlarını tutacaklarını biliyordu bu yüzden de Türkiye'ye gizlice girmeye karar vermişti. Zap suyunu gecenin karanlığında fark edilmeden geçtikten sonra Çukurca'ya ulaşıp oradan da Hakkari merkezden bir araç bularak Adıyaman'a gitmeyi planlıyordu. İki ucundaki halkalara geçirdikleri sırıklarla sandığı da taşıyarak dokuz kişi nehri geçtiler. Tam karşı yamaca biraz soluklanmak için oturmuşlardı ki çavuş bir vızıltı duydu ve hepsi yerlerinden fırlayıp bir kayanın arkasında veya küçük bir oyuğun içinde siper aldılar. Suyun Irak tarafından ateş edilmişti, onları buldular mı yoksa teröristlerin tahrik ateşi mi bilmiyorlardı fakat hemen iki yüz metre kadar batılarından karşı ateş gecikmedi.

Eğer ateş peşlerine düşmüş birileri tarafından edildi ise büyük bir aptallık ettiklerini herkes söyleyebilirdi fakat böyle bir durumda kalıp çarpışmak yerine fırsattan yararlanıp uzaklaşmak en iyi seçenekti. Hem ne olursa olsun çatışmaya girerek yerlerini de Türk kolluk kuvvetlerine ifşa etmek kötü sonuçlar doğurabilir diye düşünüyorlardı. Önce nehir şeridi boyunca iki kilometre kadar doğuya ilerleyip çatışma bölgesinden uzaklaşmaya çalıştılar daha sonra da sınırdan iç kesimlere doğru sarp kayaları aşmak için taban tepmeye koyuldular. Birkaç yüz metre ilerleyebilmişlerdi ki arasında kaldıkları iki yamacın yüksek kesimlerinden çapraz ateş altında kaldılar. Muhtemelen daha önce açılan tahrik ateşi nedeniyle bölgede dikkat kesilenlerin ateşiydi bu. İlk ateş sırasında askerlerden biri göğsünden vurularak yere düştü. Sandığı taşıyanlardan bir şoför ise vurulan sağ baldırını tutarak saklanacak yer arıyordu. Hepsi yine bulabildikleri yerlere saklanıp siper aldılar, Nikolai bir taşın arkasına Alper ile beraber saklandı ve yine vurulmaması için üzerine kapaklandı. Ateş o kadar yoğundu ki askerler siperlerden kafalarını çıkarıp karşılık bile veremiyordu ve durum hiç de iç açıcı görünmüyordu eğer teslim olmazlarsa orada telef olacakları açıktı. Nikolai sonunda ''teslim oluyoruz'' diye bağırdı ''ateş etmeyin, teslim oluyoruz!'' Biraz sonra ateş kesildi ve batı yamacından iki er ile bir asteğmen aşağı indiler. Göğsünden vurulan asker çoktan hayatını kaybetmiş diğer askerler ve Nikolai da silahlarını bırakmışlar ve ellerini kaldırmışlardı. Erler tüfeklerini üzerlerine doğrultmuş tetikte beklerken Asteğmen üzerinde amerikan üniforması olan askerleri görünce çok şaşırmıştı. ''Are you american?'' diye sordu askerlerden birine ve o da ses çıkarmadan başıyla onayladı. Türk asteğmen hala amerikan askerlerinin orada ne aradığını, sınırdan neden gizlice girmeye çalıştığını merak ederken Nikolai kendini tanıtıp durumun karmaşık olduğunu üstleriyle görüşmesinin gerektiğini söyledi asteğmene. Asteğmen ona doğru yürüyüp ''öyle mi?'' diye sordu biraz da alaycı bir tavırla sonra da erlerden birine dönüp ''Hasan, cep telefonumu ver bakalım da arayalım şu genel kurmayı arkadaş konuşsun'' deyip Nikolai'a döndü ve suratına okkalı bir tokat geçirdi. ''Ulan senin anan bir güzellik yarışması kazandı mı hiç öküz? Sorgusuz sualsiz Çankaya'nın kapısına bırakalım seni istersen davete gidiyorsun ya geç kalmışsındır!'' sinirli asteğmen erlere dönüp diğerlerini de çağırmalarını ve grubu da toparlamalarını söyledi. Askerlerden birinin çaldığı ıslıkla yamaçlarda yaklaşık on beş asker daha indi ve hepsini toparladı. Yaralı şoförün iki koluna erler girmişti, Alper ise Eah'a tutunarak ilerliyordu ve omzu hala acıyordu. Ölen amerikan askerinin cenazesini de sandığın üzerine öylece atıvermişler ve erler sandıkla birlikte onu da taşıyorlardı. Çayırlı sınır karakoluna vardıktan sonra yaralı şoföre ve Alper'in omzuna karakolun koşulları dahilinde tedavi uygulanırken diğerleri de sorguya çekilmeye başlandı. Bu sırada Hakkari Dağ ve Komando Tugay Komutanlığına da haber verilmişti bile. Karakoldaki sorgulardan sonuç alınamamış Nikolai üstlerle görüşme talebinde ısrar ederken diğerleri de ona uyup bir şey söylememişti. Tugay komutanlığına götürüldüklerinde amerikan hükümeti de en başta bulunmasına yardım eden ve büyük ölçüde ortak çalıştıkları Türk istihbaratına onları yakalama talebinde bulunmuştu bile. Alper'in artık tek şansı gerçekten olanları anlatıp ailesinin katillerine tekrar teslim edilmemeyi ummaktı ve öyle yaptı. Uzun süren görüşme trafiği sonrası ise kendisini Eah, Nikolai ve yanlarına verilmiş biri yüzbaşı diğeri astsubay üstçavuş ve yine askeri minibüsün arkasında sandığa göz kulak olmak üzere iki er ile tekrar yolda buldu.

