Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Kasım '10

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

29. Tüyap ve ötesi...

29. Tüyap ve ötesi...
 

"29. düzenlenen TÜYAP kitap Fuarı'na katılmamız hususunda…" İle başlayan yazıyı okuduğumda, "ben gitmeliyim bunaaaa" diye çığlığı bastımdı. Meğer ne kadar cahilmişim. Ne kadar tez canlı. Neler, neler varmış da haberimiz başımıza gelenlerden sonra olacakmış. Tv’lerde izlerken TÜYAP organizasyonunu içim gider, İstanbul'da olmadığım için hayıflanırdım. Fakat, "bir gün gideceğim" mesajını içimde hep taşıdım. Her neyse, gideceğim kesinleştiğinde, bir an ayaklarım yerden kesildi. Gitme fikri ayrıydı, gidebilme ihtimalinin meydana gelmesi ayrıydı. Heyecan bastı iyi mi? Nihayetinde bavulumu hazırlamış, ailemi tırtıklamış (banknotlar anlamında) , kuruldum 28 Ekim akşamı otobüse… Adres İstanbul’du! Geride bir tane Kültür Merkezi açılışı bırakmıştım. Bir de Bayram coşkusunu. Her neyse böyle demorize yazarsam birkaç sayfadan fazla olacak.

Tüyap'a gitmeyenlerin tercihi meğer Turizm Fuarlarıymış; elbette yemeli içmeli, eğlenceli... Tüyap işte adı üstünde kitap; yense yenmez, yutulsa, yutulmaz. Haliyle biz tongaya düştük onların gözüyle!

Olaylar itibariyle gitsem daha anlaşılır olacak…

Sabah İstanbul’a vardığımızda her şeyden önce kalacak yerimiz yoktu. Avcılar Öğretmenevi ancak 31’nden itibaren rezerveliydi. Bir yer vardı onunda tuvaleti banyosu ortaktı (ıyyyy) daha çok yer vardı elbet ama 99’dan başlıyordu. Nihayetinde artık ayaklarım şişmiş, yol yorgunluğu gözlerim donakalmış vaziyette iken Kumburgaz’da bir otel vardı. 75 Tl’ydi. Amman dedim tamam. (İstanbul cehaleti başlıyor) Bavulu atıp TÜYAP Standını düzenlemeye geldim. Geri dönüş bayağı geç olmuştu ve Silivri dolmuşlarına binip, “otelimin önünde bırakın” diye de not bıraktım. (Ahhh ahhh) Adam beni otelden iki kilometre ilerde bırakıp çekip gitmiş. Bir indim dolmuştan in-cin top oynasa topu görürürm en azından uzakta bir birahane açık. Kalakaldım. Hışımla birahaneye girip, oteli sorduğumda iki kilometre geride olduğunu öğrendim. (Eyvvaahhh) Kaldığım muhitte bilenler bilirdir ben sonradan öğrendim. Gazinolu, melekli, eğlenceli, havada alkol kokan bir yermiş!!!! Dedim; bir sigara, bir bisküvi, bir de su… Taksi yok, araba yok, insan yok… Yürüyeceğim en sağlamı bu. Kapadım yakayı yürüyorum. Karanlık desen o biçim. Henüz bir kaç yüz metre yürümüştüm ki, polis otosu geçti yanımdan ilerledi, ayırdına vardığımda arkadan nasıl el sallıyorum. Araba durdu-Daha önce de burada geyiği çevirmiştik; Avcılarda polisler Azeri kadınları ormana götürüyor, başıma bir şey gelse polise de sığınamam, anam bacım- şeklinde. Dakika bir gol bir polise sığındım. Kimliğimi istediler hal böyleyken. Ben de ampuller yandı tabii, hemen kurum kimliğimi de çıkardım ki, beni melekler şehrindeki meleklerden sanmasınlar diye. Velhasıl otele bıraktılar. Parayı peşin peşin ödemenin neticesinde iki gece konakladım.

Sonra ver elini Avcılar sahili…

TÜYAP açıldı. Her şeyden önce inanılmaz zenginleştim. Bir kere koca üç salon kitap kokusuyla dolmuş, içinde gezinen kitapseverler ise havayı soluyordu. Hoş, fuar kültürüm az ve öz olduğu için, fazla da bir sıkıntı yaşamadım. Gözlerimi kitaplardan alamamanın her standa uğrayamamanın endişesi daha ilk günden yüreğimin tepeciğine otursa da… her yeri tek tek gezdim. İlk birkaç gün şen şakrak olan tüyap günleri artık oturdu. Hafta içi öğrenciler, tek tük kitap imzalayanlar derken. Ben başladım.; İlk imzamı Ataol Behramoğlu’ndan aldım. Hocam dedim nasılda geliyor kelimeler dile böyle olur olmaz zamanlarda- ah be gelmiyor daha- dedi, hafif gülümseyerek.

“Şu Dağın İran” kitabını yazarı Meltem Vural- ki, hemşerim; yüreği aşktan coşmuş; babası- kızım gitme yapamazsın dediğinde; baba , karşınızdaki dairede kalıp mutsuz olacağıma, bırak İran’a gideyim. İran dediğin ne ki, şu dağın ardı- demiş, bohçasını almış gitmiş. Ama nasıl kurtulmuş? Zor, zor yıllar… Okuyun derim ben. Karşı standımızda Ulviye Alpay diye oldukça zarif bir yazarımız vardı. Henüz duymamıştım adını, meğer ne çocuk hikayeleri yazmış, en son iki kitabı vardı. Çalkantı ve adı aklıma gelmeyen diğer kitabı, anında imzalıyordu.

