Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Mart '08

 
Kategori
Tarih
 

3000 yıl öncesinin Anadolu'sunda yapılanlar bugün neden yaılamıyor ve yapılamayacak mı?

3000 yıl öncesinin Anadolu'sunda yapılanlar bugün neden yaılamıyor ve yapılamayacak mı?
 

Yurt dışına gidenlerden dinleyenlerimiz çok olmuştur; genelde Avrupa’nın, özelde Almanya’nın yolları şöyle, binaları böyle, caddeleri, limanları, küçük köyleri şöyle güzel böyle güzel diyerek... Avrupa’nın kentlerinin bugün dahi internet üzerinden fotoğraflarına baktığınızda, göreceğiniz görüntüler gerçekten tablo güzelliğindedir ki, adeta cenneti bu dünyada kurmuştur Avrupa ‘kentleşme açısından’. Evet, Avrupa’nın, Amerika’nın kentleri güzeldir ve onlar ‘mimari mekânın güçlü bir şekillendirici olduğunun ve de önce yapıları bizim, sonrasında da bu yapıların bizi şekillendirdiğinin’ farkındadırlar ki, İngiliz Parlamento Binası 1943 yılında savaş nedeniyle tahrip olduğunda, bu bina ile İngiliz demokrasisi arasında bağ kuran Çörçil (Churchill), yeni binanın da tıpkı eskisi gibi Gotik mimari tarzda inşa edilmesini sağlamıştır. Avrupa’yı, Amerika’yı gidip görenlerimiz, yurdumuza döndüklerinde, gördükleri bu güzellikleri ballandıra ballandıra anlatırlar ve de çoğumuz duymuşuzdur bu anlatıları lakin, bu ‘gönüllü reklamcılara’ kentsel güzelliklerin neden yurdumuzda olmadığını, doğanın bu derece cömert davrandığı vatanımızda, insan eli ile şekillenen mekanın neden bu kadar iç karartıcı olduğunu sorduğunuzda, alacağınız yanıt, ‘bizden bir şey olmaz, biz yapamayız’dan öteye geçmez... Onlara tarihten dem vurup, bundan topu topu bin yıl öncesinde Paris’in de, Londra’nın da bir köy yerleşmesi olduğundan, bu köylerde lağımların yollara akıtıldığından, bu nedenle Ortaçağ Avrupa’sında büyük veba salgınlarının çıktığından, pisliğin ve ilkelliğin bu yerleşmelerde kol gezdiğinden bahsetseniz ve aynı tarihlerde Berlin diye bir kentin adı bile geçmezken, Bağdat caddelerinin geceleri fenerlerle aydınlatıldığından, bu uygulamanın M.Ö.III. yüzyılda, yani günümüzden iki bin iki yüz yıl öncesinin Antakya’sında, yani ilk defa Anadolu’da uygulandığından, Türkiye’deki bütün kentlerin tarihinin en az üç dört bin yıl öncesine dek eski olduğundan, dünyada böylesine köklü bir kent uygarlığının geçmişte bulunmadığından bahsetseniz ve aynı şekilde bugün de daha güzel bir çevre oluşturulabileceğini kavratmaya çalışsanız da, gözler kör, kulaklar sağır kesilir ve sizin yapmak istediklerinizi bir türlü anlamaz ve de inanmazlar. Bu tavırda garip bir şey daha vardır; sizin günümüz halkı için uygun bulduğunuz bu güzellikler, bunları anlattığınız kafalarda ki, onlar halka daha yakın ve halkın içinde bulunduklarını zanneden zevattır, bugünün halkı için uygun bulunmaz ve bir şekilde bugünün halkına layık görülmez.