Kahta yolundan batı tapınağına tozu dumana katarak ilerliyorlardı. Türk hükümeti ve genel kurmayı verdikleri karar ile ilahi savaş öncesi safını da kesin olarak belirlemişlerdi. Böyle bir durumda bile herhangi bir buyruk altında kalmayı kabul edememişlerdi. Tapınağa vardıklarında ise ne etrafta inleyen insanlar, ne de sonsuz bir karanlık ve yıldızsız bir gece vardı. Batı semalarını kaplayan kül tabakasının sınırı Nemrut'a çok yakındı fakat oraya kadar ulaşmıyordu. Sanki dev gri bir yağmur bulutu gibi görünüyordu uzaktan, gerçi yağdırdığının küçük şu damlacıkları olmadığını gayet iyi biliyordu. Çavuş ve Nikolai'ın da yardımıyla erler sandığı da indirdikten sonra yüzbaşı ''Eee? Şimdi ne olacak?'' diye sordu. Ne olacağını bilmiyordu Alper, tek bildiği buraya gelmesinin gerektiğiydi ve gelmişti. ''Bilmiyorum'' dedi umutsuz şekilde bir taşın üstüne otururken. ''Ne demek bilmiyorsun? Bu kadar yolu boşa mı geldik? Bu kadar sıkıntıyı boşa mı çektik?'' diye bağıran Nikolai artık yorulmuştu ve sabrının sınırlarını zorluyordu. Eah sakin olmasını, Alper'in buraya kadar geldikten sonra mutlaka bir yol bulacağından emin olduğunu söyledi Nikolai'a.

-Olmayan zaman mı? Düşmanlarının burayı her an yerle bir etmeyeceğini nereden biliyorsunuz?

-Burayı bilmiyorlar, Enlil de dahil hiçbiri evin burası olduğunu bilmiyor. Tek bilen bizi duyan o sıfatsız pislikti.

