Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ekim '16

 
Kategori
Güncel
 

29 Ekim 1923'te, Osmanlı Devletinin küllerinden Türkiye Cumhuriyeti doğdu.

29 Ekim 1923'te, Osmanlı Devletinin küllerinden Türkiye Cumhuriyeti doğdu.
 

Osmanlı, teokratik bir sülale devletidir. Egemenlik, kayıtsız şartsız padişahındı. Ne var ki padişah, vereceği kararların şeriata uygun olup olmadığını şeyhülislamlar belirler. Osmanlı Devleti, 624 yıl 36 padişah tarafından yönetilmiştir. Çocuk yaşta padişahlar olduğu gibi akıl hastaları da (Deli İbrahim, Deli Mustafa) vardı.”

Osmanlı Dönemi’nin fo­toğ­ra­fı şöy­le:
Ka­nu­ni dö­ne­min­de­ki dev­let, 300 yıl ge­ri­de kal­mış. Kaç za­man­dır ya­rı sö­mür­ge ha­lin­de, güç­süz bir dev­let söz ko­nu­su. İda­ri, eko­no­mik, ma­li ve hu­ku­ki ka­pi­tü­las­yon­lar sü­rü­yor. Halk yurt­taş de­ğil, pa­di­şa­hın ku­lu. İl­kel bir ta­rım top­lu­mu, if­las et­miş bir ma­li­ye. Bü­yük bir dış borç, ya­rı ölü bir eko­no­mi. Cı­lız, kü­çük bir sa­na­yi. Ağır sa­na­yi ne­re­dey­se sı­fır. Ki­şi ba­şı­na dü­şen mil­li ge­lir, sa­de­ce 4 li­ra. Pen­ce­re ca­mı bi­le it­hal edi­lir du­rum­da. Şe­ker de it­hal edi­li­yor. Ana­do­lu buğ­da­yı İs­tan­bu­l’­a ta­şı­na­ma­dı­ğı için, buğ­day Rus­ya­’dan alı­nı­yor. Ül­ke­de 40 bin kö­ye kar­şı­lık ebe sa­yı­sı 200 ka­dar… 0-2 yaş gru­bu ço­cuk­lar­da ölüm ora­nı yüz­de 60. Bü­tün im­pa­ra­tor­luk­ta sa­de­ce 158 or­ta­okul ve li­se, bir ta­ne de med­re­se uzan­tı­sı bir üni­ver­si­te var. Anado­lu,  çağ­dı­şı il­kel med­re­se­le­rin elin­de. Tüm li­se­ler­de oku­yan kız öğ­ren­ci sa­yı­sı 230
      (Turgut Özakman,Sözcü,30Eylül2013)

Atatürk’ün Benim en büyük eserimdediği Cumhuriyet’in 93. yıldönümü.

Cumhuriyet’in sabır taşını çatlatacak bir kararlılık, olağanüstü bir savaşım ruhu ve bilinciyle kurulduğunu en iyi ortaya koyan yapıt, Nutuk’tur. Atatürk, Nutuk’ta ,Cumhuriyet’in özelliklerini, şu sözlerle yansıtmaktadır.

“Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek değerler olduğunu ileri sürmek, aklın ve bilimin gelişimini yadsımak olur... Benim Türk ulusu için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, benim manevi mirasçılarım olurlarMustafa Kemal, 19 Mayıs

1919’da Samsun’a çıkarak Cumhuriyet’in temellerini atar. İnsanca yaşamak için yapılır; İnönüler, Sakaryalar, Dumlupınarlar...30 Ağustos 1922’de mezar olur düşmana Anadolu. Mehmetçik sel olur dokuz günde Afyon’dan İzmir’e akar. İzmir’e girişimiz, zaferin çabukluğu, geniş ve kesin neticeleri itibariyle bütün dünyada büyük hayret yaratan bir psikolojik ortama rastlar. Yunanlılar, bozgundan sonra Anadolu’dan çekilme koşuluyla ateşkes için İngilizler ’e başvururlar... 3Ekim 1922’de Mudanya Konferansı başlar. Konferansta İngiltere’yi General Harrington, Fransa’yı General Charpy, İtalya’yı da General Mombelli temsil ediyordu. Ateşkes Sözleşmesini 11 Ekim 1922 sabahı saat 6’da imza ettik. (İsmet İnönü, Lozan Antlaşması,29-46)  Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli de Lozan’da atılır. Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923 günü imza edilir. İmza törenleri uygar bir ölçüde ve Türkiye için onurlu bir biçimde düzenlenmiş, neticelenmiştir.(ade. s.67