İnsanın zaman içerisinde önce barınmak, sonrasında ise barındığı mekâna anlam yüklemek, onu kendi duygu ve düşüncelerine göre şekillendirmek gibi bir özelliği vardır ve mimarinin tarihi, esas olarak mekânı şekillendiren insanın tarihidir. Anadolu’da mekanı şekillendiren insanın mimari eylem tarihine baktığımızda, mimari şekillenmenin günümüzden –şimdilik- altı yedi bin yıl –M.Ö. VII.-VI. bin- öncesine dek geçmişe uzandığı ortaya konulmuştur. Yani bu demektir ki, Avrupa kıtasında yaşayan bu dönemin insanları henüz avcı-toplayıcı topluluklar halinde yaşarken, Anadolu insanı ilk kentlerin oluşumu içerisine girmiştir. Geçmiş tarih, arkeoloji bize bugün bu verileri açıklıkla sunmaktadır. Bu ilk kentleşme aşamasından sonra günümüzden dört bin yıl önce, Anadolu’da ilk siyasal birliği sağlayan Hititler, M.Ö. II. binler açısından o zamanın en güçlü ve uygar devleti Mısır’la bile uygarlıkta yarışabilecek noktaya gelmiştir ki, bugün burnumuzun dibindeki bir yer olan, Çorum-Boğazköy’deki Hitit mimari kalıntılarını, yapı temellerini, sur duvarlarını incelerseniz, Hititlerin mimaride ne derece yetkin olduğunu anlarsınız. Bu açıdan Hititler’in Alacahöyük’te yaptıkları, dünyanın ilk barajının günümüzde de kullanıldığını yazmam, sanırım yeterlidir... Buradan geçelim Doğu Anadolu’ya ve Urartular’a. Urartular Van Gölü kenarında, günümüzden iki bin yedi yüz yıl önce -M.Ö. VIII.-VII. yy.- kurulan bir uygarlık. Urartular’ın mimari kalıntılarına baktığımızda, evlerinin altından kanalizasyon sistemiyle pis suları dışarı akıttıklarını, Urartu tapınak mimarisinin sonraki dönemlerde pek çok dinin ibadet mekânını şekillendirdiğini, yaptıkları su kanallarının bugün hala Van ilimiz çevresinde kullanıldığını görmekteyiz. Doğu Anadolu’dan Batı Anadolu’ya geçtiğimizde ve bir Frigleri, bir Lidyalılar’ı mimari açıdan incelediğimizde, yerleşim yerlerinin hem savunma gerekçesiyle, hem de verimli toprağı tarım için kullanmak amacıyla, düz yerler yerine, kayalık yüksek yerleri tercih ettiklerini, taş işçiliğinde büyük bir yetkinliğe ulaştıklarını görmekteyiz. Dikkat edin, aynı tarihlerde Avrupa dediğimiz kıtada, daha doğru dürüst hiçbir yerleşim yeri bulunmamakta ve insanlar barbarlık düzeyini dahi aşamamış durumdadır! Bu dönemlerden Anadolu’da Pers egemenliği dönemine bir göz attığımızda, Batı Anadolu’dan başlayıp, bugünkü İran’ın güneyinde sonlanan ve adına ‘Kral Yolu’ adı verilen, düzgün taşlarla döşeli ve menzil başlarında barınmak için han benzeri mekânlar bulunan bir yol şebekesi olduğunu görüyoruz ki, dikkat edin, tarih günümüzden iki bin beş yıl öncesi ve bunların hepsi o zamanki Anadolu’da! Persler’den Makedon egemenliği dönemine geldiğimizde, bir yerleşimin ‘kent’ sayılabilmesi için gerekli olan mimari unsurlardan ‘Agora’ denilen, çarşı işlevinin yanı sıra, hukuksal düzenlemelerin yapıldığı, belediye toplantılarının gerçekleştirildiği, filozofların halka seslendiği bir mekânı akla getirmek gerekir, ‘Bouleterion’ denilen belediye binasını, ‘Gymnasion’ denilen, gençlerin zihni ve bedeni gelişimlerini sürdürdükleri mekânı, ‘Tiyatro’ denilen mekânı ki, bugün o dönemden kalma tiyatro binaları hala kullanılmaktadır, ‘Nypheion’ denilen çeşmelerin, Asklepion denilen sağlık yurtlarının mutlaka bulunması gerektiğini görmekteyiz. Anadolu’da bu dönem için ki, günümüzden iki bin üç yüz yıl öncesinden bahsetmekteyiz, bu saydığımız mimari unsurlarla donatılmış yüzlerce kent örneği verebiliriz. Bu kentlerin hepsi kuruldukları bölgeler açısından bir uygarlık merkezidir ve çevresinde ‘kome’ denilen küçük köyleri de bu uygarlık nimetlerinden faydalandırmaktadır. Örneğin, kentte bir festival veya bir tiyatro gösterisi olduğunda, bu küçük yerleşmelerden kopup gelen insanlar, tiyatrolarda aylarca bu eğlenceleri takip edebilmektedir veya kentteki bir tapınağın yapımı için bu kentin çevresindeki küçük yerleşmeler, bu dinsel yapının bitirilmesi için kendi aralarında maddi olarak yarışabilmektedir... Makedon egemenliğinden, Roma İmparatorluk dönemine geldiğimizde, hem Anadolu’da hem de imparatorluğun diğer yerleşmelerinde Roma’nın zorunlu bir kent uygulaması içerisinde olduğunu görmekteyiz. Bu zorunlu kent politikasına göre halkın dağınık yerleşmelerde, ayrı birimler olarak kontrol dışında yaşaması yerine, kent merkezlerinde toplanması ve Roma’nın her türlü siyasal, sosyal, kültürel ve dinsel yönlendirmelerine maruz tutulduklarını görmekteyiz. Bu açıdan, yerel unsurlar gözardı edilmeksizin, Roma İmparatorluk sınırlarının tümündeki kentlere baktığımızda, Makedon egemenliği döneminden kalma ve ondan öncesinde de Yunanlılar’ın şekillendirdiği ve yukarıda sıralanan kent unsurlarına yenileri eklenmiş ve bu unsurlar bin yıl boyunca Roma İmparatorluğu’nda bulunan bir kent akla geldiğinde, değişmez öğeler olarak karşımıza çıkmıştır. Bu şu demektir ki, Roma İmparatorluğu, yerleşim itibariyle kontrolü mümkün ‘kentlere’ ve bu kentlerde de ‘gens’ denilen aile yapılanmasına dayanarak bin yıl boyunca ayakta kalabilmeyi başarmıştır. Tarihsel açıdan Anadolu’da Doğu Roma İmparatorluğu’nun son demlerini birlikte geçirdiği Anadolu Şelçukluları’na baktığımızda, hem Selçuklular’ın hem de dağılmasından sonraki yerel beyliklerin bayındırlık faaliyetlerine çok önem verdiklerini, bu sayede özellikle ticaretin çok geliştiğini görmekteyiz. Haçlı Seferleri Tarihi’ni incelediğimizde, Haçlılar’ın Anadolu’da bu Selçuklu eserlerini, gördüklerinde, bu bayındırlık faaliyetleri karşısında hayranlıklarını gizleyemediklerini ve bunların neden kendi ülkelerinde olmadığını sorguladıklarını görmekteyiz ki, bunu bugün Avrupa değil, biz yapmaktayız! Doğu Roma İmparatorluğu’nun ve temelde Roma İmparatorluk geleneğinin bin beş yüz yıllık mirasını devralan Osmanlı İmparatorluğu’nun mimari açıdan Anadolu’dan ziyade Balkanlar’a ağırlık verdiğini ne yazık ki görmekteyiz lakin İmparatorluk başkenti olan Bursa, Edirne ve İstanbul’da, ebediyete dek intikal edecek olan muhteşem mimari yapılar ortaya konulmuş ve adeta Adadolu’ya ‘İslam uygarlığının da şekillendirdiği’ Türk sentezi damgasını vurmuştur. –Burada enteresan bir nokta vardır: Antik Yunanlılar tüm kamu paralarını özellikle tapınak yapımına ayırmalarına karşın, Roma İmparatorluğu her ne kadar Yunan mimari gelenek ve üslubunu devam ettirmiş olmasına rağmen, tapınaklar gibi dinsel yapılardan ziyade, sivil mimarlık öğelerine ağırlık vermiş, özellikle halkın topluca istifade edebileceği hamam, tiyatro, amphitiyatro gibi yapılar yapmışlardır ki, bugün ‘Türk Hamamı’ olarak yabancıların adlandırdıkları hamam geleneği, Roma İmparatorluk hamamlarından devralınan ve ona Türk sentezi eklenerek devam ettirilen bir gelenektir ve bu yapıların benzerleri Orta Çağ Avrupası’nda da bulunmasına karşın, veba, fuhuş vs. nedenlerle bu yapılar Avrupa’da işlev dışı kalmışlardır. Hamam dışında Roma İmparatorluğu döneminde Anadolu’da yapılan konutlara baktığımızda ve özellikle Anadolu’nun o dönemde yönetim merkezi olan Selçuk-Efes’e göz önüne getirdiğimizde, buradaki villaların, hem konumlandırma açısından, hem de mimari teknik ve süsleme üslubu açısından bugün dahi kullanılabilir ve örnek alınabilir yetkinlikte olduklarını anlamaktayız. Roma İmparatorluğu’nun bu sivil mimari anlayışının, onun mirasçısı olan Osmanlı İmparatorluğu döneminde yeniden eskiye, yani Yunanlılar’ın benimsedikleri kamusal yapılara önem verilmesi düşüncesine dönüştüğünü ve sivil yapılar yerine halkın tümünün istifade edebileceği yapılar olan, özellikle cami, han, hamam, imaret vb. yapıların yapıldığını ve kaynakların buralara aktarıldığını görmekteyiz.-