Alper bu cevabı verdiğinde hala düşünüyordu. Gördüğü rüya ve hayallerden ona ipucu olabilecek bir şey hatırlamaya çalışıyordu. ''Düşün'' diyordu ''düşün, tanrının evi, ışık çağı, düşün, düşün geri zekalı düşün!'' kendisine hakaretler edip bir şeyler bulmaya çalışırken erlerden birinin birkaç metre arkasında ağır ağır ilerleyen küçük bir yılan gördü ve o anda zihninde şimşekler çakmaya başladı. Görülerinden birindeki küçük bir detay geldi aklına; tepenin başındaki kapının üzerinde yatan adamın elinden çıkıp birbirine dolanarak bir deliğe giren iki yılanı hatırladı ve yerinden fırlayıp ''DNA'' diye bağırdı ''kan!'' Diğerleri ne demek istediğini anlamamış şaşkın halde ona bakarlarken Eah ve Nikolai bir şey hatırladığından eminlerdi çünkü pek çok kez yaşamışlardı bu sahneleri ve artık alışmışlardı. İkisi de yerinden fırlayıp sunağa doğru giden Alper'i takip ettiler. Gözü sunağın çevresinde bir şeyler arıyordu fakat bulamıyordu, sonra diğerlerine dönüp ''su var mı?'' diye sordu ''bir şişe su bulun bana!'' Yüzbaşı erlere dönüp hemen minibüste motor için bulundurdukları küçük su bidonunu getirmelerini söyledi ve biri koşup bidonu yüzbaşına getirdi. Alper de yüzbaşıdan bidonu alıp suyu sunağın ortasına döktü ve izlemeye koyuldu. Diğerleri hala ne yaptığını anlamaya çalışıyordu. Sunak üzerinde kıvrılarak ilerleyen suyu takip etti ve sunağın bir kenarından bir taşın üzerini kapattığı küçük bir deliğe doğru aktığını gördü. Taşı kaldırıp en fazla yarım santimetre çapındaki deliğe baktı ve ''kesici bir şey lazım'' dedi. Yine neden olduğunu anlamasalar da askerlerden biri belindeki kasaturasını çıkarıp ona verdi. Bıçağı alan Alper bir eliyle sıkıca tutup diğer elinin avucunu açtı ve kasatura ile dişlerini sıkarak kesmeye başladı. Astsubay ise ''ne yapıyor bu deli?'' diyordu kendi kendine. Kestiği elini deliğin üzerine tutup kanın içeri akışını seyretmeye koyuldu Alper ve bir şeyler olmasını bekledi. Bekliyordu fakat bir şey olmadıkça sabrı da tükeniyordu. Zaman geçtikçe diğerleri de homurdanmaya başlamıştı ki yerin sallandığını hissettiler. Deprem oluyor sanıp bir yerlere tutunmaya çalışıyordu çoğu fakat Alper ayağa kalkıp sunaktan biraz uzaklaştı ve o uzaklaşır uzaklaşmaz sunak yere doğru göçmeye başladı. Bir dakika kadar sonra sarsıntı durdu ve göçen sunağın altından aşağı doğru inen bir geçit ortaya çıktı. ''Nereden bildin?'' diye soran Nikolai'a ''Görülerimden biri, parmak izi veya retina taramaları gibi giriş sadece soyumun DNA’sıyla açılıyor.'' cevabını verip sandığı almalarını söyleyerek içeri daldı. Yerin altına elli metre kadar inen merdivenlerin karanlığından diğerleri ellerinde fenerlerle inerken o en önde sanki karanlıkta görürmüş gibi koşar adımlarla iniyordu. Merdivenleri indiklerinde Alper karanlık odanın ortasında elinde kalın ve büyükçe bir levha onları bekliyordu. El fenerleriyle odanın içine göz gezdirdiler fakat on metre kadar çaplı yuvarlak oda bomboştu.

Yüzüne elindeki feneri tutan yüzbaşına yerdeki çukuru gösterip ''buraya'' dedi ''sandığı buraya getirin.'' Yüzbaşı sandığı taşıyan erlere ve çavuşa yardım etti ve sandığı odanın ortasına taşıdılar. Alper bir elinde çukurun kapağını tutarken diğer eline de Nikolai'dan feneri alıp Eah ile birlikte sandığı çukura yerleştirmeye çalışan Nikolai ve askerlere ışık tutuyorlardı. Beşi zorlukla sandığı çukura yerleştirdikten sonra sandığın ağırlığı ile bulunduğu zemin yarım metre kadar aşağı göçtü ve Alper kapağı geri kapatırken çukurun yan tarafından ikinci bir kapak çıkıp sandığın üzerine sıkıca oturdu. Hemen ardından bir mekanizmanın çalışmaya başladığını duydular ve içeri girdikleri kapı kapandı. Alper ''gözlerinizi kapatın'' derken odayı kör edici bir ışık doldurdu.

Alper gözünü açtığında bir yerde uzanıyordu fakat sanki havada asılı duruyormuş gibi hissediyordu. Hareket edemiyordu ve bir şey göremiyordu. Yine de her nerede ise yakınında birinin varlığını hissediyordu;

-Kim var orada? Sen kimsin?

-Ben O'yum! diyen ses kulağında yankılanıyordu...

-Enki...

-Enki, Tanrı, Allah, Yahve, pek çok adım var fakat ilki Enki idi...

-Neredeyim? Neden göremiyorum?

-Evimdesin, evinde ve korkma, sadece geçici bir görme kaybı. Işık yüzünden.

-Diğerleri nerede? Eah, Nikolai, yüzbaşı...

-Onları merak etme, iyiler.

-Peki şimdi ne olacak?

-Hazırlanacaksın...

-Neye?

-Kaderine, insanlara edeceğin liderliğe. Tıpkı ataların gibi...

-Bunun için buraya kadar gelmem gerekli miydi?

-Evet! Seni Eridu'da diğerleri ile kaderine bırakamazdık, geçiş sırasında hayatta kalamama riskini göze alamazdık. Büyük bölümü ölecek olsa da insan soyu devam edecek. Fakat kimin şartlara uyum sağlayıp kimin öleceğini bilemeyiz bu yüzden de seni bu şartlara biz hazırlamalıyız. Her insan cehennemden geçer, kutsal soyun varisi hariç.

-Cehennem tam olarak nedir?