Ali Naci Karacan, antlaşmanın imza törenini ‘Lozan’ adlı yapıtında şöyle anlatmaktadır:

23 Temmuz sabahı Lozan Palas’ta uyananlar bir gece içinde otelin, barış şerefine gelin gibi donatıldığını görerek şaşakaldılarBüyük girişten holün sonundaki pencerelere, koridorlara kadar her tarafa bayraklar asılmıştı. En göze çarpan köşelere dostluk belirtisi olarak kırmızı-beyaz bir Türk armasıyla mavili beyazlı bir Yunan arması takılmıştı.

Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yolunu açar. Mustafa Kemal,28 Ekim 1923’te bazı arkadaşlarını (Fethi Bey, İsmet Paşa, Kazım Özalp Paşa, Halit Paşa, Kemalettin Sami Paşa, Fuat Bulca, Ruşen Eşref Ünaydın...)yemeğe davet eder. Yemekte,”Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz !”der. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in bayrağı dalgalanır. tek başına, bağımsız bu gökyüzünde. Savaştan sonra, emperyalizmin kıskacından kurtulmuş, tam bağımsız bir devlet kurulur. Bu devlet, Cumhuriyet ilkeleriyle gelişir, kalkınır, yücelir…

29 Ekim 1923 Türk ulusunun yeniden varoluşudur. Cumhuriyet devriminin mimarı Mustafa Kemal Atatürk’tür. Türkiye Cumhuriyeti’nin mimarı, Samsun’a çıkarak düş evreninde oluşturduğu Cumhuriyeti ilmik ilmik dokur. Yoluna çıkan engelleri; bilimin, askeri yeteneğinin ışığında eritir, yok eder. 19 Mayıs 1919’da Samsun’da bir kıvılcım çakarak, karanlıkları yırtar; Anadolu’yu aydınlatır. Bu aydınlıkta uyanır; yürür düşman üstüne eriyle, kadınıyla, kızıyla Anadolu insanı. Tutsaklıktan kurtulmanın yollarını arar. Kurtuluşa, Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal’in izinden giderek ulaşacağına inanır; çünkü Mustafa Kemal’e güvenmektedir. O, tutsak bir ulusu, bağımsızlığına kavuşturmak için emperyalizme savaş açan ilk Doğulu liderdir. Emperyalizmin olduğu yerde; nemelazımcılık, kadercilik her şeye boyun eğiş vardır. .Sivas ve Erzurum Kongreleri’nin amacı, ulusu bu felsefeden kurtarmaktır. Mustafa Kemal, tutsaklığın Türk ulusunun yapısına aykırı olduğunun bilincindedir. Anadolu insanına ulus olma bilincini aşılamaya çalışır. (Osmanlı, imparatorluktur. Uluslar vardır. Bu uluslar, imparatorun uyruğudur.)

Türk toplumu, ulus olma bilincine Cumhuriyet’le erişir. Misak-ı Milliyle bağımsız, çağdaş bir devletin sınırları çizilir. Bu sınırlar içinde yaşayan tüm toplumlar, Cumhuriyet’in bireyleri olarak yaşamlarını sürdürür; ülkenin kalkınıp gelişmesine katkıda bulunurlar. Her birey, yasalar karşısında eşit haklara erişir. Osmanlı’nın yıkılışıyla ağalık, şeyhlik tarihe karışır. Ağalık, şeyhliklerini sürdürmek isteyenlere de fırsat verilmez; çünkü Cumhuriyet, özgürlüğe, toplumsal uyanışa, değişime de yol açmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerini bilim adamları iki başlıkta toplarlar: Temel ilkeler ve bütünleyici ilkeler.

Temel ilkeleri:Laiklik, cumhuriyetçilik, ulusçuluk, halkçılık, devrimcilik, devletçiliktir.

Bütünleyici ilkeler:Ulusal egemenlik, ulusal bağımsızlık, ulusal birlik, demokrasi, çağdaşlıktır.

Bunlardan en önemlileri kuşkusuz devrimcilik ve laikliktirDevrimcilik ilkesiyle eskimiş, yıpranmış, çağdışı kalmış Osmanlı kurum ve kuruluşları atılmış; yerini Cumhuriyet kurumları almış, Türk toplumunun giyim kuşamı, özetle yaşam tarzı, düşünce yapısı çağın gereklerine uyarlanmıştır. En önemlisi tembellik yuvaları olan tekkeler kapatılmıştır.

