Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Nisan '15

 
Kategori
Güncel
 

23 Nisan 1920 aydınlığından; çağdaş, bağımsız, demokratik hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti doğ

23 Nisan 1920 aydınlığından; çağdaş, bağımsız, demokratik hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti doğ
 

internetten


23 Nisan 1920’nin Aydınlığından; Çağdaş, Bağımsız, Sosyal, Demokratik Hukuk Devleti Olan Türkiye Cumhuriyeti Doğmuştur.

23 Nisan

Bugün bir başka aydınlık yeryüzü,

Bir başka ağaçların, evlerin yüzü.

Bugün çocuklar güzel.

Bugün sokaklar güzel...

Elimizden tutan her el                                                      

Daha sağlam

Daha mavi gökyüzü;

Bayraklar daha yakın.

Bakın: geçiyor yarının büyükleri;

Şarkılar tutuyor gökleri.(Adnan Ardağı)

23 Nisan 1920’nin aydınlığı, gün geçtikçe yerini sisli, bulanık bir havaya bırakıyor. Ağaçların, evlerin yüzü de değişti. Gökyüzü de maviliğini yitirdi. Bayraklar da tüm yurt düzeyinde özgürce dalgalanmıyor, artık. Ülkenin bazı bölgelerinde, göndere çekildiği yok. Bugünün çocuklarına 23 Nisan’ın aydınlık yüzünü daha iyi anlatmalıyız; çünkü demokrasinin, özgürlüğün, bağımsızlığın, ulus egemenliğinin temeli 23 Nisan 1920’’de, atılır. O ilk Millet Meclisi, tüm ülkeyi kucaklar; kurtuluşa giden yolu açarak Türkiye’yi Cumhuriyet’le buluşturur. Böylece teokratik yapıdan demokratik yapıya geçilir; Atatürk Devrim ve İlkeleri’yle laik, sosyal bir hukuk devleti kurulur.

İstanbul’un işgalinden sonra Mustafa Kemal, Anadolu’da ulusal bir meclisin toplanmasını düşündü.23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Ankara’da açılır. Ankara, Anadolu’nun ortasındadır. Buradan ülkeyi, Kurtuluş Savaşı’nı yönetmek –tüm zorluklara karşın-daha kolay olmuştur. Ankara ve çevresi, düşmanların egemenlik alanında da değildir. Bu nedenle, ulusal egemenlik bayrağı burada açılmıştır. Bu Meclis, gücünü toplumun her kesiminden almış; Misak-ı Milli sınırları içindeki topraklarımızın düşmandan temizlenmesi için gece –gündüz çalışmış, Türk ordusuna destek olmuştur.

“Olağanüstü yetkilerle toplanan Büyük Millet Meclisi, tüm ülke işlerine el koyarak çalışmaya başladı. Meclis; kanun yapacak, yürütme ve yargı yetkisini elinde bulunduracaktı.”(Sabahattin Selek,2011,s11)Bu bir “Kurucu Meclis”ti, yasama, yürütme, yargı yetkilerinin mecliste toplanması doğaldı. Bu Meclis’in önemini, özelliklerini, görevini kavramak için 19 Mayıs 1919’a ve sonrasına bakmak gerekir.19 Mayıs 1919’da emperyalizmin ağlarını yırtarak Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, bu tarihte Kurtuluş Savaşı’nın temelini atar. Bu tarih, Anadolu insanının silkinişi, uyanışı, emperyalizme başkaldırışıdır.19 Mayıs 1919 Anadolu insanına yeni bir yön verme, ulusal benliğimizi bulma tarihidir. Bu tarih, bir bakıma Atatürk’ün doğuş tarihidir; çünkü bu tarihte kendisini ulusuna adamış, yurdunun kurtuluşu, bağımsızlığına kavuşması için özveriyle çalışmış; ülkemizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmanın yolunu açmıştır. Kendisine de doğum günü sorulduğunda kesin olarak bilmediğini belirtmiş ve şöyle demiştir:”Benim doğum tarihim19 Mayıs 1919’dur.”

