Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Kasım '08

 
Kategori
Anılar
 

3 hikaye, hiç hikaye

3 hikaye, hiç hikaye
 

sessizlik sensin geceleri


Ben Sadık amcayı çok iyi hatırlamıyorum aslında, yani şimdi gözlerimi sıkıca kapatıp hafızama ‘Haydi aslanım şu Sadık amcanın yüzünü bana bir gösteriver, özledim’ desem bir işe yaramaz.

Hatırlayacağım tek şey Sadık amcanın belirli belirsiz bir şeyler söyleyen sesinin; diş taşa sürter misali bir tonla uzayda yarattığı titreşimlerden ibaret.

Bir de parmaklarını hatırlıyorum, daha doğrusu parmaklarının arasındaki sigarayı.

Sanki biraz düşmanca tutardı o kırk yıllık yoldaşını.

Sadık amcanın bilmem ne dağının eteğindeki evine, bilmem kaç yılında bilmem kimler ile gittiğimizde bize bir şeyler pişirdiğini, bizi çok güldürdüğünü, bizi uğurlarken uzun süre arkamızdan el salladığını hatırlıyorum.

Ve o dağ evinin leş gibi kokan kocaman delikli tuvaletini hatırlıyorum.

Yıllar sonra Semra yengenin Sadık amcanın manevi selameti için yaptırıp mahalleliye dağıttığı pişiyi kemirirken de ne yazık ki aklıma hep o koku geliyor.

Bir aile sohbetinde ‘Sadık amca rakıyı susuz içerdi’ derlerse yahut misafirlere kolonya dökerken birileri ‘Sadık amca tütün kolonyasını pek severdi’ derse ya da, koku gündelik hayatımın etrafını sarıveriyor.

İyi bir kelime esprisi olmayacak gerçi ama bu gerçekten çok .oktan bi durum.

...

2) O yıl mahalledeki köpeklerin yarısının adı Rambo yarısının adı Rocky’di. Herhalde mütemadiyen sağa sola Rambo, Rocky diye seslenmek istediğimizden koyuyorduk o isimleri dostlarımıza.

Bizimle koşan, bizimle düşen, bizimle aynı saflarda kavga eden can ciğer yoldaşlarımızdı onlar.

Benim de bir Rambo’m, bir Rambo’nunda Okan’ı vardı.

Bulursa bir yaz taze fasulye artığı, yine bulursa bir kış yöresel çorbanın içine doğranmış yufka ekmeğini şükran duygularıyla yerdi benim aslan oğlum.

Kurban bayramlarında Rambo’yla beraber et yerdik.

Ramazan bayramlarında sarı burma.

Yeni yılın ilk gününde tavuk, ikinci gününde tavuk çorbası.

Saçlarımıza limon sıktığımız, arsalardan atari salonlarına yeni yeni alışmaya başladığımız yıllarda Rambo’yla aramıza Antalya lisesindeki yeşil gözlü kız girdi sonra, sokak oyunlarından uzaklaşmış, zeytin kuyusunun başında hayaller kurmakla meşguldüm.

(Yeşil gözlü kıza “Seni seviyorum” dedim. “Git be salak” dedi.)

Buldozerler mahalleleri yıkmadan önceydi.

Ben okul dönüşü Rambo’ya belediyenin kasabından akciğer almıştım, bu belediye her kimse iyi bir adamdı, akciğer vermişti Rambo’ya, üstelik kağıda sarıp torbaya da koymuştu ama

Rambo o akşam beni sokakta karşılamadı, merdivenin altında, bahçede, komşu arsada hiçbir yerde yoktu.

Rambo’nun işi bitmiş eski bir eşya gibi çöp tenekesinin yanında taş kesilmiş yattığını gördüm sonra.

Kalk dedim, bak akciğer aldım sana, kalk; artık ben karşılayayım yollarda seni, ne olur kalk. Önce sen koş ben kovalayayım ardından, senin ardından ben atlayayım suya...

“O uyuz köpek mutfağımıza girdi, vurduk” dediler.

“Hayır” dedim.

“Yapmaz öyle şey. Benim vermediğim bir şeyi yemez ki o”

Ağladığım için beni yadırgadılar ve sırtlarını dönüp evlerine gittiler sonra.

O gece mahallenin bütün Rambo’ları ve Rocky’leri sokağın ortasındaki kavak ağacının etrafında toplandılar ve mahallelinin şimdiye kadar dostlarından! Hiç duymadıkları sesler çıkardılar, mahalleli o gece hiç uyuyamadı, sonra iyi adam belediye ertesi gece gelip bütün Rambo ve Rocky’lere et dağıttı.