Cumhuriyetin temeli laiklik ilkesidir. Atatürk devrimlerinin özünü, Atatürk’ün gösterdiği çağdaş uygarlık düzeyine erişme hedefinde en önemli araç ve temeli oluşturan laikliktir. (Prof.Dr. Utkan Kocatürk, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi tarafından düzenlenen panel“Türkiye Cumhuriyeti’nin Temel İlkelerinden Laiklik”)

Laiklik, dinsizlik değildir. Laiklik karşıtları, laikliği yıpratmak için laikliği dinsizlik olarak görmekte, böyle olduğunu yaymaktadırlar. Oysa laiklik, devlet ile din işlerinin ayrılığı; devletin, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımından yansız olmasıdır.(TDK Türkçe Sözlük)

Laiklik, devletin vatandaşlarıyla olan ilişkilerinde inançlara göre ayrım yapmaması ve ayrıca, herhangi bir inancın, özellikle de bir toplumda egemen olan inancın, aynı toplumda azınlıkların benimsediği inançlara baskı yapmasını önlemesi demektir. Diğer bir tanımlamayla da devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan ilkedir. Devlet düzeninin, eğitim kurumlarının ve hukuk kurallarının dine değil, usa ve bilime dayandırılmasını amaçlar.

Laik devletten, laik hukuktan, çağdaş eğitimden uzaklaşmanın nasıl bir felâket olacağını görmeliyiz. Bunu anlamak için, çevremizde olup bitenlere bakmamız yeter. Teokratik bir dikta rejiminin ve çağdışı bağnazlığın, eline geçirdiği ülkeyi, nasıl karanlığa sürüklediği gözler önündedir. Laikliğe ve çağdaşlaşmaya düşman teokratik bir dikta rejiminin, yalnız uygulandığı ülkeye değil, İslamiyet’e de ne büyük zararlar verdiğini görmemek için kör olmak gerekir.(Prof.Dr. Turhan Feyzioğlu, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi tarafından düzenlenen panel“Türkiye Cumhuriyeti’nin Temel İlkelerinden Lâiklik”)

Laiklik, devletçilik dışındaki diğer ilkelerin hepsinin de ön koşulları içinde yer alır: Demokrasinin ön koşuludur; çünkü laiklik olmadan gerçek bir düşünce özgürlüğü de olamaz. Devrimciliğin ön koşuludur; çünkü laikliği kabul etmemiş bir toplumda, bilimin ve çağın gereklerinin gerisinde kalmış kurumları değiştirmenin tartışması bile genellikle yapılamaz. Halkçılığın ön koşuludur; çünkü bir din devletinde halkın istekleri değil, dinsel "seçkin"lerin düşünceleri önemlidir. Atatürk, laiklik anlayışını, kendi el yazısı ile kaleme aldığı "Medeni Bilgiler" kitabında, sadece din ve devlet işlerinin değil, dinin de siyasetten ayrılması ve yasaların dine göre değil, toplumun gereksinmelerine göre yapılması ilkelerine bağlamaktadır. Laikliğe kolay ulaşılmamıştır. Teokratik bir yapıdan demokratik yapıya birtakım aşamalardan geçilerek gelinmiştir.

Özellikle bu ilke doğrultusunda ulus olma özelliğini kazanmış; teokratik yapıdan demokratik yapıya geçilmiş; böylece ekonomik ve politik bağımsızlığa erişilmiştir. Geniş anlamıyla Atatürk bağımsızlığı; siyasal, mali, ekonomik, adli, kültürel ve askeri bağımsızlıktır. Bu düşünceyle sömürülen yoksul Doğu insanına, yeni bir ruh, yeni bir biçim, yeni bir yön verilir. İmparatorlukla birlikte, medrese ve ulema düşüncesi de tarihe karışır. Ne yazık ki günümüzde medrese düşüncesi yeniden filizlenmiştir. Genç dimağları şeriatçılık suyuyla yıkayıp ümmetçiliğe doğru kaydırmak isteyenler vardır.