Bu tarihsel süreci inceledikten sonra çok önemli bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Osmanlı İmparatorluğu döneminde de çok önem verilen kent, örneğin bir şehzadeler kenti Amasya, bir Trabzon, bir Edirne, geçmişin en müreffeh şehri Antakya, bir Urfa, bir Diyarbakır, bir Sivas, vezirler çıkaran Merzifon, Vezirköprü ne olmuştur da, buralardaki yüksek kent kültürü çoraklaşmaya başlamış ve bu kentler bizim açımızdan çileli XIX. yüzyılın yalnızlığına, geri kalmışlığına mahkûm olmuştur? Ne olmuştur da iki bin yıl boyunca neredeyse dünyanın merkezi olan İstanbul unutulurken, Paris, Londra ve Berlin gibi Batı Avrupa merkez kentleri İstanbul’u çok gerilerde bırakmıştır? Bu kentsel gerilemeye dayanan ‘kültürel gerilemenin’ nedeni veya nedenleri nelerdir? Bu soruların cevapları için özellikle kentlerin kurulması, gelişimi ve çöküşü açısından, bin yıl öncesinin yazarı İbn-i Haldun’un ‘Mukaddime’sini ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki zaafları, Doğu Roma İmparatorluğu’ndan başlamak üzere ele alan, Anadolu kökenli Yunanlı yazar Stefanos Yerasimos’un eserlerini incelediğimizde, geçmiş zannettiğimiz zaman diliminin, bugünü nasıl şekillendirdiğini ve geçmişin aslında bugün yaşadığını ve de ‘geçmiş’ diye bir şey olmadığını hayli hayretle görmekteyiz.