Emperyalizmin olduğu yerde; umursamazlık, kadercilik, her şeye boyun eğiş vardır. Erzurum (23 Temmuz 1919)ve Sivas (4 Eylül 1919)  Kongreleri’nin amacı, ulusu bu düşüncelerden kurtararak yurt savunmasına yöneltmektir. Mustafa Kemal, Türk ulusunun vatanını ne denli sevdiğini Çanakkale Savaşları’nda görmüştür. Türk ulusunun, tarihin hiçbir döneminde tutsaklığa boyun eğmediğini bilir. İnönüler(I.İnönü 6 Ocak 1921,II. İnönü 31 Mart 1921),Sakaryalar(13 Eylül 1921),Büyük Zaferler ’la kurtuluşun yolu açılır.30 Ağustos 1922’de mezar olur düşmana Anadolu.9 Eylül 1922’de, Türk ordusu İzmir’dedir. Dokuz günde –o yıllardaki koşularda- Afyon’dan İzmir’e savaşarak ulaşmanın zorluklarını düşünmek bile bu ülkenin hangi koşullarda kurtarıldığını, Türk askerinin kahramanlığını, Mustafa Kemal’in kumandanlık ve önderlik gücünü gösteriyor.

Hepsi bu kadar mı? Değil elbette.”Mustafa Kemal Atatürk, düşmanı denize döktüğü gün asıl savaşın başlamakta olduğunu haber vermişti yakınlarına. Gerçekten de öyle oldu. Atatürk biliyordu ki, asıl düşman içimizdeydi, kanımızdaydı. Onunla amansız bir savaşa girişecekti. Kurtarılmış yurdu ayakta tutmanın, yüzyıllarca korkunç bir sefalet içinde çırpınmış olan ulusunu Batı’nın mutlu ulusları düzeyine çıkarmanın tek yolu, gerilik ve hurafeler üzerine kurulu bir toplum düzenini topyekûn değiştirmekle mümkün olacağını anlamıştı.(Yaşar Nabi,Atatürkçülük Nedir ’in önsözünden)

Atatürk’ün hedeflediği,”mutlu uluslar düzeyine” ne derece çıkabildik? “Gerilik ve hurafeler üzerine kurulu bir toplum düzenini” değiştirebildik mi? Yoksa “gerilik ve hurafelere” dayalı bir düzenin özlemini çekenler, günden güne daha da güçleniyorlar mı? Çocuklarımızı, gençlerimizi, özetle geleceğimizi bu düşünce mi biçimlendirecek? Bu kaygıları yaşadığımız bir dönemde olduğumuzu düşünüyorum. İlköğretimindeki çocuklara Arapçayı öğretmenin yararı nedir? Arapçanın çocukların bilişsel, duygusal, devimsel gelişmesine yararı nedir? Böyle bir eğitim-öğretim anlayışı, bizi gelişmiş, çağdaş ulus olmaya değil; gelişmemiş, demokratik yaşama geçememiş Arap ülkelerinin düzeyine indirecek; çocukların kafasını karıştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Çocuğun gelişimiyle bağdaşmayan bu yapının ülkenin yararına olmayacağını düşünüyorum. Eğitimin amacı, ülke kalkınmasına katkıda bulunmak olmalıdır. Bu da çağdaş, bilimsel bir eğitimle gerçekleşebilir. Bilimin ışığında yetişen kuşaklar, bilgi çağını yakalayabilir. Atatürk, akıl ve bilim yoluna verdiği önem, şu sözlerde en kesin ifadesini bulmuştur:”Dünyada uygarlık için, hayat için, başarı için, en hakiki mürşit (doğru yolu gösteren) ilimdir, fendir.”(Atatürk’ten Düşünceler,1924,s.81)

Atatürk, Anadolu gezisine çıktı. Halka yazı öğretmenliği yapıyordu. Ankara’ya döndükten sonra bazı işaretlerin halka güç geldiğini, alfabeyi daha sadeleştirmemizi söyledi. Öyle de yaptık. Bugünkü yazımız meydana geldi.

Yeni yazı yasalaştıktan sonra biri Atatürk, ikincisi İnönü, hiçbir zaman eski yazıyı kullanmamışlardır. Atatürk’e eski yazı gösterildiği zaman:

 __   Okumasını bilmiyorum, derdi.(Falih Rıfkı Atay,Dünya,10.11.1958)

Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni bağımsızlık, özgürlük ilkesine oturtur. Kapsamlı anlamıyla Atatürk bağımsızlığı; siyasal, ekonomik, adli, kültürel, askeri alanlardaki bağımsızlıktır. Başka bir deyişle tam bağımsızlıktır. Her konudaki kararları, Türkiye Büyük Millet Meclisi, hiçbir etki altında kalmadan verir. Toplumun tüm kesimlerinin görüş ve düşünceleri bu Meclis’e yansırdı.