Medrese düşüncesinin egemen olduğu kimi çevrelerde Atatürk ilkelerinin yerini tarikat, cemaat ilkeleri almaktadır. Böyle yetişen gençler, elbette ekonomik emperyalizmin bir ahtapot gibi ülkeyi sardığını algılayamayacak, dünyadaki gelişmelerden ve yeni sömürü sisteminden habersiz olarak yetişecek, ülkenin ilerlemesini, kalkınmasını bir Ortaçağ görüsü olan ümmetçilikte arayacaktır. Şeriatçı yapı ümmetçiliğe yol açar. Demokrasiyle şeriat bağdaşmaz; çünkü şeriatta farklı düşüncelere yer yoktur. Dogmatiktir. Ümmetçi toplum, belli çerçevenin dışına çıkamaz; araştırmaz, incelemez, irdelemez. Düşünceleri, aklın süzgecinden geçirmez. Türkiye’yi diğer Müslüman ülkelerinden ayıran Atatürk’ün açtığı aydınlık yoldur. Bu yoldan sapmak, ülkemizi çıkmaz sokaklara taşır.

Bugün özellikle, eğitim-öğretimde Atatürkçü düşünceye yer verilmemektedir. Atatürkçü, demokratik eğitim, Atatürk ilkelerini içeren izlencelerin (programların) uygulanmasıyla gerçekleşir. Ne var ki okulların yeniden yapılanmalarıyla, çağdaş, bilimsel araştırma bulgularına dayanan eğitim-öğretim izlencelerinden uzaklaşarak gelecek kuşakların beyinlerini Orta Çağ’ın dogmatik bilgileriyle doldurarak düşünme, irdeleme, eleştirme yetilerini yok etmeye çalışmakla ümmet toplumu yetiştirme amaçlanıyor. Bu eğitim-öğretim programlarıyla Cumhuriyet’in temel ilkelerinden, felsefesinden uzaklaşılacak din temeline dayalı izlencelerin uygulanmasıyla “dindar toplum” yetiştirilecektir. Eğitimin amacı, dünyanın hiçbir ülkesinde dindar toplum yetiştirmek değildir

Atatürk Cumhuriyeti; laik, çağdaş, sosyal, bir hukuk devletidir. Türk Devrimi’nin ürünüdür. İnsan hak ve özgürlükleri temeline dayalı, bu yolda tüm uygar insanlığa örneklik edecek bir başyapıt değerindedir. Bu başyapıtı, her türlü sömürgeci, bölücü anlayış ve düşüncelerden korumak, Türk ulusunun hem de tüm uygar ulusların üniversiteleriyle, bilim, düşün ve sanat çevreleriyle üzerlerine düşen bir insanlık görevidir. Çünkü Cumhuriyet; özgürlüktür, kardeşliktir, erdemdir. Tasada, kıvançta ortak olmaktır. Bu ülkede yaşayan her birey, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’e gönülden bağlanmalı; Cumhuriyet’in temel ilkelerinden, değerlerinden sapmamalı ki bu başyapıt sonsuza değin yaşasın, ışığıyla ülkemiz aydınlansın. Gelecek kuşaklar, böyle aydınlık bir ülkede huzurlu, mutlu yaşasınlar.

Bu tarih, bir ulusun yeniden doğusudur. Bu tarih, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihe gömülüşü, teokratik düzenin sonudur. Bu tarih, ulus egemenliğine dayanan laik, sosyal, hukuk devletinin varoluşudur.

Türkiye Cumhuriyeti'nin temel nitelikleri, Lozan Antlaşması'nda da yer almıştır. Buna göre, ülkesi ve ulusuyla bölünmez bir bütün oluşturan Türkiye'de yaşayan ve Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes eşit ve aynı haklara sahip Türk ulusunu oluşturmaktadır.

Saltanatın kaldırılmasının ve Lozan Antlaşması'nın ardından TBMM'de en çok tartışılan konulardan biri olan yeni devletin niteliği sorunu Mustafa Kemal Paşa'nın 28 Ekim gecesi İsmet İnönü'yle, devletin niteliğinin Cumhuriyet olduğunu saptayan bir yasa tasarısı hazırlaması ile son buldu.  
 
29 Ekim 1923 günü;
"Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır. Türkiye Devletinin hükümet şekli cumhuriyettir" esasına dayalı olarak Cumhuriyet ilan edildi ve yeni Türk Devleti'nin adı artık Türkiye Cumhuriyeti'dir.

Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir (1924).

Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir (1933).

Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet faziletti (1925).

Devrimin hedefini kavramış olanlar, onu korumayı her zaman başaracaklardır."