İskender Pala… iki kitabını aldım ve imzalattım bir saat kuyrukta kalıp. Cumartesi günü yine oradaymış, millet 21’e kadar sırada kalmış. Ordu’dan geliyorum demek kapıları açıyordu. Konuşmayan yazarlar konuşuyor, fotoğraf çektirmeyen yazarlar, çektiriyordu. Meral Tamer, Güngör Uras… Meral Hanım’a kendimi tanıtırken MB ailesindenim daha biz müsveddeyiz hem dedim çok gülüştük.

Eşek yükü kadar kitap aldım. Eşek yükü kadar para verdim. İstanbul’da ya yola, ya kitaba gitti para.

Bana 20 kilo et ikram etseler, anzer balından bir tezek bal verseler ama ben yinede kitabı tercih ederdim.

Hepsi benim için birbirinden değerli.

Kitapevlerinden en az 10 tanesi Ordu’lu, ya ortak, ya hissedar olunca… Keyifler mükemmeldi.

Özellikle taaaa nerelerden izin alıp gelen özlem Baki… Sema Şener. İlk kez ete kemiğe bürünen bir dostluk karşılaşması. Özlem çok zarif, naif bir arkadaşım. Sema Şener-özellikle semoş de diye tutturdu. Çok hoş, zerafet abidesi bir kadın. Onlarla tanışmaktan çok mutlu oldum. Kendilerine buradan da bir kez daha teşekkürler.

Coşkun Karabulut beyefendiyle tanışıp en son kitabını almak nasip oldu. Çok şeker efendi, beyefendi bir insan. Yolu edebiyat yolunda açık olsun.

Hatice Atalay… İsmi ile müstesna. Tamam körler sağırlar birbirini ağırlar tarzında döktürmeyeceğim… İstanbul’a geldiğimde ilk arayan, halımı hatırımı soran, program yapan… Bana Taksimi yeniden sevdiren kadın. (Bu kadar yeter)

Avcılar Öğretmenevi’nde kalıyorum demiştim ya… E5’te iniyorum dolmuştan her akşam, en az 40 dakika yürüyorum öğretmenevine-ki, sahilde, limanda. İyi işte ne güzel denize nazır dersiniz tabii… Ama ben zaten denizin dibinden geldimdi.

Çok ama çok büyük bir hata: 3 tane topuklu ile Fuara gitmek!!! Çok çektim çok… Beyazıt meydanında ayakkabıları çıkarıp kesme taşlar üzerinde yalın ayak yürüdüm… Sonra da bir çocuk gibi ağladım. Sultanahmet’e çıkmadan düz bir çizme aldım da ancak keyfim yerine geldi. Düşünün bir


Eminönü’ne balık yemeye giden ben; atladım tur teknesine boğaz turu yaptım. Plansız takıldınız mı İstanbul daha da güzelleşiyor gözünüzde. Boğaza gittik balıktan olduk tabii…

Nasıl mı gezdim? Arkadaşımla birer gün nöbet tuttuk. O görevdeyken ben gezdim, ben görevdeyken o gezdi…

Her neyse Karadeniz TV’ye bir 15 dk röportaj; geçen hafta yayımlanacaktı, montaj hatası nedeniyle haftaya pazara ertelenmiş, Hoş bu benim talihimle alakalıdır kesin.

Evrene mesaj yollarsanız sizi bulur diyor ya kitaplar; doğrudur efendim: “Ben, Tv’ye çıkacağım ve Ordu, sevgili Kadir İnanır’ın memleketi değil sadece diyeceğim görürsünüz siz” dedim Müdür Yardımcıma ve aynen de bu sözü söyledim kameraya bakıp

Evrene gönderdiğimiz mesajları daha bir önemser oldum. Bakınız polis olayı.

Meğer ne kadar yürekli, iyi insanlar, hayırsever hemşerilerim varmış. Cebimde biriken kartvizitleri görünce kendimin de hiçte yadsınamayacak bir hatır oluşturduğunu görmekte mutlu etti.

Tüyap standında yaşadıklarıma gelince;

-Memleket havası koklayanlar,

-Memleket hatırası çektirenler,

-Ordu ile az çok anısı olup paylaşanlar,

-Ordu’yu merak edenler,

-Yazarları tanıyıp, onların kitaplarını anlatanlar,

-Eskiye dair hikayeleri olanlar,

-Yerel kitapların ve yazarlarının eserlerinin meraklıları olanlar

-Halkologlar,

-eleştirenler, beğenenler, gözleri dolanlar, tebrik için sıraya girenler (abartmıyorum)

…Daha niceleri.

Kısaca ve özetce; zenginliğimin hesabını yapamadım, yapamam da…

Darısı tüm dostlarıma, düşmanlarıma.

 
Toplam blog
: 359
: 1593
Kayıt tarihi
: 29.11.06
 
 

Deli-dolu, akıllı,  yalandan yere çamura yatan, normal değerlerde zekalı, esprili, şakacı, kendin..