Osmanlı İmparatorluğu’nda XVI. yüzyıldan itibaren içeride Celali isyanlarıyla kentler boşalmaya başlamış, sürekli devam eden dış seferler de kentin dayandığı insan kaynaklarını ve üretimlerini tüketir hale gelmiştir. Kentler açısından olumsuzluklar, çoğu tarihçi tarafından Osmanlı İmparatorluğu’nun doruk noktası sayılan XVI. yüzyılda başlamıştır ki, buna ‘olgunlaşma içindeki çürüme, durağanlık ’ diyebiliriz. Bu yüzyıldan itibaren ‘geçmiş olumsuzlukların da gün ışığına çıkmasıyla’ gerileme sürmüş, kentler boşalmış, insanlar Devlet ve yerel baskılardan bunalarak düz ova yerleşmelerini bırakıp, kendilerini adeta dağa taşa vurmuştur! Özellikle ticaret yollarının da değişmesiyle, bir kenti besleyen ana unsur olan ticari faaliyetin de kesilmesiyle, insandan yoksun kalan kentler eski önemlerini kaybetmiş ve bu süreç XX. yüzyılın başlarına dek sürmüştür -çoğunlukla tarihçiler İpek Yolu ve Baharat Yolu güzergâhının Avrupa’nın coğrafi keşifleri ile önemini yitirmesine çok fazla atıfta bulunup, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu mali kaynaklardan yoksun kalmasının önemi üzerinde durmalarına karşın, aynı dönemlerde bu yolların çıkış noktası olan Çin’in de, Hindistan’ın da çöküşe geçtiği gerçeğini ve aslında bu yolların coğrafi keşifler öncesinde önemini yitirdiği gerçeğini görmezden geldiklerini vurgulamak gerekmektedir ki, çöküşe geçen aslında Osmanlı İmparatorluğu’yla beraber, Asya’dır!- Kentsel gerileyiş, nüfus gerileyişini de beraberinde getirmiş, nüfus artışları yalnızca ‘Lale Devri’ olarak adlandırılan kısmi barış döneminde ve özellikle XIX. yüzyılın son çeyreğinde görülmüştür ki, bu da II. Abdülhamit’in imparatorluğu kısmi barış içerisinde ayakta tutmayı başardığı yıllardır. Aynı dönemin Avrupa’sına baktığımızda, özellikle ‘Sanayi Devrimi’ ile 1400’lü yıllardan itibaren başlayan kıpırdanış evresinin ‘son büyük kıpırdanış hamlesine’ girişen Avrupa, artık dünyaya hükmeder hale gelmiştir! Fakat bu büyük yükseliş ve uygarlık birikimi kendi iç çelişkilerini de beraberinde getirmiş ve Avrupa’yı yıkıma sürükleyen I. ve II. Emperyalist Paylaşım Savaşları’na neden olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nu nasıl ki XVII., XVIII. ve XIX. yüzyıldaki hiç bitmeyen savaşlar dizisi çöküşe sürüklemişse, Avrupa’yı da ‘tarihsel bir hızlanmayla’ XX. yüzyıldaki her iki genel savaş çöküşe sürüklemiş ve aradan, XIX. yüzyıldaki iç çelişkilerini şöyle veya böyle bir sonuca bağlayan Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa’ya savaş boyunca sattığı askeri malzeme ve açtığı kredilerle güçlenerek, yeni bir güç odağı olarak ortaya çıkmıştır.