Cumhuriyet, aydınlığa açılan kapıdır. Bu tarih, insanca yaşamanın tarihidir. Cumhuriyet;  dil, hukuk, yazı, tarih, dil, eğitim alanındaki yeniliklerle çağdaşlığa açılan kapıdır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin sağlam temeller üzerinde kurulması için özellikle eğitimde başarıya ulaşılması gerekiyordu. Bu nedenle Atatürk, toplantılarda, cehaletin ve yoksulluğun ancak eğitim yoluyla ortadan kaldırılacağını önemle belirtmiş. Belirtmekle de kalmamış; yazılması, okunması zor Arap alfabesi yerine Latin alfabesinin kabul edilmesini sağlayarak Cumhuriyet’ten önce % 4’lerde olan okuryazarlık oranını Cumhuriyetin ilan edildiği yıllarda, okuryazar oranı %10 civarındaydı. Harf devrimi ile Latin harf öğretimine başlanması okuma yazma oranını geçici olarak biraz daha düşürdü.

1923 yılında, Türkiye genelinde, 5 bin 133 ilkokul, ortaokul ve lisede toplam 361 bin 514 öğrenci, 12 bin 266 öğretmen mevcuttu.

1924 yılı başlarında, 479 medresede 1800 öğrenci bulunuyordu.

Tevhidi tedrisat- öğretim birliğinin sağlanması hakkındaki kanun ile (3 Mart 1924.) medreseler kaldırılarak tüm okullar Milli Eğitim Bakanlığına bağlandı.

1935 nüfus sayımı istatistiklerinden anlaşıldığı üzere, erkek nüfusun % 23,3 ü, kadınların ise % 8,2 si okuma yazma bilmekte ve 10 binden az nüfuslu yerlerde okuma yazma bilmeyenlerin oranı, %89,3, 10 binden çok nüfuslu yerlerde %57,7 idi.

Atatürk’ün hedeflediği,”mutlu uluslar düzeyinene derece çıkabildik? “Gerilik ve hurafelerüzerine kurulu bir toplum düzeninideğiştirebildik mi? Yoksa gerilik ve hurafeleredayalı bir düzenin özlemini çekenler, günden güne daha da güçleniyorlar mı? Çocuklarımızı, gençlerimizi, özetle geleceğimizi bu düşünce mi biçimlendirecek? Bu kaygıları yaşadığımız bir dönemde olduğumuzu düşünüyorum. İlköğretimindeki çocuklara Arapçayı öğretmenin yararı nedir? Arapçanın çocukların bilişsel, duygusal, devimsel gelişmesine yararı nedir? Böyle bir eğitim-öğretim anlayışı, bizi gelişmiş, çağdaş ulus olmaya değil; gelişmemiş, demokratik yaşama geçememiş Arap ülkelerinin düzeyine indirecek; çocukların kafasını karıştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Çocuğun gelişimiyle bağdaşmayan bu yapının ülkenin yararına olmayacağını düşünüyorum. Eğitimin amacı, ülke kalkınmasına katkıda bulunmak olmalıdır. Bu da çağdaş, bilimsel bir eğitimle gerçekleşebilir. Bilimin ışığında yetişen kuşaklar, bilgi çağını yakalayabilir. Atatürk, akıl ve bilim yoluna verdiği önem, şu sözlerde en kesin ifadesini bulmuştur:”Dünyada uygarlık için, hayat için, başarı için, en hakiki mürşit (doğru yolu gösteren) ilimdir, fendir.”(Atatürk’ten Düşünceler,1924,s.81)

Atatürk, Anadolu gezisine çıktı. Halka yazı öğretmenliği yapıyordu. Ankara’ya döndükten sonra bazı işaretlerin halka güç geldiğini, alfabeyi daha sadeleştirmemizi söyledi. Öyle de yaptık. Bugünkü yazımız meydana geldi.

Yeni yazı yasalaştıktan sonra biri Atatürk, ikincisi İnönü, hiçbir zaman eski yazıyı kullanmamışlardır. Atatürk’e eski yazı gösterildiği zaman:

 __   Okumasını bilmiyorum, derdi.(Falih Rıfkı Atay,Dünya,10.11.1958)

Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni bağımsızlık, özgürlük ilkesine oturtur. Kapsamlı anlamıyla Atatürk bağımsızlığı; siyasal, ekonomik, adli, kültürel, askeri alanlardaki bağımsızlıktır. Başka bir deyişle tam bağımsızlıktır. Her konudaki kararları, Türkiye Büyük Millet Meclisi, hiçbir etki altında kalmadan verir. Toplumun tüm kesimlerinin görüş ve düşünceleri bu Meclis’e yansırdı.

