Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Şubat '16

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

2 TL'ye beş yıldızlı ramazan sofrası

2 TL'ye beş yıldızlı ramazan sofrası
 

İki gün önceydi… 

Elimde bazı yazışmalar bitmeyince ve de o akşam evde kimse olmadığından, dükkanda yatmaya karar verdim. İftara beş dakika kala kapıyı kitledim ve dükkandan çıktım. Yukarıdaki esnaf lokantası kapalı idi. Mecidiyeköy – Çağlayan arasındaki yol üzerinde bulunan başka bir lokanta açıktı. Karadeniz yemekleri yapan bir yerdir. Sıkı bir iftar yapmam gerekiyordu. Çünkü sahurda açık yer olmadığından, dükkanda kendimce bir çözüm bulacaktım. Güzel ve sıcaklığı tam istediğim kıvam da, tereyağlı bir mercimek çorbası içtim. Peşi sıra ana yemek ve pilav geldi. Ve akabinde, tadı orta halli bir bardak çay içerek lokantadan çıktım, sokaklar tenha... Dükkana geri dönerken aklıma, sahur da ne yiyebilirim düşüncesi geldi. Günler uzun ve sıcak. Yazın ortası… Bugün 9 Temmuz 2014 Çarşamba…

En nihayetinde son zamanlarda aldığım kiloların da psikolojik baskısı nedeni ile, yoğurt almaya karar verdim. Ekmek ya da başka katık almaya da niyetim yoktu. Yakınımdaki peynirciden bir kase kaymaklı yoğurt aldım. Üzerindeki kırmızı etikette kocaman harflerle 2 TL yazıyordu. Dükkana geldim. Kapıyı açtım. Poşeti olduğu gibi masanın üstüne bıraktım. Kapının önüne çıktım. Diğer elimdeki poşette de, lokantadan getirdiğim, tavuk artıkları vardı. Çünkü biraz sonra, nerden geleceğini bilemediğim kedim Ziya beni ziyarete gelecekti. Zaten de öyle oldu.Benim ‘pis pis piss’ diye bağırarak çağırtım, sokağın iftar sessizliğini böldü. Taa aşağılardan, karanlıkların içinden, bomboş kaldırımları delicesine sıçrayarak atlayan Ziya’m geldi. Karnı çok fazla acıkmış olmalı ki yüzüme bile doğru düzgün bakmadan kafasını plastik kaba soktu. Kuyruğu ile de bana dokunmayı ihmal etmedi. Hemen yanıbaşında oturduğumu teyid ediyordu. Büyük bir iştahla yemeğe koyuldu. Küçük tavuk kemiklerini büyük bir zevkle dişlerken, bana da ufak yollu bakışlar attı. Onun bu hâlini seyre koyuldum. Başımdaki bir sürü iş bir anda kayboldu. Kafa dinleme dedikleri bu olsa gerek diye düşündüm.

...

Daha sonra içeri girdim ve işlere koyuldum... İşlerim bittiğinde saat oniki filandı. Ve şimdi uyku zamanı idi. Tembel adımlarla çekyatın yanındaki yemek masasına yöneldim. Poşetin içindeki küçük kaseyi çıkardım. Masanın üstüne kağıt havlu serdim. Çekmeceden kaşık çıkardım. Su kolilerini yokladım. Yirmi-yirmi beş kadar bardak su kalmıştı. İki tanesini aldım. Birinin kapağını yarıya kadar açtım ve bi-kaç yudum içerek masaya geri koydum. Diğerini yoğurt kasesinin yanına koydum. Sahura hazırlığım tamamlanmıştı. Bir bardak su, bir kase yoğurt ve bir metal kaşık beyaz kağıt havlunun üzerine serilmişti. Çekyatın üzerine kendimi attım. O an çok yorulmuş olduğumu hissettim. Vücudum, açılmamış çekyatın şeklini aldı. Cep telefonunu yanıma almıştım. Sahura kaldıracak tek güvencem o idi. Alarmın çalacağı saati dikkatlice kontrol ettim. Elimin uzanabileceği kadar uzaklığa koydum telefonumu. Kafamda binbir düşüncelerle uykuya daldım…

...

Gözlerimi açtığımda açık penceremden müezzinin sesi geliyordu. İlk iki ALLAHÜ EKBERİ yakalayamamışım anlaşılan… Çekyatta doğrulduğumda ise müezzin de ezanı yarılamıştı. Bir anda aklıma sahur yemeğim geldi. Ön tarafta açık bıraktığım ışık, sahur soframı hafifçe aydınlatıyordu. Yanı başımdaki yarısı içilmiş bardak su gözüme çarptı. Gecenin bir yarısı uyanıp, bir iki yudum daha içtiğim aklıma geldi ve sonra saatin alarmının çaldığı ve benim uzanarak alarmı kapattığım ! 

Her şey bitmiş ve sahur yemeğim uçup gitmişti. 


Daha sonra sofraya bakmaya başladım; beyaz kağıt havlunun üzerinde bir bardak su, kapağındaki kırmızı etikette 2 TL yazan küçük bir kase yoğurt, yanı başında parlayan metal bir yemek kaşığı…

Müezzin, ESSALÂTÜ HAYRUN MİNEN NEVVM (Namaz uykudan Hayırlıdır) derken, sahuru kaçırdığım gerçeğini kabullenmek zorunda kalmıştım. Hafif bir üzüntü ve pişmanlık duydum… Daha sonra düşünmeye başladım. Başka mekanlarda olsam ne fark edecekti ki? 

Ve düşünceler sardı beynimi, beş yıldızlı bir oteldeydim… 

Sanki; masalar dolusu yemekler, tatlılar, börekler vardı ve envai çeşit içecekler… 
İşte o an bir ürperme hissettim. O şaaşalı; tatlı çeşitlerini yemek için bile iki-üç çeşit çatalların konduğu, başında pervaneler gibi dolaşan garsonların hizmet ettiği masalardan, benim üzerinde 2 TL yazan yoğurt kasemin hiçbir farkı yoktu. Parlayan yemek kaşığım, masalara bir sarraf titizliği ile yerleştirilen üçer dörder adet kaşık ve çatallarla aynıydı. On tanesini, bir liraya satın aldığım plastik bardak suyum, en değerli içeceklerle aynı fiyata sahip olmuştu.

Çünkü artık ezan okunmuştu. 
Çünkü artık herkes eşitti.
Çünkü herkes bakar kör olmuştu
Çünkü artık tren kaçmıştı.
Çünkü artık istasyonda bekleyenler; yani dağdaki çobanla, magazin dergilerindeki kezban arasında fark yoktu. 

Birden Hesap Günü geldi aklıma.
Mahşerin orta yerindeydim.
Sanki hesap günü idi.
Sanki sûr’a ikinci kez üflenmişti.
Ve sanki anadan üryan doğrulmuştuk mezarlarımızdan. 
Artık asla geri dönüşümüz olmayacaktı.
Sonra düşündüm, ve yaradanıma şükrettim.
Kaçan sadece 2 TL ye alınan bir kase yoğurttu ve de zaten kaçtı sayılmazdı. 
O yoğurdu, sabah ilk olarak komşu esnaf Bahri Çevik Ağabey’in buzdolabına koydurdum. 
Belki bir akşam daha burda sahur edebilirim.

(Beni okudunuz, teşekkürler. R.Recai NURCAN)
11 Temmuz 2014 Cuma 14:35

 
Toplam blog
: 15
: 457
Kayıt tarihi
: 19.09.07
 
 

İnsan kendini nasıl anlatır; " İstanbul'da doğdum" diye başlayayım. Anı-deneme türünden, gündelik..