Şimdi bu açıklamalardan sonra ana konumuza dönüp, geçmiş, bitmiş zannettiğimiz tarihsel sürekliliği de göz önünde bulundurursak, bugünün Türkiye’sinde yaşadığımız tüm sosyal, siyasal, toplumsal, kültürel, kentsel sorunların, kısa sürede ‘varoluşsal çıkışa’ dönüşebileceğini, bu olumsuzluk zannedilen sorunların aslında çözümü içinde barındırdığını ve en başta bu sorunların ‘devinime yol açarak’ ilerlemeye katkıda bulunduğunu bilmek gerek. Şöyle ki, İbn-i Haldun’un da belirttiği gibi ‘durağanlık/statüko’ uygarlıkları bitiren başlıca unsurdur ve adeta doğanın işleyişi yasasına gem vurma girişimidir ve de hiçbir zaman başarıya ulaşmamıştır, ulaşamaz! Osmanlı İmparatorluğu’nun doruk noktası olarak kabul edilen XVI. yüzyıl, sonraki dönemlerde de hem öykünülen, ulaşılmaya çalışılan ve devletin kurumlarıyla, kentlerin yapılanmasıyla hedef alınan bir dönem olmuştur ve bu ‘durağanlık özlemi’ çöküşü içinde barındırarak, yeni çağlara uyum sağlama kabiliyetini en başından sünnetlemiştir ki, bunda yüzyılların mantığını kavra(ya)mama yanlışı veya isteksizliği vardır. Osmanlı’dan, bugünün Avrupa’sına dönecek olursak, bugün çok güçlü görünen ve bir üyesi olabilmek için can attığımız Avrupa, aslında bitmiş, sonu gelmiş, çöküşe geçmiş, durağanlaşmış/statikleşmiş bir uygarlıktır. XIX. yüzyılda son devinim hareketini yaşayan Avrupa, bugün XIX. yüzyıldaki dünya hâkimiyeti günlerine öykünmekte, bir Paris’i, bir Londra’yı, bir Berlin’i XIX. yüzyıldaki hareketlilikle görmek istemekte, sanayi üretiminin, kültürel gelişimin coşkusunu yeniden XIX. yüzyıldaki gibi yaşamak istemektedir lakin çöküş mukadder bir yasadır onlar açısından! Bugün Avrupa’ya hareketi, devinimi sağlayan yegâne güç, küçümsenen, horlanan Türkiyeli, Tunuslu, Cezayirli, Faslı, Romanyalı, göçmenlerdir! Avrupa, yaşlanmış nüfusu ve kurumlarını, kentlerini, koruma içgüdüsünde yatan statükocu tutumuyla, artık XIX. yüzyıldaki devinimine, kendi öz kaynakları ve insan potansiyeli ile ulaşamayacağının bilincindedir ve özelde Türkiye’nin, genelde Asya’nın yükselişe geçtiğinin, bizim idraksizliğimizin tersine, bal gibi farkındadır! Bu yazdıklarıma inanmayanlar ve Avrupa’yı hala çöküşteki bir uygarlık olarak görmeyenler, başlıca Avrupa merkezleri olan Londra’yı, Paris’i, Berlin’i, Brüksel’i şöyle bir inceleyip, buradaki bugünkü insani devinimi XIX. yüzyıl ile bir karşılaştırmaları yeterli olacaktır sanırım.