Atatürk, ulusçuydu. Kendi çıkarını değil; ulusun çıkarını, kalkınmasını düşünürdü. Kimileri gibi mal-mülk peşinde de değildi. İsteseydi, ülkenin kaynaklarına sahip olabilirdi. İstemedi. Yurdunun kaynaklarını, ülkesinin kalkınması, gelişmesi için kullandı.

Atatürk’ün başlıca ereğinin Türk ulusunu her bakımdan Batılı bir ulus haline getirmek olduğunu kabul edince, bu ereği gerçekleştirmek için konulmuş her birinin bir evrensellik, insancı bir değer kazandığını da kabul etmemiz gerekir. Bu ilkelerin ereği, Türk ulusunu yükseltmek kadar, insanlığı da yükseltmektir. Türk ulusunu korumak için konuldukları kadar insan özgürlüğünü, insan onurunu, insan değerini korumak için de konulmuşlardır.

Evrensel ulusçuluk bir alçakgönüllülük, kendini küçük görme ulusçuluğu değildir. Ama insan kendi ulusunun yüceliğini, üstünlüğünü önyargılarla, kuru böbürlenmelerle değil, ancak anlının teriyle, kafasının ve gönlünün zenginliğiyle sağlayabilir      (Tahsin, Yücel,Atatürkçülük”,hzl: Yaşar Nabi,Atatürkçülük Nedir? s.270,271)

O’nun ulusçuluğuna yön veren felsefeyi, emperyalizme karşı açtığı savaşın adından da çıkarabiliriz. Milli Mücadele başka bir deyişle Ulusal Kurtuluş Savaşı. Bu savaş sonunda, ulusal bir devlet olma yolu açılmıştır. O halde ulus devlet olmak, ne demektir? Bu sorunun yanıtını Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim yapısına bakarak verebiliriz. Osmanlı İmparatorluğu’nun temel dünya görüşü ümmetçiliktir. Türkler, bu ümmetin tarihsel özü; ama bir parçasıydı. Türk dili, Türk tarihi, Türk uygarlığı Osmanlı potası içinde eritilmişti. Atatürk’ün ulusçuluk anlayışı, bağımsızlık ilkesine dayanır. Bağımsızlık olmayınca ulusçuluk gerçekleşmez. Bu temel ilkeye bağlı olarak da ulusal değerler, yaşar ve gelişir. Bu gelişmenin bilimsel ve çağdaş düşünce doğrultusunda olmasına özen gösterilir. Bu düşünceyle Anadolu insanı, us (akıl) dışı ve kaderci özelliklerinden uzaklaştırılır. Batıl ve kaderci felsefenin filizlenip yeşerdiği yerler olan tekkeler kapatılır. Böylece çağdışı yapılanmaya son verilir.

Atatürk, skolâstik düşünceyle bilimsel düşüncenin bağdaşmayacağının bilincinde olduğu için tekkeleri kapatmıştır; çünkü skolâstik düşünce bilimsel, özgür düşünceye kapalıdır. Onun için Atatürk, bağımsızlığı, özgürlüğü, temel ilke olarak almış; gelecek kuşakların bu doğrultuda eğitim almalarına özen göstermiştir.

Mustafa Kemal Atatürk, dünyaya kapalı bir doğu ülkesini; cumhuriyete, aydınlanmaya, uygarlığa, çağdaşlaşmaya adım adım hazırlar.Ama ya Atatürk’ün büyüklüğünü anlamayan vatan kardeşlerimiz? Onların anlamaması yetişmelerinden, telkinlerden kaynaklanıyor. Böyle yetiştiriliyorlar. Oysa tarihimizi bilseler, düşünseler, kafalarına yerleştirilen önyargıları, yanlış bilgileri aşabilseler onlar da bu büyüklüğü benimseyecek, Atatürk’ün Allah’ın bir lütfu olduğunu anlayacaklar” (Özakman,2010,s.9)