Büyük çoğunluğun bir arının asıl mutluluğunun ne olduğunu sorgulamadan üzerinde arı resmi olan partiye oy verdiği ve kimsenin asla bir arının kaderine ortak olmak istemediği yıllardı.

Buldozerler şehri sarmıştı ve o günden sonra doğan çocuklar hiçbir yere ‘bizim mahalle’ diyemeyecekti.

3) Kaleiçinde mal gibi yürüyorduk seninle, bi seyyar satıcının yanına gelip bağırdın.

‘Ay ben bu tatlıları çok severim, çıtır çıtır olur’ gibi bi şeyler dedin.

Muhtemelen Niğde’li olan seyyar tatlıcının yanında durduk

‘abi sar iki tane kerhane tatlısı’ dedim.

Sen tatlıyı yemekten vazgeçtin.

‘Bu tatlının ismi böyle mi gerçekten?’

‘Ne bileyim herkes öyle der o tatlıya ama kimse ürettiği, emek verdiği bir şeye böyle bir isim koymaz herhalde’

‘Aslında fena bir tatlı değil, talihsiz bir ismi var yine de sinemaya gidelim mi?’

‘Ecnebi gürültüsü çekemem şimdi, tiyatroya gidelim”

‘Hayır’

‘Motosiklete atlayıp Çıralı’ya gidelim, Pazartesi döneriz’

‘Ay donarız bu havada’

‘ufff’

‘puff’

Üzerinde kuzeninin geçen ay doğum günü hediyesi olarak aldığı kırmızı bir yağmurluk vardı, altında boyunu uzun gösteren ama yürümeni ve kaldırımları tırmanmanı zorlaştıran, siyah zemin üstüne dal ve güllerden bezenmiş bir etek.

Güpegündüz önümüze çıkıveren bir türkü bara girmeye karar verdik en sonunda.

...

Türkü barın insanı çok da rahatsız etmeyen kendi halinde bir kalabalığı vardı, bir an önce bizde o kalabalıktan birileri olmak istedik, sahnede biri ritim diğeri solo iki bağlama, bir klasik gitar bir de def çalan neşesiz müzisyenlerin dışında hayli öfkeli bir de kadın solist vardı.

Kadın solist iyiydi gerçekten. Yine de mikrofonu kara murat kılıç sallarmış gibi tutuyor, icra edilen eserin her ölçüsünde sol ayağını askeri bir nizamda ahşap kürsüye vuruyordu ve yüzünde ‘ulan bu saatte niye buraya geldiniz, başka işiniz yok mu sizin’ bakışlarıyla konuklarını süzüyordu.

Sesini; saç kesimine kadar taklit ettiği meşhur türkücünün sesine genellikle benzetebiliyordu.

Masanın üzerine sigara paketlerimizi ve çakmaklarımızı serdik, benim önümde kısa iki bin, senin önünde Salem sigarası vardı.

‘Bu saçına yaptığın şeyin adı neydi?’ dedim.

‘Fark etmedin sanmıştım röfle... Allah Allah... Niye sordun ki’

‘Merak ettim işte, bir yerde lazım olur belki’

‘Merak etme lazım olmaz’. ‘

Hor gördüğümü düşünme, o da bir sanat bence baksana kim bilir kaç saat uğraşmıştır berber’

‘Kuaför demek istiyorsun herhalde ama kibar bir adam önce çok yakışmış falan der, senin aklın hep lüzumsuz detaylarda’

Türkü bardan çıktık, dışarıda kuru, sevimsiz bir hava vardı, gürültü ve toz yığınları arasından asık suratlarımızla hızlı hızlı ilerledik.

Hoş; hava hafif ve serin bir yağmuru bizlere taşıyabilirdi, Arnavut kaldırımların üzerinde yatan ölü çınar yapraklarını sarmaş dolaş ve küçük adımlarla çiğneyerek de yürüyebilirdik hatta fondan ‘Böyle bir kara sevda, kara toprakta biter’ diye bir şarkı da yükselebilirdi. Ama bunlar bile bizi kurtaramazdı.

...

Yine de senin kabahatin yoktu hiç.

Ben erken tükenirdim hep.

Aaa

Unutuyordum az daha.

O günden sonra telefonlarıma bakmıyordun da ben de ‘Sen gör’ diye yerel televizyona çıkıp ayrılık şarkıları söylediydim bolca.

İlk yılbaşı tebrikinde görüşmek üzere pembe yüzlüm...

Okan Ünver

 
Toplam blog
: 104
: 489
Kayıt tarihi
: 06.03.08
 
 

1978 doğumlu Antalyalı bir müzisyenim, devamını ben de bilmiyorum..