Konuya kentler açısından bakacak olursak, evet bugün kentlerimiz istenen gelişim sürecinde değildir. Kötü bir mimari anlayışla, hatta anlayışsızlıkla, toplu mimari katliamlar yapılmaktadır. Kentsel idari mekanizmalarımız yetersizdir. Kentlerimiz gelişir, büyür ve güçlenirken, çevresel faktörler ihmal edilmektedir. Evet, bunlar gerçektir lakin XIX. yüzyılın sanayi devrimini yaşayan bir Londra’da da, tıpkı bugün İstanbul’da yaşanan göç ve sonunda oluşan varoş mahalleleri gibi mahallelerin oluştuğunu, bu varoş mahallelerinden İngilizler’in II. Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkımdan da istifade ederek kurtulduğunu, Tayms (Times)’ın sularının sanayi atıklarıyla kirletilmesi sonucu burada canlı yaşamının öldüğünü ve daha on sene evvel bu ırmağın suyunun ancak temizlenebildiğini, artı değer yaratmak amacıyla küçük çocuk ve kadınların sanayi kuruluşlarında acımasızca ve bir köle gibi çalıştırıldığını unutmamak gerek. Avrupalı kendi insanına bunları reva görürken, aynı zamanda dünyanın geri kalanını da kendi çıkarı için sömürüyordu ve zenginleşmesinin, o günkü ve bugünkü son refah dönemlerinin nedeni budur, bunlardır fakat son ne yazık ki yaklaşmaktadır ve bugün Avrupa Birliği diyerek birleşme çabalarının altında yatan neden de, çöküşü engelleme gayretidir lakin beyhude bir uğraştır bu! Buradan hareketle diyebiliriz ki, sürekli İngiltere ve Türkiye arasında mekik dokuyan bir İngiliz gözlemci arkadaşa sorduğumda, Türkiye’de göze çarpan en dikkat çekici olgu ne diye, aldığım cevap ‘değişimdir’, ‘devinimdir’! Avrupa açısındansa bu sorunun cevabı ‘durağanlıktır’, ‘statükodur’ ve de devinime direnen, tarih boyunca kaybetmiştir; Roma İmparatorluğu da, Osmanlı İmparatorluğu da, İngiliz İmparatorluğu da, Sovyet İmparatorluğu da temelde bu yüzden yıkılmışlardır ve muhtemel imparatorluklar da bu temel gerçek nedeniyle yıkılmaya mahkûm olacaklardır!