İslam ülkelerinde, Atatürk’e gelinceye değin, ülkelerin yönetiminde bilimsel yaklaşımlardan, bağımsızlıktan söz eden devlet başkanı göremiyoruz. Hükümdarlar, halifeler kutsallık perdesi arkasından ülkelerini yönetme yolunu tutmuşlardır.(Bugün sözde Arap Baharı olarak anılan birçok Arap ülkesini sarsan, iç  savaşa sürükleyen nedeni de sözünü etiğimiz yönetim biçimleridir. Ne var ki bu ülkeler, tek kişi ya da oligarşi yönetiminden kurtulalım derken radikal İslam’ın pençesine düşeceklerinin bilincinde olduklarını sanmıyorum.) Bu yöneticiler, çıkarlarını ön planda tutmuşlar, halklarının istemlerini duymazlıktan gelmişlerdir. Atatürk’se, bu yola sapmayarak ulusal güçten yararlanmayı erek(amaç) edindiği için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışını zorunlu görmüştür. Bu yöntemle ulustan güç almış; Türkiye’yi uygar bir toplum durumuna getiren devrimleri gerçekleştirmiştir. Böylece ulusumuz demokrasi anlayışı, düşünüşü, yaşayışı ve ulusal kurumlarıyla çağdaş, uygar bir ulus olmanın ilk adımını atmıştır.

Müslüman ülkelerin hangisinde Türkiye ölçüsünde uygarlık, çağdaşlık, demokrasi, özgür yaşam vardır. Bu yaşam tarzını Atatürk’e ve onun devrimlerine borçlu olduğumuzu unutmayalım. Arap ülkelerinin düştüğü duruma düşmememizin nedeni, Atatürk Cumhuriyeti’nin aydınlığıdır. Cumhuriyet’in değerini, ”Cumhuriyet” adlı yapıtında Turgut Özakman şöyle vurguluyor:

Sevgili gençler!

Cumhuriyetin ne kadar büyük nimet olduğunu anlamak için Afganistan’ı, Irak’ı, İran’ı, Pakistan’ı, Emirlikleri, Suudi Arabistan’ı, Mısır’ı, Libya’yı, Tunus’u, Cezayir’i, Fas’ı Müslüman Afrika’yı düşünün.

Cumhuriyetin önünde hazır bir model yoktu. Yolunu düşünerek, arayarak, deneyerek açtı. Şartlardan, ihtiyaçlardan, olanaklardan, tarihten yararlandı. Para yok, kredi yok, yetişmiş yeterli sayıda elaman, uzman yok, araç-gereç yok. Osmanlı’dan borca batık bir miras kalmış.

O altın kuşağın iki gücü vardı sadece: Akıl ve yurtseverlik. Bu iki güçle yola çıktılar. Mucizeler yarattılar. Atatürk, gençlere şöyle seslenir:

“Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler geleceğimizin gülü, yıldızı, talih ışığısınız. Memleketi asıl aydınlığa sizler ulaştıracaksınız. Ne kadar önemli, değerli olduğunuzu düşünerek, ona göre çalışınız. Kızlarım, çocuklarım, sizlerden çok şeyler bekliyoruz.”

Durdu, sordu:”Çok çalışacaksınız değil mi?”

Çocuklar avaz avaz bağırdılar: “Söz!”

Arkadaşlarımla birlikte ne yaptıksa sizler için yaptık. Sizin mutluluğunuz onurunuz için yaptık. Başınız dik gezin, kimsenin kulu kölesi olmayın diye yaptık. Bir daha bu acı günleri yaşamayın diye yaptık. Ödülümüz sizin temiz, güzel sevginizdir.”

Fevzi Paşa’nın gözleri yaşarır.

23 Nisan 1920’de kurulan Meclis’e ulusçuluk, laiklik, devrimcilik, halkçılık, devletçilik, demokrasi ilkeleri egemen olmuştur. Bu ilkeler doğrultusunda “Egemenlik, kayıtsız, koşulsuzulusundur.anlayışı ülkemize yerleştirilmeye çalışılmıştır. Bu yaklaşımla ülkemiz, ümmetçilikten, Osmanlıdan, padişahlıktan kurtarılmış; demokratik kurum ve kuruluşlara kavuşmuştur. Atatürk, özellikle laiklik ilkesiyle ülkenin yönetiminde dinin etkinliğini kaldırmış; akılcı ve çağdaş yönetim anlayışını, ülkeye yerleştirmeye çalışmıştır.

Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Herhangi bir din, mezhep ya da tarikat devlet işlerine kesinlikle karışamaz, kendisi için bir ayrıcalık isteyemez. Devletin yasaları, uygulamaları bir dine ya da mezhebe göre olamaz. Devlet bütün din, mezhep ve inançlar karşısında tarafsız olacaktır.”(hzl: Sina Akşın ve diğerleri, Yakınçağ Türkiye Tarihi,s119) Ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘olmazsa olmazı olan laiklik ilkesi, zaman zaman yıpratılmış, yok edilmeye çalışılmıştır.”Ortaçağ düzeninin devamında çıkarı olanlar, laiklik kavramını yıkmak için ellerinden geleni yaptılar; yapmakta da devam ediyorlar. Bağnazlar her toplumda vardır; fakat etkileri bizdeki kadar kötü olabilmek kudretini yitirmişlerdir artık.