Atatürk,ulusçuydu. Kendi çıkarını değil; ulusun çıkarını, kalkınmasını düşünürdü. Kimileri gibi mal-mülk peşinde de değildi. İsteseydi, ülkenin kaynaklarına sahip olabilirdi. İstemedi. Yurdunun kaynaklarını, ülkesinin kalkınması, gelişmesi için kullandı.

“Atatürk’ün başlıca ereğinin Türk ulusunu her bakımdan Batılı bir ulus haline getirmek olduğunu kabul edince, bu ereği gerçekleştirmek için konulmuş her birinin bir evrensellik, insancı bir değer kazandığını da kabul etmemiz gerekir. Bu ilkelerin ereği, Türk ulusunu yükseltmek kadar, insanlığı da yükseltmektir. Türk ulusunu korumak için konuldukları kadar insan özgürlüğünü, insan onurunu, insan değerini korumak için de konulmuşlardır.

Evrensel ulusçuluk bir alçakgönüllülük, kendini küçük görme ulusçuluğu değildir. Ama insan kendi ulusunun yüceliğini, üstünlüğünü önyargılarla, kuru böbürlenmelerle değil, ancak anlının teriyle, kafasının ve gönlünün zenginliğiyle sağlayabilir(Tahsin, Yücel,”Atatürkçülük”,hzl: Yaşar Nabi,Atatürkçülük Nedir? s.270,271)

O’nun ulusçuluğuna yön veren felsefeyi, emperyalizme karşı açtığı savaşın adından da çıkarabiliriz.Milli Mücadele başka bir deyişle Ulusal Kurtuluş Savaşı. Bu savaş sonunda, ulusal bir devlet olma yolu açılmıştır. O halde ulus devlet olmak, ne demektir? Bu sorunun yanıtını Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim yapısına bakarak verebiliriz. Osmanlı İmparatorluğu’nun temel dünya görüşü ümmetçiliktir. Türkler, bu ümmetin tarihsel özü; ama bir parçasıydı. Türk dili, Türk tarihi, Türk uygarlığı Osmanlı potası içinde eritilmişti. Atatürk’ün ulusçuluk anlayışı, bağımsızlık ilkesine dayanır. Bağımsızlık olmayınca ulusçuluk gerçekleşmez. Bu temel ilkeye bağlı olarak da ulusal değerler, yaşar ve gelişir. Bu gelişmenin bilimsel ve çağdaş düşünce doğrultusunda olmasına özen gösterilir. Bu düşünceyle Anadolu insanı, us (akıl) dışı ve kaderci özelliklerinden uzaklaştırılır. Batıl ve kaderci felsefenin filizlenip yeşerdiği yerler olan tekkeler kapatılır. Böylece çağdışı yapılanmaya son verilir.

Atatürk,skolâstik düşünceyle bilimsel düşüncenin bağdaşmayacağının bilincinde olduğu için tekkeleri kapatmıştır; çünkü skolâstik düşünce bilimsel, özgür düşünceye kapalıdır. Onun için Atatürk, bağımsızlığı, özgürlüğü, temel ilke olarak almış; gelecek kuşakların bu doğrultuda eğitim almalarına özen göstermiştir.

İslam ülkelerinde, Atatürk’e gelinceye değin, ülkelerin yönetiminde bilimsel yaklaşımlardan, bağımsızlıktan söz eden devlet başkanı göremiyoruz. Hükümdarlar, halifeler kutsallık perdesi arkasından ülkelerini yönetme yolunu tutmuşlardır.(Bugün sözde Arap Baharı olarak anılan birçok Arap ülkesini sarsan, iç savaşa sürükleyen nedeni de sözünü etiğimiz yönetim biçimleridir. Ne var ki bu ülkeler, tek kişi ya da oligarşi yönetiminden kurtulalım derken radikal İslam’ın pençesine düşeceklerinin bilincinde olduklarını sanmıyorum.) Bu yöneticiler, çıkarlarını ön planda tutmuşlar, halklarının istemlerini duymazlıktan gelmişlerdir. Atatürk’se, bu yola sapmayarak ulusal güçten yararlanmayı erek(amaç) edindiği için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışını zorunlu görmüştür. Bu yöntemle ulustan güç almış; Türkiye’yi uygar bir toplum durumuna getiren devrimleri gerçekleştirmiştir. Böylece ulusumuz demokrasi anlayışı, düşünüşü, yaşayışı ve ulusal kurumlarıyla çağdaş, uygar bir ulus olmanın ilk adımını atmıştır.