En başa dönecek olursak, bugünkü kentlerimiz ve kentleşmemiz hiç iç açıcı değildir ancak kentlerimiz ve üzerinde yaşayan insanlarımızın, özellikle gençlerimizin, sürekli arayış içinde olan tutumları, devingenlikleri, mimari açıdan sürekli yaşanan olumsuzluklar, oturmamışlıklar, hep bu arayışın ve hareketin göstergeleridir ve gelecek adına bizatihi bu olumsuzluk olarak görülen hareketler, çözümü içinde barındıran eylemselliklerdir. Bugün, gidip gördüğümüz veya internet üzerinden gözlemlediğimiz tablo güzelliğindeki Avrupalı kentler, bir yüzyıl sonra yoktur! Onun yerini alacak olanlar ise bir Ankara’dır, bir Kayseri’dir, bir Adana’dır, bir Gaziantep’tir, Çanakkale’ye kurulacak olan ve İstanbul’dan daha büyük bir kente dönüşecek olan yeni Hisarcık’tır! —Hürriyet gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök, bu yeni kentin hayalini yeni kurmaya başlamış ve adını da ‘Troya’ diye düşünüyormuş; ben bunun hayalini lise yıllarımdan beri kurmaktayım ve adının Troya değil de, bugün oraya verilen adla Hisarcık veya Çanakkale olmasını daha uygun bulmaktayım ki bu kent, İstanbul’un yükünü de hafifletecektir zamanla.-

Tüm bu genel açıklamalardan sonra Havza’nın bugünkü kentsel sorunlarına çözüm önerilerini de ihmal etmeksizin, Havza’nın elli veya yüz yıl sonrasındaki kentsel yapılanmasına dair neler düşünmekteyiz, neler hayal etmekteyiz sorusu geliyor aklıma? Bugün, uçuk bir hayal gibi görülen veya görülebilecek olan bu soru, zamanın bunca akıcılığı karşısında ve geçmişi düşündüğümüzde, hayal olmaktan çıkıp, gerçeklik kazanmaktadır; tabi ki bu topraklarda gelecek yüz yıl ve bin yıllarda da yaşama azim ve iradesine sahipseniz, bu gerçektir. Havza’nın coğrafi olarak kurulduğu ilk nokta bir tepe yamacıdır ki, yakın zamanlara dek Havza, İmaret Mahallesi’nden mütevellit bir yerleşimdi. Dolayısıyla Havza, Vezirköprü gibi, Merzifon gibi nispeten düz yerleşim bölgelerine sahip olan kentlerin aksine kentin büyüme refleksi açısından düz alanlardan mahrumdur. Burada örnek alınması gereken, antik çağlardan beri bu tip tepe noktalarında uygulanan yöntem olan, ‘büyük teraslamalar’ yapılmak zorundadır. Denilecektir ki, ‘ne gerek var bu masrafa, düz alanlara doğru kaydıralım kenti, olsun bitsin’. Bu soruya verilecek cevap, ….

Devam edecek..

 
Toplam blog
: 22
: 14947
Kayıt tarihi
: 24.07.07
 
 

YAZI VE MAKALELERİ ÇEŞİTLİ DERGİ VE GAZETELERDE YAYINLANMAKTADIR...