”(Muzaffer Hacıhasanoğlu,”Düşünür Atatürk” Varlık, S.585,1Kasım 1962)

Özetle, Osmanlı İmparatorluğu’yla medrese ve ulema düşüncesi de tarihin derinliklerine gömülmüştü. Ne yazık ki tutucu, gerici çevrelerin egemenliğinde tarikatlar, cemaatler yeniden hortlamış; çocuklara, gençlere kancalarını takmışlardır. Bunlar, genç dimağları şeriatçılık suyuyla yıkayıp ümmetçiliğe kaydırmak isteyenlerdir. Atatürk devrimlerinin yerini nurculuk ilkeleri almıştır. Bu ilkeler doğrultusunda yetişen gençler, elbette ekonomik emperyalizmin bir ahtapot gibi ülkeyi sardığının farkına varamayacak, dünyadaki ekonomik gelişmelerden ve sömürü sisteminden habersiz olarak yetişecek, ülkenin ilerlemesini bir Ortaçağ görüşü olan ümmetçilikte arayacaktır. Bu düşünceyle demokrasi, özgürlük, bilimsellik bağdaşmaz; çünkü bu düşünce sorgulamaya, irdelemeye, incelemeye izin vermez.

29 Ekim 1923 felsefesi, bu düşünceyi ve anlayışı silerek ulusu demokrasiye, özgürlüğe, bilimsel düşünceye yöneltmiş; ulus olma bilincine ulaştırmıştır. Ülkemizin gelişmesi, kalkınması Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yoludur. Bu yol, ülkemizi aydınlatacak; çağdaş, gelişmiş, kalkınmış ülkeler düzeyine çıkaracaktır. Hatta bu yol, ülkemizi Atatürk’ün de amaçladığı gibi çağdaş uygarlığın da üstüne çıkarmada rehber olmalı.

Ulu Önder Atatürk',” Benim en büyük eserim Cumhuriyet’tir” demiş ve bizlere emanet etmiştir. Emanete hıyanet olur mu? Ne yazık ki Atatürk’ün önderliğinde kurulan Cumhuriyet’i içlerine sindiremeyenler, gelecek kuşakları, Atatürk sevgisinden uzaklaştırarak laik, sosyal, hukuk devletinin yerine, dinsel kuralları temel alan bir Cumhuriyet kurmayı amaçlamaktadırlar.

Cumhuriyet’imiz, isyanlarla, darbelerle yaralar almış; ama 15 Temmuz 2016 FETO darbe girişimi gibi büyük bir tehlikeyle karşılaşmamıştır.”Besle kargayı oysun gözünü” Kargayı besleyenler, bugün suçu başkalarına yüklemeye çalışıyorlar. Devletin tüm kurumlarına bir virüs gibi giren FETÖ’ cüler, özellikle son on yılda, devleti ele geçirmeye cesaret edecek kadar güçlendiler. Ülke kıl payı, radikal İslamcı bir diktatörlükten kurtuldu. En büyük değerimiz "Cumhuriyetimize" sahip çıkalım. Cumhuriyet, bizim   varoluşumuzdur.

Atatürk'ü sevmek, O'nu tanımak ve anlamakla olur. Anlamak için de O'nun düşüncelerini, hayat görüşünü, kişiliğinin belirgin özelliklerini, ilkelerini ve devrimlerini bilmek gerekir. Aynı şekilde, Cumhuriyet’in değerini anlamak için, onun ne koşullarda, nelere karşın ve ne pahasına getirildiğini bilmek gerekir. Öyle ki, Cumhuriyet tarihini öğrendikten ve devrimlerin öncesini, amaçlarını ve getirdiklerini değerlendirdikten sonra, Türkiye'nin parçalanması için sahnelenen oyunlara, Türkiye'nin çıkarlarına karşı girişilen planlara karşı hiçbir Türk'ün seyirci ve duyarsız olacağı düşünülemez.

 

 

 
Toplam blog
: 391
: 2555
Kayıt tarihi
: 04.12.12
 
 

Hüseyin BAŞDOĞAN, 1942'de Malatya- Arapgir'de doğdu.Arapgir Ortaokulunu, Diyarbakır Öğretmen Okul..