23 Nisan 1920’de kurulan Meclis’e ulusçuluk, laiklik, devrimcilik, halkçılık, devletçilik, demokrasi ilkeleri egemen olmuştur. Bu ilkeler doğrultusunda “Egemenlik, kayıtsız, koşulsuz ulusundur.”anlayışı ülkemize yerleştirilmeye çalışılmıştır. Bu yaklaşımla ülkemiz, ümmetçilikten, Osmanlıdan, padişahlıktan kurtarılmış; demokratik kurum ve kuruluşlara kavuşmuştur. Atatürk, özellikle laiklik ilkesiyle ülkenin yönetiminde dinin etkinliğini kaldırmış; akılcı ve çağdaş yönetim anlayışını, ülkeye yerleştirmeye çalışmıştır.”Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Herhangi bir din, mezhep ya da tarikat devlet işlerine kesinlikle karışamaz, kendisi için bir ayrıcalık isteyemez. Devletin yasaları, uygulamaları bir dine ya da mezhebe göre olamaz. Devlet bütün din, mezhep ve inançlar karşısında tarafsız olacaktır.”(hzl: Sina Akşın ve diğerleri,Yakınçağ Türkiye Tarihi,s119) Ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti’nin olmazsa olmazı olan laiklik ilkesi, zaman zaman yıpratılmış, yok edilmeye çalışılmıştır.”Ortaçağ düzeninin devamında çıkarı olanlar, laiklik kavramını yıkmak için ellerinden geleni yaptılar; yapmakta da devam ediyorlar. Bağnazlar her toplumda vardır; fakat etkileri bizdeki kadar kötü olabilmek kudretini yitirmişlerdir artık.”(Muzaffer Hacıhasanoğlu,”Düşünür Atatürk” Varlık, S.585,1Kasım 1962)

Özetle, Osmanlı İmparatorluğu’yla medrese ve ulema düşüncesi de tarihin derinliklerine gömülmüştü. Ne yazık ki tutucu, gerici çevrelerin egemenliğinde tarikatlar, cemaatler yeniden hortlamış; çocuklara, gençlere kancalarını takmışlardır. Bunlar, genç dimağları şeriatçılık suyuyla yıkayıp ümmetçiliğe kaydırmak isteyenlerdir. Atatürk devrimlerinin yerini, cemaatçi, tarikatçı düşünceler almaktadır. Bu düşünceler doğrultusunda yetişen gençler, elbette ekonomik emperyalizmin bir ahtapot gibi ülkeyi sardığının farkına varamayacak, dünyadaki ekonomik gelişmelerden ve sömürü sisteminden habersiz olarak yetişecek, ülkenin ilerlemesini bir Ortaçağ görüşü olan ümmetçilikte arayacaktır. Bu düşünceyle demokrasi, özgürlük, bilimsellik bağdaşmaz; çünkü bu düşünce sorgulamaya, irdelemeye, incelemeye izin vermez.

23 Nisan 1920’de Ankara’da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu düşünceyi ve anlayışı silerek ulusu demokrasiye, özgürlüğe, bilimsel düşünceye yöneltmiş; ulus olma bilincine ulaştırmıştır. Ülkemizin gelişmesi, kalkınması Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yoludur. Bu yol, ülkemizi aydınlatacak; çağdaş, gelişmiş, kalkınmış ülkeler düzeyine çıkaracaktır. Hatta bu yol, ülkemizi Atatürk’ün de amaçladığı gibi çağdaş uygarlığın da üstüne çıkarmada rehber olmalı.

23 Nisan “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” salt Türk çocuklarının değil; dünya çocuklarının da bayramıdır. Bu bayram, tüm dünya çocuklarına açıktır. Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen çocuklar, bayrama renk ve canlılık katarlar. Onlar, barışın, kardeşliğin, dostluğun simgesidirler. Bayramı el ele kutlarlar. Ülkemiz çocukları, dış ülkelerden gelen çocukları dostça bağırlarına basarlar. Dünya çocuklarla güzel, onların bayramlarını ellerinden alarak donuk kuşaklar yetiştirmeyelim. Cıvıltılarını duyalım. Bu yönüyle de bu bayramın ayrı bir anlamı ve önemi vardır.

Geleceğimiz olan çocuklarımızın ve tüm dünya çocuklarının bayramını kutluyorum.

 
Toplam blog
: 391
: 2555
Kayıt tarihi
: 04.12.12
 
 

Hüseyin BAŞDOĞAN, 1942'de Malatya- Arapgir'de doğdu.Arapgir Ortaokulunu, Diyarbakır Öğretmen Okul..