-Üç günlük kör alan geçişi. Cehennem ateşi sanıldığı gibi içinde yanılacak alevler değil. Onları yakacak olan yüksek enerjili gama ışını yağmurunun bedenlerine yapacağı bombardıman.

-Yağmur! Bu yüzden yağmur başlamadan içeri girmemi söylüyordun, gama ışınlarından korunmam için. Cennet de o yüzden cesetlerle doluydu, cehennemden sağ kurtulamayanlardı onlar.

-Evet...

-Fakat bu soyun tek erkek varisi ben değildim, neden ben? Neden babam değil?

-Sen gençsin ve zihnin de öyle. Bu yüzden daha esnek ve daha kolay uyum sağlar.

-Peki ben hazır olduktan sonra ne olacak?

-Bunu konuşmak için henüz çok erken ve çok yoruldun biraz dinlen. Vaktin var, cevaplarını zamanla alacak veya kendin öğreneceksin...

Dünya her geçen gün artan felaketleri, savaşları ve ölümleriyle kıyamete yaklaşıyordu. Vezüv milyonlarca canı almış, su kaynaklarını kirletmiş, iklimi bozmuş, batı dünyasını karanlığa boğmuş, salgınlar ve yağmalarla baş başa bırakmıştı. Fırtınalar kuzey ve güney yarım kürenin tropikal iklime sahip hemen her bölgesini vururken depremler bütün dünyayı sallayıp yerle bir ediyordu. Çoğu eriyen buzullar pek çok yeri sular altında bırakmıştı ve savaşlar gittikçe şiddetini arttırıyordu. İnsanlık bu felaketlerle boğuşurken Enlil'in birliklerinin ilk toplu inişleri Eylül ortalarında başlamıştı fakat bunlar belirli çevreler dışında hala gizli tutuluyordu. Belirli ve önemli bazı kişilerin ise Enlil tarafından geçiş evresini kolay aşmaları sağlanacaktı. Amerika ve Meksika dışında çoğunlukla kuzeydoğu Mısır'a konuşlanan birlikler orta doğudaki müttefik liderlerin de yardımıyla Harran'a kadar olan bölgeyi kontrolü altına almıştı. Özellikle gelecek kuraklığı göz önünde bulundurarak kaynak sıkıntısı çekmemek için kuzeydoğu Mısır'dan başlayıp Harran ve kuzeyine kadar uzanan verimli toprakların bulunduğu yayı kontrol altına almak istiyorlardı. Fakat Harran bölgesini elinde tutan Türkiye onlara karşı cephe almıştı ve bu yüzden de karanlık günlerin başlamasıyla en zayıf anlarını yakalayıp tepelerine binmeye hazırlanıyorlardı. Dünyanın her yerinde ise felaket bölgelerinden ve kurak alanlardan nispeten daha iyi durumdaki yerlere göçler çoktan başlamıştı.

Tarihler 20 Aralık 2012'yi gösterirken dünya gökyüzünde görülen rengarenk ışık oyunlarının ardından önce yıldızların gökten döküldüğünü gördü ve ardından da birden karanlığa gömüldü. İlk şok dünya çapında yüz milyonlarca kişinin canını aldı. Elektrikli hiçbir şey çalışmıyordu, ulaşım, enerji, iletişim gibi pek çok sistem tamamen çökmüştü. Gökyüzünde ne güneş, ne ay, ne de bir tek yıldız vardı. İnsanlar ateş yakarak bir ışık bulmaya çalışırken çoğu da kendi yanıyor, gama ışınlarının bombardımanında can veriyordu. İnsanoğlu dünya üzerinde cehennemi yaşıyordu ve kimi kurtulmak için tanrıya yakarıyor, kimi karanlık günler çabuk geçsin diye uyuyor, kimi kargaşayı fırsat bilip yağma, soygun hatta cinayet gibi suçlar işliyor, kimi ise durumun ağırlığına bile dayanamayıp kendi canına son veriyordu. Değişime uyum sağlayarak kurtulanlar ise bedenleri ve algılarındaki değişim ile daha yüksek bilinç seviyelerine ulaşıyorlardı. On üçüncü eona girer girmez kadimlerin birlikleri de sağ kalanları tanrı adına güç de kullanarak sindirme ve buyruk altına alma operasyonuna başlamışlardı bile.

Tanrı katına çıkan kutsal soyun varisinin ise orada olanları bildiği halde elinden gelen tek şey, zamanının gelmesini beklemekti...

-

SON

 
Toplam blog
: 18
: 437
Kayıt tarihi
: 17.03.09
 
 

Yaklaşık 3 yıldır teknoloji sektöründe çalışmaktayım. Basketbol, bilişim teknolojileri, teoloji, mi..